12.07.2022 © Novelius Edebiyat
Yazan: Mehmet BAHÇECİ
Yazar ve Akademisyen Selda Uygur‘un 2022 Mayıs ayında Bilgi Yayınevi etiketiyle okurların beğenisine sunulan ödüllü romanı “Babalar ve Kızları” eserini mercek altına alıyoruz.

Roman, iki yüz dört kıymetli eser arasından sıyrılıp 2020 Turgut Özakman İlk Roman Yarışması birincilik ödülüne değer görülmesiyle haberdar olduğumuz bir eserdi. Kısa süre önce satışa sunulmasıyla da hem kapağı hem de tanıtım metni ile dikkatimizi çeken esere daha fazla kayıtsız kalmak istemedik.
Eserle ilgili naçizane düşüncelerimize geçmeden evvel, dilerseniz, çok beğendiğimiz kapak çalışması hakkındaki görüşlerimizi aktaralım.
1450 Yılında doğduğu tahmin edilen, rönesans dönemi ressamlarından Hieronymus Bosch‘un “Ahiret Vizyonları, Cennet” (Vision of the Afterlife 1500-1503) isimli çalışmasının en çarpıcı bölümü, Babalar ve Kızları eserinin kapağını süslemekte. Kitabı okuyanların hak vereceği üzere, içerikle bütünleşen, son derece anlamlı ve uyumlu bir kapak çalışmasına imza atılmış. Masalsı ve ilham verici olarak da nitelendirilebilecek bu başarılı seçimde emeği geçenleri kutlarız. İyi iş çıkarmışlar. Doğrusu, bundan daha münasip bir çalışma düşünülemezdi.
Ressam Bosch’un günümüze kadar ulaşan ve sayısının yirmi beş civarı olduğu düşünülen yağlı boya komposizyonlarına internet üzerinden kolayca ulaşılabilir. Biz yine de hem en ünlü tablosu ‘Dünyevi Zevkler Bahçesi, 1504 – 1510’ hem de ‘Ahiret Vizyonları, 1500 – 1503’ çalışmalarını meraklıları için inceleme yazımıza eklemeyi uygun bulduk.


Tahmini 1500-1503″
Babalar ve Kızları, üzerine kafa yorulacak, farklı yönlerine vurgular yapılacak o kadar çok doneyle geliyor ki… Onu şöyle birkaç kelime ile tanıtmak zor fakat imkânsız değil: Babalar ve Kızları, zekice kurgulanmış, sarsıcı ve heyecan verici bir ilk roman!
Eser, birinci tekil şahıs ağzından ilerlemekte. Anlatıcı, eser boyunca ismi açık edilmeyen bir kız çocuğu olarak karşımıza çıkıyor. Hemen hemen onlu yaşlarının başında tanışıyoruz kendisiyle ve bilhassa ergenlik çağında vakit geçirerek, genç kızlığa evirildiği sancılı süreç boyunca yarenlik ediyoruz. Yer yer ürkütücü ve sarsıcı bulsak da bu birlikteliğin bizim açımızdan gayet hoş bir birliktelik olduğunu ifade etmemiz hakkaniyete uygun düşecektir.
Bazı önemli klasiklerde deneyimlediğimiz, kahraman anlatıcının okura seslenişi tekniği bu eserde de kullanılmış. İyi de olmuş… Çocuk / genç anlatıcının masumiyeti, bu anlatıcının okurla kurduğu sıcak ve sempatik ilişki, anlatıcının okura direkt temasıyla daha da perçinlenmiş. Esere farklı bir soluk ve hava getirildiği çok açık. Ama daha da önemlisi, o çok sevdiğimiz, belki de tekrar tekrar okumaktan bıkmadığımız klasiklere göz kırpma, onların yamacına konumlanma durumu da mevzu bahis.
Yazar bu kaygıyla yola çıkmadıysa bile, işin nihayetinde, algılarımızda eserin yukarılarda bir yerlerde konuşlanmasına hizmet etmiş. Hiç değilse bizim nezdimizde böyle… Bu çerçevede, dünya edebiyatından zikredebileceğimiz, aklımıza gelen ilk örneğin, Charlotte Brontë’nin kendi yaşamından izler taşıyan eseri Jane Eyre olduğunu belirtelim. Bu unutulmaz eserde, “Sevgili Okurum…” ifadesiyle başlayıp, çoğunlukla temenni ve yakarışlarla devam eden o çok özel pasajları hatırlamak fevkalade güzel bir deneyimdi.

İyi okurların yakinen tecrübe ettiği, eserlerden eserlere uzanan hayali bir köprü bulunmaktadır. Bu hayali köprü ile daha önce duymadığımız ya da duymuş olsak da henüz okumadığımız, eserleri keşfederiz. Aslında bu keşif genellikle yazılı bir eser olsa da film, müzik, resim gibi farklı bir disiplin ya da bir sanatçı, bir düşünür belki de bir siyasetçi bile olabilir. Babalar ve Kızları, bu çerçevede oldukça zengin bir referans listesi sunuyor. Dostoyevski’nin başyapıtı Karamazov Kardeşler, bu başyapıtın bizim de çok sevdiğimiz karakterlerinden Staretz Zosima, Yazar Milan Kundera, Çölde Çay filmi… Ve daha niceleri, Babalar ve Kızları eseriyle adeta yeniden doğuyor, bir kez daha evrenselliklerini ve ölümsüzlüklerini ilan ediyorlar. Hepsi bu kadar mı? Dahası var…
Eserin sayfalarında dolaşırken, seksenli ve doksanlı yılların, artık iyiden iyiye nostaljik gelen yaşantısına yelken açıyoruz. Hele bizim gibi çocukluk ve ilk gençlik yıllarınızı o dönemde yaşamış, o dönemin ruhunu tüm hücrelerinizle duyumsamışsanız, eserden alacağınız zevki ikiyle, üçle çarpabilirsiniz. Eserde, “Ah bu benim çocukluğum, ah bu benim delikanlılığım, genç kızlığım!” diyeceğiniz, öyle tadında sahneler yer alıyor ki, çok kereler kitap elimizde, sabit bir noktaya özlemle baktığımızı hatırlıyoruz.
Yeri gelmişken, kitapta ismi çokça zikredilen, en önemli eserlerini seksenler ve doksanların başında vermiş olan Sezen Aksu’yu da analım:
Yürüyorum hasretin, acının üstüne
Sığmıyorum dünyaya, dar geliyor
Geceler mi uzadı, bu karanlık ne
Gönlümün bayramları, şenliği söndü
Seni kimler aldı, kimler öpüyor seni
Dudağında, dilinde; ellerin izi var
Umuyoruz ki, eserin muhtelif sayfalarına sızmış olan kıymetli sanatçımızla, Bilgi Yayınevi’nin kıymetli yöneticileri temasa geçmiş, bu güzide eseri kendisine takdim etmişlerdir…

kıymetli bir araştırma / inceleme eseri:
Türk Romanından Örneklerle
Edebiyat ve Kıskançlık,
2021, Çizgi Kitabevi”
Edebiyat üzerine doyurucu bir eğitim alan yazarımız, tabir-i caizse edebiyatla yaşamı iç içe geçmiş değerli bir isim. Birazdan içeriğe yönelik daha detaylı değinmeye çalışacağımız ödüllü eserini kısa bir süreliğine bir köşeye bırakalım. Saygıdeğer Hocamızla ilgili dikkate değer bulduğumuz önemli bir hususun altını çizmek niyetindeyiz.
Her şeyden önce, yazar olmak ayrı, entelektüel birikim sahibi olmak ayrıdır. Bunlar makam mevki, şan şöhretle kazanılamamaktadır. Tahsille de elde edilememektedir. Okuyarak iyi bir öğretmen, iyi bir mühendis, iyi bir doktor olunabilir ama yazar olabilmenin yolu, okul sıralarından, kurslardan ve atölyelerden geçmez, geçtiği sanılır ama geçmez, hele entelektüel birikimin yolu bu kurumların kapısına dahi uğramaz. Dememiz o ki, belki planlı çalışma eseri, belki de kaderin pek tatlı bir cilvesi olarak, normal şartlarda bir araya gelme ihtimalleri sıfıra yakın olan şu üç yetkinlik, Sayın Hocamızın kıymetli şahsında vücut bulmuş: edebiyat öğretmenliği, yazarlık ve entelektüel birikim.
Eseri okurken, sadece gizemli ve heyecanlı bir metni değil, aynı zamanda o metni kaleme alan elin aslında ne denli iyi bir okur ne denli iyi bir edebiyat emekçisi / tarihçisi olduğunu hissediyorsunuz. Aslına bakılırsa, entelektüellik olarak nitelediğimiz bu mevzu, bizim de uzun süredir zihnimizde evirip çevirdiğimiz, lakin bir türlü ayrı bir başlık altında, kapsamlı bir makale olarak irdeleyemediğimiz önemli bir konudur. Düşüncelerimizden süzülenleri damıtmamız ve bir hap gibi ana fikrimizi sunmamız istenirse: nitelikli edebiyatın geleceği tam olarak buradadır, deriz. Bahsetmeye çalıştığımız birikimdedir.
Tam bir gizem romanı olan Babalar ve Kızları eseri, geleceği görme, ölülerle konuşma, zamanda yolculuk yapma gibi hasletlere sahip olduğunu düşünen, bu sıra dışı iddialarını her geçen sayfada daha güçlü bir şekilde ortaya koyan küçük kahramanımızın başından geçen oldukça hayati bir kesitin okuyucuya sunulmasıyla start alıyor. Akıllıca düşünülmüş bu girizgâh ile hem romanın ana hatları hakkında okura ipucu veriliyor hem de merak duygusu iyiden iyiye kamçılanan okura: “sakın kitabı elinden bırakma, bu okudukların daha ne ki, sabrettiğin takdirde, mükafatını fazlasıyla alacaksın” mesajı veriliyor. İşte bu iddialı, işte bu son derece merak uyandırıcı girizgâhın akabinde, başta küçük kahramanımızı ve onun çekirdek ailesini, özellikle de kronikleşen ve kronikleştikçe kangrene dönüşen sorunlarıyla babası Alvur karakterini ve dahası, yakın akrabalarını ve arkadaş çevresini tanıya tanıya romanda yol alıyoruz.

’88 Yazında Ne Oldu? Zosima Dede, Aşk Zamanı, Ben Aşkı Kitaplardan Öğrendim gibi adlardan mütevellit bir dizi bölüm, devam eden sayfalar boyunca okuru selamlıyor. Her bölümde az ya da çok bir gizem unsuru söz konusu. Fakat Gökyüzünde Gezinen Astronotlar gibi kimi ara bölümler de var ki, hiç sormayın, dönüp dönüp okunası güzellikte şiirsel anlatımlara sahip. Bu arada, hazır bölümlerden söz açmışken, unutmayalım ve ekleyelim: çoğu bölümün başında epigraflara, bu epigraflarda da ilgili bölümün içeriğiyle örtüşen dünya edebiyatından seçkin eserlere yer verilmiş. İşte tüm bu alıntılarla az evvel bahsini açtığımız ve “zengin” nitelemesinde bulunduğumuz referans listesi uzadıkça uzuyor.
Gelecekten haber alma, zamanda yolculuk yapma, ölülerle irtibata geçme türünden birtakım gerçeküstü konuların, daha ilk sayfalardan itibaren romanda önemli bir yer tuttuğunu söylemiştik. Bu mistik anlatı, tüm okuma deneyimimiz boyunca, eyvah şimdi biri boğulacak, eyvah şimdi birisi hunharca can verecek beklentisi demeyelim, korkusuyla sayfaları çevirmemize yol açtı.
Kitabın en can alıcı bulduğumuz bölümüne geldik. Her ne kadar bu bölümü anlatmak ve yorumlamak için büyük bir heves duyuyor olsak da spoiler vermemek, okuma zevkinizi gasp etmemek adına ondan ancak sayfa numarasıyla, yani hiç de içimize sinmeyen bir şekilde üstünkörü olarak bahsedeceğiz. Tüylerimizin diken diken olduğu, zamanda yolculuk yaptığımız o kırk sekizinci sayfa yok mu?.. Ah ah, ne güzeldi, bir daha, bir daha okumuştuk… Şoka uğrama anlamında çok çok az eserde deneyimlediğimiz bir güzellik, adeta okuyucuya sunulmuş bir hediyeydi, kırk sekizinci sayfa. Bu bölümü okurken, hayretle kitaba bakakaldığımızı ve istemsizce, “hadi be!” nidasının dudaklarımızdan döküldüğünü itiraf etmek isteriz. Fakat uğradığımız bu muazzam şoku ve bu şokun yarattığı tarifsiz zevki devam eden sayfalarda, aynı boyutta bir daha yaşayamadık. Yine gizem, yine heyecan, yine edebi zarafet devam ediyordu lakin umulmadık bir anda, bir bombanın gürültüyle patlamasını andırır o kuvvetli şoku yaşamak, bir kere daha, bir kere daha yaşamak ne güzel olurdu. Bu durumu kitabın eksi hanesine yazalım mı? Ne dersiniz, yazalım mı? Yok, yok, asla böyle bir niyetimiz yok. Boşuna uğraşmayın, gaza gelmeyeceğiz.
Bütüncül olarak değerlendirdiğimizde de gayet başarılı, gayet özenli, son derece derli toplu bulduğumuz bir esere böylesi bir kötülüğü yapar mıyız? Tarzımızı ve eserlere olan yaklaşımımızı bilenler, böyle bir şey yapmayacağımızı da bilirler… En iyisi kırk sekizinci sayfa bahsini kapatalım ve birkaç önemli hususun daha altını çizdikten sonra, okuyanlara daha fazla işkence etmeden incelememizi nihayete erdirelim.
Eser oldukça geniş bir döneme yayılan bir zaman diliminde geçiyor. Seksenler, doksanlar boyunca çocukluktan genç kızlığa erişen isimsiz kahramanımızın peşine takılıp, gizem dolu sırları aydınlatmak üzere sık sık geçmişe yolculuk yapıyoruz. Bu yolculuk kâh kahramanımızın anlatımlarıyla, yani dedesi İshak Zorba ile olan anılarını bizlere aktarması yoluyla oluyor, kâh Zorba dedesinin ardında bıraktığı hatıratının kahraman tarafından keşfedilip okunması yoluyla. Özellikle İshak Zorba’nın hatıratındaki anlatım, oradaki olaylar çok çok güzeldi. Böylece, hatırat marifetiyle geçmişin sır dolu perdesini kahramanımızla birlik olup aralamaya çalışıyoruz. Fakat bu tip kurgularda her zaman olduğu gibi; bir soru işareti başka bir soru işaretini, bir sır daha başka bir sırrı beraberinde getiriyor.
Kitapta kritik öneme sahip olduğunu düşündüğümüz on altıncı sayfadan bir bölümü alıntılayarak, bu bölüm üzerine bir şeyler söyleyelim. Kahramanımıza çok düşkün olan ve onu saplantı boyutunda seven dedesi İshak Zorba, son nefesini verirken torununa şunları söylüyordu:
“Zaman sana doğru işlesin, herkesle aynı tarafta yaşama, suyun öte yanına geç, oradan izle zamanı. Sakın herkesle aynı yönde durma. Dışarıda diyecekler sana. Aradıkların orada. Senin içinde zaman, içine bak.” On yaşındaki bir kız çocuğu içine bakmaktan ne anlar diye düşünmedi Zorba. Anlatmaya devam etti: “Rüyaların çıkacak zamanla, gece gördüklerin sabah gerçek olacak, ölülerle konuşacaksın, sakın korkma, bu sana Tanrıların armağanı.” Nefesi kesiliyordu, son cümlelerini söyleyeceğini o an hissettim. “Seni bekleyen bir aşk var. Bir aşk…Tüm yaşamın boyunca onu arayacaksın…”
Evet, alıntı yaptığımız bölümde geçen: “Seni bekleyen bir aşk var. Bir aşk…” Cümlesi kurgu için kritik öneme haiz. Bu cümleden sonra, takip eden sayfaları hem metafizik olayları anlamak hem de buna paralel olarak, kahramanı arayan aşkı bulmak, o aşka ulaşmak beklentisiyle okuyoruz. Bu çabadan elde edeceğimiz çıkar ise: aşkı bularak İshak Zorba’ya ulaşmak, İshak Zorba’ya ulaşırken ya da ona ulaştığımızda da metafizik sırların gizemine vakıf olmak. Bu uğurda yarı trajikomik sayılabilecek bir dizi denemede bulunuyor küçük kahramanımız. Yaşça kendinden büyük erkeklerde aşkı arıyor, bir ara aşkı çok daha geniş anlamda yorumlayıp erkeklerden ümidi kesmiş bir halde: acaba aşkı hemcinslerimde mi arasam?… Şeklinde sorguluyor. Bu noktada, geliştiklerinden beri göğüsleriyle başı mütemadiyen dertte olan, onları saklamak uğruna akla hayale gelmedik türlü yöntemlere başvuran kahramanımızın kadınlara ilgi duyup duymadığını da ciddi ciddi sorgulamadık değil… Fakat bu konuyla ilgili ne size ne de kendimize kayda değer bir izah getiremiyoruz.
Hatıratla devam edelim… Bu hatıratta yazılanlar öyle önemli ki: İshak Zorba’nın kadınlara olan düşkünlüğünü, dışarıdan sefih bir hayatmış gibi görünen yaşantısını, torununa duyduğu saplantı boyutlarına varan sevgisini, İshak Zorba’nın karakter olarak kendisine hiç de benzemeyen babası Karabey Uygar’ın nasıl biri olduğunu, büyük dede Karabey Uygar’ın yaşadıklarını, Kayseri’den İstanbul’a geliş macerasını, büyük şehre tutunma mecarasını, samimi arkadaşı Kosta ile olan ilişkisini, Kosta’dan babasıyla ilgili duyduklarını, Karabey Uygar’ın nasıl bir kadınla evlendiğini, evlendiği kadının yani annesinin nasıl bir kimse olduğunu, kendi doğumunu, babasının umarsız hayallerini, hedeflerini… Hülasa, her şeyi ama her şeyi bu hatıratta ve bu hatırattan yola çıkarak yapacağımız araştırmalar vesilesiyle öğreniyoruz.
Son Söz:
Hâsılı, bir yandan aşkı arıyor, İshak Zorba’ya ulaşmaya çalışıyoruz, bir yandan Karabey Uygar’ın hüzünlü yaşamını keşfedip, onun sırlarını öğreniyoruz. Bir yandan ölülerle konuşma, zamanda yolculuk gibi metafizik hadiseleri anlamaya çalışıyoruz, ama öbür yandan kahramanın çıldırmakta olan sorunlu babasını ve o babanın hayatlarını nasıl da zorlaştırdığını, karısını, yani kahramanın annesinin nasıl da pasifize edildiğini okuyor, öğreniyoruz.
Peki, romanda bahsi geçen metafizik olgular sahiden de bir mantık çerçevesine oturuyor mu? Ya da oturmalı mı? Okura sorgulatılan her sır aydınlatılıyor, her giz çözümleniyor mu? Yoksa kısmen mi çözümleniyor, kısmen de okura mı bırakılıyor cevaplar?.. Bu eser tür olarak hangi türü ya da türleri temsil ediyor? Bilim Kurgu’mu? Macera mı? Korku mu? Gizem mi? Yoksa hepsinden biraz mı?..
Sorular da cevaplar kadar değerli. Cevaplar kadar soruların da peşindeyiz…
Belki eseri çok sevdiğimiz için belki de okura bırakılan yoruma açık çözümlemeleri daha iyi anlayabilmek adına, uygun bir zamanı kollayıp, bu güzel eseri farklı bir gözle yeniden okumak niyetindeyiz.
Yeni bir incelemede görüşmek dileğiyle.
Sevgiyle,
12.07.2022 © Novelius Edebiyat
“İnceleme: Babalar ve Kızları” üzerine 3 yorum