selda uygur

Özel Röportaj: Selda Uygur – Bölüm 1

11.06.2023 © Novelius Edebiyat

Yayına Hazırlayan: Mehmet BAHÇECİ

SELDA UYGUR RÖPORTAJI – BÖLÜM 1

novelius edebiyat Bilgi Yayınevi‘nin kıymetli yazarlarından Doç.Dr. Selda Uygur’la Kadıköy Kitap Fuarı’nda bir araya gelme fırsatı bulduk. İmza gününde ziyaret ettiğimiz değerli hocamızla keyif dolu birkaç saat geçirdik ve hem ödüllü ilk romanı Babalar ve Kızları ile ilgili merak ettiklerimizi hem de edebiyata dair genel sorularımızı hocamıza yönelttik. Novelius Edebiyat sitesi editörlerinin yanı sıra, Yazar Emre Bozkuş’un da katılımıyla unutulmaz bir günü geride bıraktık.

Babalar ve Kızları Eser İncelememiz İçin Lütfen Tıklayınız…

İki bölüm halinde yayımlayacağımız ve imza gününden karelerle zenginleştireceğimiz röportajımızın ilk bölümüyle sizleri baş başa bırakıyoruz. İkinci bölüm, 12 Haziran 2023 haftası, uygun bir tarihte sitemizde olacak…

Not: Röportaj, ses kaydediciden metne çevrilmiş, sözlü iletişimin doğal formunu bozmamak adına (zorunlu editeler haricinde) edite işlemine gidilmemiştir. Keyifli okumalar.

Mehmet Bahçeci: İmza günü etkinliklerinin yazarlar nezdindeki yansımasını sormak istiyorum. Nasıl bir his bu Selda Hanım? İmza günlerinin önemini sizden dinleyelim.

Selda Uygur: Beni hiç duymamış, kim olduğumu bilmiyor, ama fuara geldiğinde kitabı olan bir yazara tesadüf ediyor, belli ki edebiyat dünyasını çok takip etmeyen okurlar böyleleri ve bu okurlarla aramızda bir yazar/okur ilişkisi doğuyor. Bu tip okurlara normal şartlarda benim ulaşmam hiç mümkün değil. Ancak fuarlar gibi organizasyonlar sayesinde ulaşabiliyoruz. Bu açıdan biz yazarlar için çok değerlidir fuarlar. Bir de tanınmış yazarlar açısından da farklı bir durum var tabii. Okurlar hayallerinde canlandırdıkları yazarları kanlı canlı karşılarında gördüklerinde heyecanlanıyorlar. Şeyi örnek vereyim, ben üniversite 1. sınıfta 16-17 yaşlarındayken, Tüyap’a gidiyordum. Orada Yazar Ahmet Ümit’i görmüştüm. İlk ya da ikinci kitabı olsa gerekti. Bir Ses Böler Geceyi idi ismi yanlış hatırlamıyorsam. (Editörün Notu: Bir Sis Böler Geceyi, Ahmet Ümit'in 1994'te yayımlanan üçüncü kitabıdır) O romanını okumuştum Ahmet Ümit’in ve sonra kendisini görmek istedim fuarda. Fakat boştu masasının önü. Hiç kimse yoktu. Bomboş duruyordu. Yanına gidip boynuna sarıldım, romanınız çok güzel diye. Kız sen romanımı okudun mu? Dedi. Konuştuk tabii o gün yazarla. Şimdi bugün Ahmet Ümit burada olsa, herhalde kuyruğun sonu görünmezdi. O zaman onun ilk imza günüydü, henüz kimse tanımıyor, kimse bilmiyordu. Hani zaman geçti, ben Ahmet Ümit’in gelişimine falan şahit oldum, yani yazarlar için inanılmaz bir motivasyon oluyor fuarlar ve imza günleri. Hiç tanımadığınız birinde bir iz bırakıyorsunuz. Bu çok güzel bir keyif. Özellikle benim gibi çok popüler olmayan, tanınmayan yazarların tanıması adına çok faydalı buluyorum bu tür organizasyonları.

selda uygur

Mehmet Bahçeci: İlk imza gününüzden sonra katıldığınız imza günü etkinliklerinden de aynı keyif ve heyecanı aldınız mı?

Selda Uygur: Her defasında aynı heyecanı yaşıyorum.

Mehmet Bahçeci: İstisnasız olarak her defasında mı?

Selda Uygur: Evet.

Mehmet Bahçeci: Yani kanıksadığınız bir şey, zamanla biten bir heyecan değil bu, değil mi hocam?

Selda Uygur: Yok, hiç kanıksamıyorsunuz. Esasında demin kitabımı alan beyefendi onca stand’ın önünden geçtikten sonra neden illa benim kitabımı aldı? Yani bu bende bir hikâye oluşturuyor işte. Acaba ne düşünüyor? Acaba zihninden neler geçiyor? Az evvel kitabımı imzaladığım Çetin mesela, çok az öğretmenlik yaptığım bir öğrencimdir Çetin. İşte başka bir şeye geçtik farkındaysanız, genç arkadaşım kalkmış gelmiş, hatta yanında arkadaşını da getirmiş, bunlar çok güzel hadiseler. Hani beni çok sevdiğini bile düşündüğüm bir öğrencim değildir ama işte bir an böyle karşımda görünce şaşırdım, inanılmaz sürpriz oluyor yani. Kimin ne yapacağı belli olmuyor, uzak akrabalarım gelmişti Kartal’dan bir defasında, onları görünce de çok şaşırmıştım, sürpriz yapmışlardı. Sizi görünce de ben böyle biraz şey oldum, yani heyecanlandım. Bu çok büyük bir mutluluk.

Mehmet Bahçeci: İyi ki gelmişiz.

Selda Uygur: İyi ki gelmişsiniz. İyi ki yaşıyorum. İyi ki yazıyorum. Dostluk çok önemli ve maalesef çok çabuk unutabiliyoruz bazı değerleri. Çok üzülüyoruz, yani biz böyle yanılmışız hissine kapılıyoruz, moralimiz çok bozuluyor. Son zamanlarda deprem, seçim, şu bu derken iyice belirginleşti bu durum. Ben yazsam ne olacak, ben sanat yapsam ne olacak? Hiçbir şey iyiye gitmiyor gibi düşüncelere kapılıyoruz. Yalnız değilim, dostlar var, okumayı seven dostlarınız oluyor, insan şaşırmaya devam ediyor yani. Bütün yargılarınızdan kurtulup şaşırıyorsunuz. Bence insan her defasında aynı şeyi hisseder. Ayşe Kulin de olsam ben, yani o kadar imza gününe falan katılsam, bin kişilik imza günlerine de katılsam, hep aynı sevinç ve mutluluğu hissederdim.

mehmet bahçeci
Novelius Edebiyat olarak Bilgi Yayınevi'nin kıymetli yazarı Selda Uygur'u Kadıköy Kitap Fuarı'ndaki imza gününde ziyaret ettik.

Mehmet Bahçeci: İlk kitabınız Babalar ve Kızları’nı yazarken ki önceliğiniz neydi? Kurgu mu, konu mu, üslup mu önde geliyordu? Yoksa bunların tamamını mı mesele edinmiştiniz? Dev yazarlardan Flaubert neredeyse konusuz roman yazmak düşüncesindedir. O meşhur mektuplarında bahsetmiştir bu düşüncesinden. Düşünsenize, konu yok! Halbuki konu dediğimiz şey roman disiplininin en temel unsurlarından biridir. Fakat Flaubert gibi önemli bir edebiyatçı konuyu (belki biraz da küçümseyerek) tüm ağırlığını üsluba vrmek istiyor. Üslubu her şeyin önüne koyuyor. Kulağa çok marjinal geliyor elbette konusuz roman yazma fikri. Şöyle sorayım en iyisi: yazarlar için öncelik ne olmalı?

Selda UYGUR: “Mizahı unutmuşuz, romanda mizah da var… Okuduğum da kendi yazdığım şeyden keyif almalıyım.”

Selda Uygur: Son zamanlarda özellikle postmodern kurgu adı altında çeşitli oyunlar, şekiller falan yapılmaya başlandı. Romanların içinde bir takım yönlendirmeler, şekiller, şuradan şuraya döngü gibi değişik denemeler yapıldığını görüyorum. Ben biraz da oyunlardan çok bunaldım diyebilirim. Yani çok şekilci olmaktan bunaldım. Sait Faik’i o açıdan çok severim. Yani insanı anlatıp içten çok samimi olmayı da oyunların kurgu oyunların büyük cümlelerin peşine düşüp ben de yazarken böyle çok alengirli cümleler kurabilirdim, çok imgesel de yazabilirdim ama bir çocuk nasıl anlatıyor dedim kendime ve ben de öyle yazacağım. O samimiyetle yazacağım. Çünkü insan olmak, içimizde birikenler, sıcaklık, hepimizde olanlar ama söyleyemediklerimiz, bunları yapacağım ben. Oyun kendiliğinden geliyorsa gelsin. Kurgu oyunları da zaten metni yazarken kendiliğinden geliyor. Şunu yapmamaya çalıştım: yer yer kısa cümleler kullanacağım ama yer yer büyük, çok şiirsel cümleler yazacağım… Gördüğüm rüyaların etkileri vardır romanımda. Yani metin kendi kendini yazdırdı diyebilirim. Ve nasıl diyeyim, evet konuydu. İnsan, bir insanın büyüme çağı, o toplumda, o yıllarda ne hissederdi, hepimizin ortak bir geçmişi var çünkü. Bizi birbirimize bağlayan şeyler var. Onu anlatıp, o samimiyeti yakalamaktı derdim. Aslında içten olmaktı, samimi olmaktı. Büyük büyük bir şeylerin peşine düşmek değildi. Bu anlamda romanınızın kocaman, çok büyük olmasına gerek yok. İllaki böyle dev, büyük ve çok şaşırtıcı bir şeyler değil de bana ait duygular, bize ait duygular, taşıdığımız duygular ve unuttuğumuz duygular, böyle bir şeyler vardı aklımda. Bu tür dertlerle yazı masasının başına otururken, çok şiirsel ve atraksiyonlu bir öykü dosyam da vardı bu arada, yazdıklarımı tekrar okurken, ben bile bir tuhaf oldum. Ya ben ne yazmışım falan dedim. Bu kadar da sanat derdine düşülmez. O kadar kurgu kurgu, imge imge… Hayır öyle yazmıyorum. Öykü dosyam duruyor. Onu da seviyorum ama bu sefer böyle yazmayacağım, olabildiğince içten ve samimi yazacağım. Ve yazdıkça, geldi geldi ve o şekilde oldu yazım aşaması. Gelen tepkiler de mesela üniversiteden bir hocam, Marmara’daki dersime giren hocam, romanımı istemişti benden. Gönderdim. Derste okutuyor şimdi son sınıflara. Yani o kadar duygulandım ki, inan bunu sen olduğun için yapmıyorum, romandaki anlatım tarzını sevdim, mesela Galatasaray’ın eski futbolcusu Uğur Tütüneker geçiyor bir yerde ve geçmişte yaşadığımız, sevindiğimiz, sokağa döküldüğümüz olaylar, kimi olaylara yer vermişsin, demişti. Ama bakıyorum da hep büyük şeyler peşindeyiz. Büyük şeyler yazmak. Böyle büyük büyük şeyler anlatacağız illa. Kurgu oyunları yapacağız, ağır cümleler kuracağız. Mizahı unutmuşuz en başta. Romanda mizah da var çünkü. Ciddiyetin, trajedinin arasında gülmemizi sağlayan şeyler de var. Mizahı çok unutmuşuz ciddi olacağız diye. Hayatta böyle bir şey yani bir bir anda ağlayıp bir anda güleriz. Ama sanki çok ciddiye alıyor yazarlar. Aşırı ciddi aşırı trajik. Yıllar önce okuduğum bir cümle gelir aklıma: okumaktan hoşlandığınız şeyleri yazın, denir. Yani ben de açıkçası, okuduğumda, kendi yazdığım şeyden keyif almalıyım.

bilgi yayınevi
İmza gününden kameramıza yansıyan bir görüntü... Selda Uygur ve kitabını imzaladığı genç bir okuru.

Mehmet Bahçeci: Yazarken, yazma esnasında, bazı yerlerde cümleler aktı denir ya hani, yazmasam çıldırırdım gibi bir yerden de sorabilirdim aslında bu soruyu. Mesela hüzünlü bir bölümü yazarken, dert sahibi oldunuz mu hiç?

Selda Uygur: Ağladım. Oturup hüngür hüngür ağladım. Yani mesela çok kaptırdım kendimi akışa ve yazdıklarımı nasıl yazdığıma inanamadım. Onları ben mi yazdım diye. Ama ben de yazma rutini hiç yoktur. Pandemi de yazdım. Akşam 9-10 sularında başlayıp sabah saat 4’e değin yazıyordum. Baileys içiyordum. Yani o bana çok iyi geliyordu. Baileys içmeden yazamıyorum. Kahve fincanıyla iki shot atmak bana çok iyi geliyordu yazarken, inanılmaz rahatlatıyordu. Bir de rüya çok gördüm.

Mehmet Bahçeci: Yazdığınız dönemde mi görüyordunuz?

Selda Uygur: Yazarken de gördüm yazmadan önce de gördüm. Geçmişte gördüğüm bir rüya vardı mesela kitapta geçen. Mavi Sakal isimli bölüm. Bu bölümde yazdıklarımı tamamen rüyamda gördüm ve romanın ilgili bölümüne bu rüyayı ekledim. Mavi Sakal adında, 90’larda bir rock grubu vardı ve çok denk düştü. Yani çok acayip şeyler oluyor, işaretlere, bu tür şeylere, mistik şeylere bilmiyorum, inanır mısınız?

Mehmet Bahçeci: Yani inanmak isterim. Sinema ve romanlarda mistik ögelerle karşılaşmayı severim. İshak Zorba geldi aklıma şimdi. Babalar ve Kızları romanınızdaki dedelerden.

Selda Uygur: Evet, İbrahim Zorba’ydı ilkin yazdığımda ama sonradan adını değiştirdik. Çünkü dedemin gerçek adı İbrahim’di ve gerçek ismini kullanmamayı uygun gördük.

Mehmet Bahçeci: İshak Zorba’nın soyadı, Kazancakis’in Zorba’sından, Adındaki İshak da Onat Kutlar’ın İshak isimli meşhur öyküsünden geliyordur diye düşünmüşümdür hep. Nereden esinlenmiştiniz isim seçiminizde?

Selda Uygur: İshak öyküsünü çok severim fakat kutsal kitaplarda geçen bir isim olması ve mana olarak da gülme anlamına geldiğini bildiğimden, İshak Zorba olarak isim belirledim. Yani karakter olarak da gülen birisiydi İshak Zorba.

Mehmet Bahçeci: Evet, kitaptaki en unutulmaz, en köşeli karakterlerden biriydi gerçekten de İshak Zorba.

Selda Uygur: Bu arada o gerçek.

Mehmet Bahçeci: Gerçek mi?

Selda Uygur: Dedem, tümüyle dedem.

Mehmet Bahçeci: Karakteriyle mi?

Selda Uygur: Her şeyiyle. Dedem ölünce çok üzülüp onu anlatacağım diye söz vermiştim.

mehmet bahçeci
Emre Bozkuş, Mehmet Bahçeci, Nevin Ulusoy ve Selda Uygur...

Mehmet Bahçeci: Peki kitabınızın kahramanı da siz miydiniz yoksa?

Selda Uygur: Tamamen değil. Benden eserler var, izler taşıyor ama anlatacaklarımı abartmam gerekiyordu. Çıkış noktası Zorba dedemdi ilkin. Zorba’yı anlatmak için masanın başına oturdum ve diğerleri kendiliğinden geldi. Diğerlerini epeyce abarttım yani. Anne biraz üzülüyorsa anneyi bambaşka bir üzüntü boyutunda anlattım. Baba biraz deliriyorsa, onu tamamen deli yaptım falan gibi… Ve diğerlerini, komşuları falan kurguladım kafamda. O zamanki yaşadıklarımla şimdiki gördüklerimi birleştirdim zihnimde. Mesela o zamanlarda gördüğüm, çocukluğumdan da tanıdığım bir teyzeyi şimdiki yazlıkta tanıdığım bir teyzeyle birleştirdim. Yani karakterler herkesten bir şeyler taşıyor. Fakat kitaptaki tamamen katıksız ve gerçek olan tek karakterimiz Dede karakteridir. İshak Zorba komple gerçek.

Mehmet Bahçeci: Karabey Uygar dede vardı bir de.

Selda Uygur: O dede gerçek değil. O dede şöyle gerçek, o İshak dedenin babası. Gerçekten kitapta anlattığım gibi İstanbul’a gelmiş, gerçekten zehirlenerek ölmüş ama Bomonti Bira Fabrikası‘nı rüyamda görmüştüm. Onu orada çalıştırdım.

Mehmet Bahçeci: Evet, hatırlıyorum. Orada bir arkadaşı vardı. Kosta mıydı?

Selda Uygur: Evet, Kosta arkadaşıydı. Aslında şair bir dedem olsun istediğim için onu biraz öyle hayal ettim diyebiliriz.

bilgi yayınevi

Mehmet Bahçeci: Oralar çok keyifliydi gerçekten de. Bu arada kitabın geneli keyifliydi ama özellikle dedenin anlatıldığı yerler, hatıratları okumak ayrı bir keyifti. Ben oraları okumayı daha çok sevdim.

Selda Uygur: Herkes ısrarla Zorba dedeyi soruyor. Acaba ikinci romanda tekrar Zorba dedeyi yazacakmısn diye merak ediyorlar. İshak Zorba’nın bu kadar gerçek olması, Gazhane‘de çalışması, 1950 yılında, şu anda Gazhane’yi müze yaptılar, konserler falan yapılıyor orada, ve benim babam filan Gazhane Lojmanlarında doğmuş. Hasanpaşa’da. Ve yıllar sonra biz İstanbul’da ev bakacağımız zaman sadece orada bir ev bulabildik. Ve ilginçtir Gazhane toprağında oturuyoruz. Dedem sanki beni çağırmış gibi bir şekilde buluştuk onunla. Gazhane’nin ilk şoförlerinden biridir dedem. Anadolu’ya arabayla gaz dağıtımına gidiyormuş ve her şehirde de bir sevgilisi varmış. Çok çapkınmış. Deli gibi göbek atan, oynayan, Kazancakis‘in Zorba’sındaki Anthony Quinn‘le birebir benziyor dedem. Dedemin gerçek hâli ile Anthony Quinn fotokopi gibi aynı. Bir de durup dururken göbek atıp oynayan, deliren, çok yüksek sesle gülen, öldüğü zaman da hani bütün bir ilçe katılmış cenazesine. Her yürüdüğümde bana “Süslü” derlerdi. İşte sen Süslü’nün torunuysan gelip burada döner yiyebilirsin, oturup çay içebilirsin . Yani çok sevilen birisiydi. Cenazesi Kartal’daydı. Annem de Kartal’a insan sığmadı, öyle kalabalıktı cenazesi cenazesi diye anlatır o yılları. Bölgede o yıllarda tanınan bir simaymış Zorba dedem. Capcanlı, sıcak ve renkil bir karakter. Ve ben de vefa borcumuz olduğunu düşünürüm hep ölülere.

Mehmet Bahçeci: Hissetmiştir inşallah Zorba dede.

Selda Uygur: Evet, onları bence yaşatmamız gerekiyor ve “dedemi,” dedim, bir yaşatayım ben. Bir de pandemi döneminde şöyle bir hissiyat gelişti bende: çok iyi tanıdığımız insanların kaybını duymaya başlamıştık. Ya yarın ben de ölürsem diye düşündüm, düşünmeye başladım. Ya hastalanırsam, ya bir şey yazamadan gidersem?.. Benle birlikte tanıdığım bütün ölüler de gidecek. Madem bana bir şeyler yazabilmek gibi bir yetenek verilmiş, neden onları yazmıyorum o hâlde? Ya da neden yazmaya dedemden başlamıyorum falan diye düşündüm.

Mehmet Bahçeci: Çok benzer kaygılar gütmüşüz ilk kitapta gerçekten de.

Bu noktada hocamızın gözüne güneş vuruyor ve sandalyesini gölgeye çektikten sonra söyleşimize devam ediyoruz. Bilgi Yayınevi’nin satndına uğrayan okurları kaçırmamak telaşına da düşmüyor değiliz bir taraftan… Söyleyişimizin ikinci bölümü yine aynı keyifte, hatta daha bile keyifli bir atmosferde devam etti. Bir aksilik olmazsa bu özel röportajın ikinci ve son bölümünü 12 Haziran 2023 haftası uygun bir tarihte yayımlamayı planlıyoruz.  

11.06.2023 © Novelius Edebiyat

Özel Röportaj: Selda Uygur – Bölüm 1” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın