01.07.2022 © Novelius Edebiyat
Yayına Hazırlayan: Mehmet BAHÇECİ
Yok olmuyor. Şu senin med-cezir sevmelerin aklıma geliyor. Uzaklaşmaların, yakınlaşmaların sonra tekrar uzaklaşmaların…”
Geçti Bitti Meyhanesi, Alakarga Yayınları, Sayfa 57, Seyhan Aslan Hanotte
Duygu yüklü bir alıntıyla hafif melankolik bir girizgâh yapalım istedik. Konuğumuz, Hugoların, Dumasların, Zolaların diyarı Fransa’da yaşayan bir öykücü.
Seyhan Aslan Hanotte, edebiyatın mutfağında vakit geçirmiş bir isim. Çeşitli dergilerde öyküleriyle yer aldıktan sonra, geçtiğimiz yıl, yani 2021 senesi içerisinde, ilk öykü seçkisi, “Geçti Bitti Meyhanesi” ismiyle kitaplaştı ve Alakarga Yayınları tarafından okurların beğenisine sunuldu.
Novelius Edebiyat adına Mehmet Bahçeci:
Sayın Hanotte, 2007’den beri Fransa’da bulunuyorsunuz. Orada nasıl bir edebiyat ortamı var? Ülkemizle kıyaslama yaptığınızda, genel anlamda neler söylemek istersiniz?
Seyhan Aslan Hanotte:
Bir öykü yazarı olarak cevap vereyim. Burada öykü bizim ülkemizdeki kadar gündemde olan bir edebiyat türü değil. Olan öykü kitaplarında da genellikle novella denebilecek uzunlukta uzun öyküler yer alıyor. Romanın esas edebiyat türü olarak algılandığını çok rahat söyleyebilirim. Ayrıca öykü yayınlayan edebiyat dergileri de pek yok. Olsa da henüz ben karşılaşmadım. Genelde kitap tanıtımı, röportaj, inceleme yazıları, edebiyat tarihi konuları yer alıyor. Kurgudan ziyade edebiyat bilgi ve görgüsünü geliştirici makale ve haberler yani. Onun dışında burada da Türkiye’de olduğu gibi yazmaya ve yazım atölyelerine ilgide ciddi artış var. Sanırım Covid’in etkisiyle insanlar eve kapandıkları dönemde yazının iyileştirici ve geliştirici yönünü keşfettiler. Zaman ve mekân da uygun olunca bu anlamda bir patlama yaşandı.

Novelius:
Hedefleriniz arasında Fransız okurların kitaplığına girmek var mı? Panait Istrati gibi kimi yazarların farklı dillerde de eserler kaleme aldığını görüyoruz. Siz mesela, bir gün Fransızca bir metin kaleme alacak mısınız?
Seyhan Aslan Hanotte:
Benim için Fransızca yazmak değil de kitaplarımın Fransızcaya çevrilmesi söz konusu olabilir. Bununla ayrıca ilgilenmem, uygun bir çevirmen ya da ajans bulmam gerek ki bu da yeni bir yazar için çok kolay değil. Fransızca yazmamamın ise birçok sebebi var. Birincisi, Fransızca çok zengin ve geniş bir dil. Bu dili -üstelik edebiyat gibi üstün dil bilinci gerektiren bir dalda- layığıyla yazacak denli bilebildiğimi sanmıyorum. Ancak Fransızcadan Türkçeye rahatlıkla çevirebiliyorum (kim bilir belki bir gün çevirmen olarak bile çalışabilirim). İkinci ana sebep ise hâlâ ana dilimde düşünüyor olmam. Akıl yürütmelerim, rüyalarım, hüzünlerim vb…zihnimde kendiliğinden Türkçe diliyle ifadeye dönüşüyor. Üçüncü sebep de genel olarak memleketimin insanlarını, hallerini, oraya özgü -tabii bazıları evrensel de olsa- dertlerini yazıyorum. Bu bağlamda Türkçe yazmak çok daha anlamlı ve pratik.
Merak dediğin kıpır kıpır bir böcek. (Dijon İsimli Öyküden)
Kadın belki de diyor içinden iyi insanlar bütün dilleri biliyordur. (Dijon İsimli Öyküden)
Geçti Bitti Meyhanesi, Alakarga Yayınları, Sayfa 70, Seyhan Aslan Hanotte
Novelius:
Heykel sanatı ile de ilgilisiniz. Yazarlık ve heykeltıraşlık gibi iki farklı disiplin arasında; benzeşen, birbirlerini besleyen ya da ayrışmakta olan ne gibi özellikler yakaladınız?
Seyhan Aslan Hanotte:
Benzeşme anlamında çok net söyleyebileceğim iki şeyden biri yöntem hakkında. İkisinde de önce kabaca bir taslak kuruluyor. Sonra fazlalıklar atılıp -heykelde kil, öyküde kelime-, ekleme gerekiyorsa eklenip ince detaylara geçiliyor. Tabii ara verdiğinizde eser sürekli kafanızda dönüp durduğu için zihninizde de o yaratım süreci devam ediyor. En azından benim yöntemim böyle sanat anlamında (ki eski mesleğim olan Viroloji uzmanlığında da böyle çalışıyordum). Bu fırsatla şunu da söyleyeyim ki üslubun tamamen kişiye özgü olduğunu düşünüyorum ve bu konuda genelleme yapanları hiç anlayamıyorum. İkinci benzerlik ise; Her iki sanat dalı da bir hikâye anlatıyor. Heykellerimden birine bakıp bana kendisinde uyandırdığı duygu ve hikâyeyi anlatanlar var mesela. Bu bir sanatçı için çok büyük bir haz. Birbirlerini beslemek bağlamında ise cevabım hem evet hem hayır. Evet, çünkü sanatın herhangi bir alanında yoğunlaşınca sanat algınız, duyumunuz bileyleniyor, yaratıcılığınızda bir yoğunlaşma oluyor. Hayır çünkü, heykele yoğunlaştığım zaman yazıyı ihmal ediyorum yazıya yoğunlaşınca heykeli. Zira yaratıcılığın -en azından bende böyle- limiti var. İki alanda aynı anda çok yaratıcı olamıyorum. Enerjimi, zihnimi ve zamanımı yettiremiyorum.
Novelius:
Kitabınızın kapağında yer bulan, “Sandalın İçindeki Adam” neden o kadar üzgün ve bitkin oturmakta? Onun hikâyesi nedir? Pek çok çalışmanız içinden bu heykeli kitap kapağınıza taşıdığınıza göre sizin için farklı ve özel bir anlamı olmalı.

Seyhan Aslan Hanotte:
Kapak için iki heykel arasında kararsız kalmıştım. İkisi de kitabın iki temasından biri olan tek başınalığa çağrışım uyandıran heykellerdi. Bir türlü karar veremeyince kendisi de görsel sanat pratiği yapan, yazarlığı kadar çizimleri ve resimlerini çok özel bulduğum sevgili Faruk Duman’a danıştım. Şimdi baktığımda iyi ki sormuşum çok yerinde bir tercih oldu diye düşünüyorum. Kapaktaki heykelin mealine gelirsek; öncelikle felsefi akımlar içinde kendimi en yakın hissettiğim varoluşçu akımla ilintili bir heykel bu. Hepimiz yeryüzüne fırlatılmış ve kendi bilincimizin sınırları dahilinde yaşayan küçük adalarız bu dünyada. Önümüze konan yaşanacak bir zaman parçası var. Bu zaman parçasının sonunda da kaçınılmaz olan ölüm. Bizler bu zamanı yaşarken kendimizi de inşa ediyoruz iyi kötü. Yeryüzüne fırlatılan varlığımızı anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bunu yaparken bireysel seçimlerimiz çok önemli. Fakat öyle kurgulanmış bir dünyada yaşıyoruz ki yüzdeye vurursak, çok az insan kendi kaderini tayin etme imkanlarına sahip. Yoğun olarak kendisiyle, içindeki yol ile ilgili olmayan bir sürü saçma sapan dünya işleriyle kuşatılmışız. Kişi özgür olmayınca kendine yabancılaşıyor. Yabancılaştıkça da ne başkalarıyla ne kendisi ile gerçek ilişkiler kurabiliyor. Tam anlamıyla derinden yalnızlaşıyor, tıpkı heykeldeki adam gibi. Küreksiz. Elinden kendini kendi gibi var etme olanakları alınmış, kendini akıntıya bırakıp gidiyor. Öykülerden örnek verecek olursam; kitabın içinde bu heykele en denk düşen karakterlerden biri “Deli Şevki’nin Aynası” adlı öyküdeki Raşit karakteri. İşte o tam da böyle kendini kendi istediği gibi inşa edememiş biri. Bu arada size bir sır; ben de sanatı keşfetmeden önce kendimi yoğun olarak bu duyguların içinde hissediyordum. Sanatla tanıştıktan sonra kendime olan algım son derece değişti. Sanatla yaşamın başka bir boyutuna geçiyorsunuz. Ve orada kendi öznelliğinizi çok daha rahat yaşıyorsunuz.

Novelius:
Genellikle yazarlar yayınevlerine müracaat etse de, bazen yayınevlerinin yazarlara teklif götürdüğü durumlar da oluyor. Alakarga Yayınları ile yolunuz nasıl kesişti?
Seyhan Aslan Hanotte:
Aslında ben de diğer yeni yazarlar gibi yayınevlerine göndermiştim dosyamı. Büyük yayınevlerinden biri öykülerin yaklaşımını, duyguyu beğendiklerini fakat teknik olarak düzeltmem gereken yerleri işaret edip tekrar göndermemi istemişti. Ben de çok yetenekli bir editör olan -şimdi de çok sevdiğim arkadaşım olan- sevgili Nermin Sarıkaya ile dosyayı tekrar çalışmaya başladım. Açık söylemek gerekirse ondan çok şey öğrendim. Bu anlamda çok şanslıyım. Dosyamı düzeltirken aynı zamanda hocam Faruk Duman’ın online atölyelerine de katılıyordum. Atölye esnasında Faruk Bey hocam olarak öykülerimi beğendiğini söyleyince karşılıklı olarak çalışma isteği doğdu. Sonuçta Alakarga’dan çıktı ve de bundan çok memnunum.
Bekliyor. Bu sefer sıkışıp kaldı arada. Bir bilseler. Geriye dönemiyor. Şimdiye de varamıyor. (Bir Kırmızı Çiçekli Don İsimli Öyküden)
Geçti Bitti Meyhanesi, Alakarga Yayınları, Sayfa 18, Seyhan Aslan Hanotte
Novelius:
Bazı öykülerinizde, örneğin “Bir Kırmızı Çiçekli Don” ismini verdiğiniz öykünüzde, yoğun bir geçmişi yâd etme, yitirilip giden mazi günlerine geri dönme arzusu var. Bu aslında edebiyatı, müziği, sinemayı, kısacası sanatın pek çok dalını besleyen, insani bir yanımız. Siz de bu insani yanımızı tadında bir melankoliyle sayfalarınıza taşımayı bilmişsiniz. Bundan sonrası için konuşmak gerekirse, bu melankoli üzerinden ilerleyecek daha hacimli metinlerle okuyucularınıza sürpriz yapmanız hoş olmaz mıydı? Yoksa daha farklı temalar mı var aklınızda?
Seyhan Aslan Hanotte:
Çok teşekkürler böyle düşündüğünüz için. Tam ayağınızı bastınız desem yeridir. Geçen sene bir novella projesine başlamıştım bununla ilgili. Ben insanın içinden bakıp orada gördüğümü anlatmayı seviyorum. Bu epey insancıl olmamla ilgili bir durum. Bu bağlamda çocuk, yaşlı insan ve hayvan acılarına keskinleşmiş bir empati hissini çok yoğun hissediyorum. Misal çocuklarımın arkadaşlarına çocuklarımdan farksız bir sevecenlik ve düşüncelilikle yaklaştığım için genelde onlar tarafından çok sevilirim. Belki bu yüzden çocuk ve yaşlı insan hikâyeleri yazmayı da seviyorum. Bunu bilinçli olarak yapmıyorum. Zaten sanat daha çok bilinçaltındaki dinamiklerle icra edilen bir şey. Özetle sorunuzun cevabı evet. Kesinlikle bu minvalde daha hacimli bir projem var. Ama yavaş yazan, hatta bazen yazmaya uzun aralar veren biri olarak bu eserin ne zaman vücuda geleceğini kestiremiyorum.
Yazar olmanın ahvali, sevdiğin seni gerçeğe yakıştırmıyor. Her dediğim, hatta her yaptığım martaval. Oysa herkes tahayyül ettiğinin ucundan tutup da yaşar, geri kalana kör olduklarından habersiz. (Pazartesi Çarşamba Cuma İsimli Öyküden)
Geçti Bitti Meyhanesi, Alakarga Yayınları, Sayfa 58, Seyhan Aslan Hanotte
Novelius:
“Pazartesi Çarşamba Cuma” isimli öykünüze gelelim. Bizce kitaptaki en sağlam öykülerden biriydi. Hüseyin’i ayrı, Fevriye’yi ayrı, kendisine şiirsel mektuplarla yakarılan Reyhan’ı ayrı sevdik. Öykünün geçtiği deniz kenarındaki kasabayı herkes kendi hayal gücüyle seçsin diyerek mi ismini paylaşmadınız? Özel değilse, yazarken siz hangi kasabayı düşlemiştiniz? Bir de Fevriye karakteri gerçekte vardı değil mi? Yazar Hüseyin’in düşsel bir roman karakteri miydi diye de şüphelenmiyor değil insan.
Seyhan Aslan Hanotte:
Kesinlikle hangi kasaba olduğunun bilmiyorum. Ama dünya üzerinde de bizim ülkede de böyle kasabalar ve bu tarz kasaba hayatı olduğunu biliyoruz. Tamamen gözümü kapattığımda uzaklardan çıkıp gelen bir kasaba imgesi bu. Belki de geçmişte bulunduğum bir yerdir. Ama daha çok izlediğim filmlerden kalan bir kasaba tortusu olduğunu düşünüyorum. Kendim de şu anda bir deniz kasabası değil ama bir kır kasabasında yaşıyorum. Burada da çok bariz olmasa da kasaba yaşantısına has böyle hafif bir ölgünlük durumu var.
İkinci soruya gelince. Bu sorunun cevabı aslında okuyucuya bırakıldı bilerek. Ama benim yazarı olarak cevaplamamı istediğiniz için merakınızı gidereyim. Evet tamamen öykü kahramanı yazarın hayal gücüyle yarattığı biri Fevriye. Ve hatta belki de mektup yazdığı Reyhan da. Dikkat ederseniz hiç mektup gelmiyor Reyhan’dan. Kafasında yürüttüğü eski bir ilişkisi olabilir ya da yalnızlığını paylaştığı bir hayal kişisi. Genellikle okuyucu iyi bir kitap okuduğunda kendi gerçekliğinden bir müddet sıyrılır ve kitaptaki karakterlerin gerçekliğine girer. Onların yanı başına oturur, duygu ve düşüncelerinde dolaşır. Bu öyküde ise bambaşka bir durum var. Yazar kitabı yazarken kendi gerçekliğinden sıyrılıp kitabının içine giriyor. Kendi yarattığı karakterlerin nesnel olarak var olduğu illüzyonunda kayboluyor. Mektuptaki “Uydurdun ve inandın deyip gözlerini devirdin” cümlesi zaten yazarın yarattığı şeylerin gerçekliğine kendini kaptırma meyilline bir delalet aslında.
“Tahayyül ettiğinin ucundan tutup yaşar” cümlesi de algısı bozulmuş bu adamın tahayyül ettiklerini yaşadığına dair diğer bir ipucu.
Novelius:
Kitabınıza isim seçimini nasıl yaptınız? Yani salt kitap adının kulağa hoş gelmesi mi öncelendi, yoksa on üç öykülük kitabınızdaki en sevdiğiniz öykü “Geçti Bitti Meyhanesi” olduğu için miydi? Sahi, bizler için en sevdiğiniz üç öykünüzü belirler misiniz?
Seyhan Aslan Hanotte:
Kitap adının da kitap kapağındaki heykel gibi kararsız kaldım. Bu arada diğer bir sır; ben isim vermekte çok kötüyümdür aslında. Öykülerime bile isim verirken zorlanırım. Acaba isim vermeyi bilinçaltından gereksiz mi buluyorum. Belki de. Uzatmamak için bunun açılımını yapmayayım. Birçok isim buldum fakat kararsız kalınca editörüm Nermin Sarıkaya’nın ve hocam Faruk Duman’nın ortak seçimi olan Geçti Bitti Meyhanesi’nde karar kılındı. Güzel bir isim ve çok beğenildi. Meyhane kültürünün bizdeki otantikliğinin bunda etkisi olduğunu düşünüyorum. Bir de geçip gitsin dediğimiz bunca sorunun olduğu şu çağda bu üç kelime birbirine çok yakıştı sanırım. Yani hayır en sevdiğim öykü olduğu için değil isim güzel geldiği için seçildi.
En sevdiğim üç öyküye gelince. Ne zor soru bu. Korkarım cevabı yok. Hepsi zihnimde doğdu, yazılmaları gerekliydi ve yazıldılar. Hepsi içime sinen, sevdiğim öyküler. Ama biçim, tarz olarak farklı bulduğum en azından sadece bu anlamda değeri bilinmesini istediğim öyküleri saymak isterim; Reyhan’nın Tülleri (bir delinin zihninden yazılmış), Damla (aslında en hüzünlü öykülerimden biri olduğunun düşünüyorum), Sinek (ironi ile aktarılmış bir felsefi kurgu), Dijon’a Gidiyoruz ve Düğün (Çok aşina olduğumuz iki klasik konunun dil farklılığı ile nasıl derinleştirileceğine dair örnekler. )
Ah bilseler insan içinde düğüm düğüm ukdelerle mutsuz olunca mutlu kılamaz kimseyi. (Deli Şevki’nin Aynası Öyküsü)
Geçti Bitti Meyhanesi, Alakarga Yayınları, Sayfa 33, Seyhan Aslan Hanotte
Novelius:
Yerli ve yabancı yazarlardan takip ettikleriniz, severek okuduklarınız kimler? Ve siz de iz bırakan, mutlaka okuyun diyeceğiniz üç eseri bizlerle paylaşmanız mümkün mü?
Seyhan Aslan Hanotte:
Öykücü olarak 50 kuşağı Türk öykücülerinin istisnasız hepsini çok seviyor ve dönüp dönüp tekrar okuyorum. Çağdaşım yazarların hepsini okuyamadım ama Ahmet Büke, Faruk Duman beni tarz olarak etkileyen iki önemli yazar. Bunun dışında yabancı yazar olarak ; Cortazar, Kafka (onun yetkinliğinde bir sembolist yazar olabilmeyi ne çok isterdim) , Calvino, Buzzati,Roald Dahl, Elena Ferrante, Carry Davies, Etgar Keret ve bir tek kitabını okuyup çarpıldığım Tarjei Vesaar ve Guillorma Rosales gibi bir çok yazar.
Aslında ben hiç kitap ya da yazar önerirken biraz çekiniyorum (ama kesinlikle yapılması gerekli bu kitap bolluğunda). Zira beğeni çok öznel bir şey. Herkesin geçmişten getirdikleri, duyarlılıkları, önem verdikleri, algısının ve duyumunun yakaladıkları farklı. Misal ben dil ve biçimin ustalığından çok etkileniyorum. Belki de görsel sanatlarla ilgili olduğum için. Dilin, farklı tarzın, özgünlüğün ben de yarattığı etki çok güzel bir melodiyi dinlediğimdeki etkiye, hazza çok benzer. Bu anlamda benim gibi olanlara Onat Kutlar’ın İshak, Tarjei Vaesaas’ın Buz Sarayı, Etgar Keret’in Buzdolabının Üstündeki Kız adlı kitaplarını öneririm
Novelius:
Yazma heveslisi genç arkadaşlara neler önermek istersiniz?
Seyhan Aslan Hanotte:
Çok uzun ve hiç bitmeyecek bir öğrenme sürecinin başında olduklarını bilsinler. Kendi yazarlarını yani kendi öğretmenlerini bulup onların kitaplarından derin okumalar yaparak nasıl yazdıklarını çözümlesinler. Her zaman yazamasalar da yazdıkları dönemlerde belli bir çalışma yöntemi, disiplini oluştursunlar ki zihinleri doğru şekilde yazıya kanalize olabilsin.
Novelius:
Hem röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz hem de tüm sorularımızı içtenlikle yanıtladığınız için en kalbi teşekkürlerimizi sunuyoruz…
Son olarak okurlarınıza ve sevenlerinize iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Seyhan Aslan Hanotte:
Ben çok teşekkür ederim güzel sorularınız için. Mesajım ve belki de biricik isteğim lütfen insanlığa ve edebiyata katkıda bulunabileceğini düşündükleri yazarlardan ve kitaplardan başkalarına da bahsetsinler. Zira çok yoğun bir yazar ve kitap trafiği var. Bu toz bulutunun içinde kaybolmaması gerekenler kaybolmasın. Ben de kendi adıma kaliteli bulduklarımı elimden geldiğince çevreme aktarıyorum. Altını çiziyorum burada kıstas kitabın ya da yazarın zevkime uyması değil, edebi düzeyidir.
Dudaklarının tam kenarında, yeşil gözlerinin içinde bir şeyler, bir ışık, ışığın içinde bir girdap, başım döner durur, o konuşur… Hep gelsin, hep başım dönsün fır fır. Ne olur.
Geçti Bitti Meyhanesi, Alakarga Yayınları, Sayfa 60, Seyhan Aslan Hanotte
01.07.2022 © Novelius Edebiyat
“Seyhan Aslan Hanotte Röportajı” üzerine bir yorum