11.03.2023 © Novelius Edebiyat
Yazar: Uğur ÜNEN
"Her şey o kadar ezber ki! Sıradanlığı yetmiyor gibi bir de ezbere yaşamlar. Duygularımı giderek kaybediyorum. İnsanlar için tuttuğum her umut toz oluyor..."
Kasımpatı Hüznü, genel havası itibariyle büyük romancımız Oğuz Atay’ın o çok sevdiğimiz tarzını hatırlara getiriyor.
KASIMPATI HÜZNÜ
Uğur Ünen’in kaleminden…
Eve girer girmez kendini yatağa attı. Yine son damlasına kadar ruhu emilmişti. Sabahtan akşama, tükenmek bilmez bir bitkinlik hâli bedenini ele geçirmişti. Biraz dinlendikten sonra hafif toparlanır gibi oldu. Üşengeç bir şekilde ayağa kalkıp boy aynasında yüzüne baktı. “Kendime ne yapıyorum ben?..” diye geçirdi içinden. Günleri böyle mi geçecekti? Yarı ölüm hâlinde.
İçe dönük biri olduğundan yalnız olduğu yetmezmiş gibi iş hayatında da hüsran yaşıyordu. Oysa ne hayalleri vardı. Onlar tek tek yolunmuştu. Tek bir yaprak kalmıştı elinde, o da yeteneğiydi, bekleye bekleye solan. Orta yaşa ulaşmıştı. Doğrusu ona ulaşan tek şey orta yaşıydı. Mutsuzluğu yüzünde belirgin bir gölge gibi yansıyordu. Gözleri bugününe değil, malum geleceğine bakıyordu. Bu yüzden ıslak ve soğuktu. Ruhunu geçti, tenine bile ne kadar süredir dokunan bir enerji kırıntısı yoktu. Yaşıyormuş gibi yapmaktan bıkmıştı ama bu bıkkınlığını da gösteremezdi. İnsanlar başkalarının olumsuz yönlerini cımbızla çekip sündürmeye, şişirip büyütmeye bayılırlardı. Asla zayıf görünemezdi. İşte tüm bu yaşadıkları dışında bir de insancıklar adı verilen karga sürüleriyle uğraşmak zorundaydı. Bunları düşünürken gözleri kasımpatına çevrildi. Çiçeği bile kurumaya yüz tutmuştu. Bu aralar dalgın olduğu için ona gereken ihtimamı gösterememişti. Kimse benimle ilgilenmediğinde, sanırım ben de böyle kuruyordum diye aklından geçirdi. Tam o sırada telefonu çaldı. Arayan yakın arkadaşı Nilüfer’di.

“Nasıl geçti günün?”
“Hiç sorma, sence? Kısırdöngü içinde yuvarlanan bir ben bırakıyorum şuraya.”
“Yine mi aynı şeyler…”
“Ne sandın? Hayatım bir türlü büyüyüp de tam olamadı. Biliyorsun zaten.”
“Eliz, acaba biraz dışarı mı çıksak?”
“Bir kahve mi içelim diyorsun, hâlim yok inan. Yorgun hissediyorum. Kendimi şımartarak geçirebileceğim bir günü daha başkaları için heba ettim. Bunu düşünmek bile yoruyor.”
“Herkes depresyonda zaten. Bu kadar takma bence. Ben de insanlarla uğraşıyorum. Ne yapalım. Hayat bu!”
“Hayat bu mu? Biz yaşamıyoruz. Yaşadığımızı sanan hayalperestleriz. Gerçeğe düşmekten korkuyoruz.”
“Bunu bilmenin ne yararı var. Bilmemek, bu konuda düşünmemek en iyisi. Gel de ağlayan kek yapayım sana. Çikolataya ihtiyacın var gibi görünüyor.”
“Benim anlaşılmaya ihtiyacım var Nilüfer, anlaşılmak istiyorum artık.”
“Ahh ah kim istemiyor ki. Yeter bayılacağım şimdi. Her gün aynı muhabbet. Ne yapalım kaderimiz bu.”
“Bu kaderi biz mi çizdik bilemiyorum.”
Biz belirledik. Birçok seçenek vardı. Birçok yol. Birini seçtik, diğer yollar kapandı. İlerledikçe kendimizden uzaklaştık. Kendimizden uzaklaştıkça eksik kaldık. Mutsuzluk evimiz oldu. Evlerimiz keşkelerle doldu. Bir yandan yalnızlık. Daha doğrusu yalnızlığın bitmesi korkusu. Nasıl mı? O kadar yalnız kaldık, yalnızlığa alıştık ki biri çıkıp gelse ne yapacağımızı bilemeyeceğimiz için yine yalnızlığa tutunmak durumunda kalacağız. Ee bir de nerede o eski cesaret. Artık deli cesareti gibi geliyor biriyle tanışmak. Bedenim gibi kalbim de iyice hantallaştı.
“Biraz olumlu düşünelim, hadi görüşürüz yarın, öptüm.”
Telefon kapandı.
Yine karanlığına gömüldü. Bundan tuhaf bir huzur da duymaya başlamıştı. Arp ezgili bir müzik açtı. Belki notalar ruhundaki yaralara hafif hafif dokunarak üstlerini tel tel örerdi. Üşüyüp sızlamasınlar diye. Nafile…
Her şey o kadar ezber ki! Sıradanlığı yetmiyor gibi bir de ezbere yaşamlar. Duygularımı giderek kaybediyorum. İnsanlar için tuttuğum her umut toz oluyor. Güzelliğim gibi hayallerim de çürüyüp gidiyor. Durduramıyorum. Anlaşılmadan, sevilmeden yitip gitme kaygısı yine ölüm sineği gibi üzerime konmaya çalışıyor.
Farklılığın yardığı bir aralıktan kendimi bulmam gerekiyor ama farklılıklar nereye kayboldu? Bir yerlerde yaşanan hayallerim benim için ne zaman var olacak?
Kasımpatının yanına gitti ve onu suladı. Hiç olmazsa sen yaşa diye geçirdi içinden. Ruhunu en son huzur yağmuruyla kim sulamıştı hatırlamıyordu bile. Düşüncelere daldı. Birden aklına geldi. Neden şiir yazmıyordu? Aldı narin eline kalemi. Bir şeyler karaladı. Olmuyordu. Odaklanamıyordu. Kalemi bıraktı. Bari kahve yapayım kendime, sıkıntıdan balon gibi patlayacağım diye söylendi. Kahve ve çikolata ritüeli ardından bir türlü bitiremediği kitabı eline alıp okumaya başladı. Kendisi gibi kitaplar da hüzün kokuyordu.


Televizyon izlemiyordu. Kadına şiddet haberleri duymak yüreğinde yeni yaralara neden oluyor, insanlara olan inancı adamakıllı azalıyordu. Diziler ise kadınların başkaları tarafından ezilmişliği, terk edilişi ve acı çekişini vermekten henüz bıkmamışlardı.
Balkona çıktı. Evlerin ışıkları yayıldı. Sonra tek bir ışığa dönüşüp gözlerini kamaştırdılar. Evler ışıklı ama ya içleri diye sordu. Cevap bekleme alışkanlığını yıllar önce bırakmıştı zaten.
“En iyisi uyumak,” dedi. Yatağı en iyi dostuydu. Battaniyesine sarıldığında kendini güvende hissediyordu. Evi bile dıştan sarmaşıklarla sarılmışken kendini yalnızlıktan üşümüş hâlde görmek pek iç açıcı bir durum değildi. Tutunduğu her şey boşluğa yuvarlanmıştı. Başkaları kadar kendine de güvenemiyordu artık. Böyle mi gidecek? Sustu.
Rüyaya daldı. Elinde tuttuğu bir kolye yere düşüp kalp şeklini alıyor ve o şeklin ortasından dikenli bir dal çıkıp ucu tohum açarak kırmızı güle dönüşüyordu. Sonra gül kendi kendine kopuyor yere düşünce kan olup etrafa sıçrıyordu. Gürültüsüz patırtısız bir ölüm. Gülün daha koklanmadan, solmadan yitişi.
Uyanıverdi. Rüyası bile onun tarafında değildi. Gerildiği zamanlarda iştahı açılırdı. Tatlı bir şeyler arandı. Dünden kalma tarçınlı kek vardı. Ağzına bir lokma attı. Bir dıkımcık mutluluğun gerginliğini aldığı söylenemezdi. Böyle zamanlarda temizlik yapma isteği doğardı içinde. Kıyıda köşede birikmiş tozları almak için koltuğun arkasına baktı. Keşke birikmiş acıları almak için kalbinin arkasına bakabilseydi. Tozları aldı. O sırada çok önce oraya düşmüş, belki de atılmış, bir fotoğrafı fark etti. Uzanıp aldı. Adını anmak dahi istemediği eski sevgilisi. Hayallerine ruhsal şiddet uygulayan kişi. Yetmezmiş gibi bir de onu başka biriyle aldatması. Hatırladı. Umutlara ilk o zaman küsmüştü. Yutkundu. Tozlarla birlikte atılması gereken bir çöp daha. Son bir kez bakmadan onu da atıverdi.
Yarın iş vardı. Doğrusu ayakta durmaya hâli yoktu. Oysa o kadar uyumuştu. Uyku yetmiyordu. Belki de sadece uykudayken düşüncelerinden kaçabiliyordu. Gerçi rüyaları hatırladı. Orada da rahat yoktu.
Sabah uyanıp yarım ağızla kendine “Günaydın,” dedi. “Hadi hazırlan, ne duruyorsun? Geç kalıp yine azar işitme.” Makyaj yapmaya bile tenezzül etmeden hazırlandı. Üstüne ne bulduysa onu giydi. Anahtarı alıp kapıyı açtı. Sahteliklerle ve koşuşturmalarla geçecek bir gün daha onu bekliyordu. Kapıyı kapattı. Kenarlarından tozlar uçuştu. Evde yalnız kalan kasımpatı biraz daha kurumuştu.
S O N
1.Resim, Kapak Görseli, Anselm Kiefer, Let a Thousand Flowers Bloom, 1999
2.Resim, Kare Görsel, Henri Le Sidaner, The Flower Thershold, 1934
Yazar Hakkında:

Uğur Ünen, İzmir doğumlu. Küçük yaşlardan itibaren şiir ve öyküye merak sarmış, daha o zamanlardan yazma arzusuna kapılmış bir kalem erbabı. “Çürümüş” adını verdiği ilk şiir kitabı 2014 yılında, yine bir şiir kitabı olan “Vesveseli Gölgeler” ise 2022 yılında yayımlanmıştır. Şiir ve öykü türlerine ait birçok çalışmasına çeşitli edebiyat mecralarında yer verilmiştir. Kasımpatı Hüznü sitemizdeki ilk öyküsüdür.
11.03.2023 © Novelius Edebiyat
“Öykü: Kasımpatı Hüznü” üzerine 2 yorum