10.06.2023 © Novelius Edebiyat
Yazar: Ahmet CENGİL
Öykü: Zuhure, Ahmet Cengil
“Bilmiyordu başkaldırabileceğini; baskıyı, zorbalığı yaşamın doğal bir ögesi bellemişti.”
Pınar Kür, Asılacak Kadın
Dış kapının eşiğine ayak basmak… El mecbur. Bağırış çağırış içindeki hayvancağızı otlağa götürmek, memeleri süt; çıkınları yağ, peynir, çökelekle doldurmak, kuruyan gözyaşlarını yeşertmek ve küçük torunun mide gurultusunu dindirmek gerek. O bakışlara, tekrarı bitmez, sonu gelmez dik bakışlara, bıyık burmalara, bıyık altı gülmelere, çatık kaşlara, göz kaçırmalara, yol değiştirmelere katlanmak ve içini parçalayan, yüreğini delip geçen haykırışlara karşı koymak mecburiyeti…
Pute’yi çok severdi. Doğrusu şimdi de seviyordu, bunca sıkıntının bunca tasanın arasında. Kocabaşını kollarının arasına alarak göğsüne bastırıyor, ona anlatıyor, ona dert yanıyor, gözyaşlarını onun kahverengi beyaz derisine akıtıyordu. Fakat hiç bu kadar da nefret etmemişti Pute’den. Onu köy meydanından geçmeye zorlayan mölemesinden, sokakta ağır ağır ilerlettiği koca toynaklarından, salladığı kuyruğundan, şişkin memesinden, parlak kahverengi beyaz derisinden, uzun çift boynuzundan, hepsinden, her şeyinden… Bir o kadar da kendinden, torununa bir damla süt veremediği memesinden, kuruyan göz pınarlarından, guruldayan midesinden… “Ah! Keşke,” diyordu. “Mide denen şu ince et torbasını taşımasaydım. Kesip atsaydım. Geline saplanan bıçak… Keşke, keşke…”
Nafileydi keşkeleri, sitemi, kadere lanetleri. Yine nasırlı elleriyle sarılacaktı Pute’nin yularını çekiştiren urgana. Ve yine o dermansız ayakların izini takip edecekti koca hayvanın toynakları. Çıkacaktı sokağa, geçecekti köy meydanından. Kulak tıkayacaktı, göz yumacaktı. Yaşamaktı bu… Yaşamak, nefes alıp vermek…
Torununu kundağa sarıp sırtına bağladıktan sonra ahıra doğru yürüdü. Ahırdan aldığı Pute’yi güçlükle açtığı tahta avlu kapısından çıkarınca, avluyu çepeçevre saran kavakların gölgesinde pek gözükmeyen Pute’nin ıslak gübreye bulanmış, yapış yapış gövdesi sokağı aydınlatan ikindi güneşiyle birlikte görünür olmuştu. Ahırdaki ıslak gübreyi çıkarmayalı, Pute’ye tımar yapmayalı epey geçmiş olmalıydı. Bu sıralar gözünün Pute’yi gördüğü de yoktu ya, küçük torun süt beklerdi. “Otlanırken en azından memesini temizleyeyim,” diye düşündü.

Köyün cumbalı evlerle kaplı, arnavut taşlarla döşeli sokaklarında, eli urganda başı önde ilerliyor, üflesen düşecek, açsan kırılıp dökülecek cam pencerelerin ardında onu seyredip kınayan bir çift göz, bir parmak sallayışı görecek gibi oluyor, başını yerden kaldırmaya cesaret edemiyordu. Sokağın sonundaki, taş duvarlarla örülü evin dibinde misket oynayan, oynarken de birbirlerine fısıldayan iki çocuk gördü. Yanlarından geçerken ne dediklerini duymamıştı ama kendisinden bahsedildiğinden, isminin başına kahpe, fahişe ya da orospu konduğundan hiç mi hiç şüphe etmiyordu. “Hızlı gidelim Pute,” dedi sessizce. “Benim yüzümden adın kancığa çıkacak.”
Çocukların önünden geçtikten sonra açık avlusunda odun kıran Muhtar’ı gördü. Başını kaldıracak değildi ancak istemli istemsiz sesin geldiği yeri aradı gözleri. Sonra da kütüğe saplanmış mıh gibi çakılı kaldı bakışları Muhtar’ın elindeki balyoza. Eli ayağı döküldü. Gözleri doldu. Havsalası birkaç rakam ikram etmişti ona. Ve ateşin düştüğü kâğıdı yakmadığı bir mahkeme tutanağı düşmüştü hatırına. “Yapılan Adli Tıp İncelemesi neticesinde olay mahalline 2 km uzaklıktaki ormanlık alanda atılı vaziyette bulunan, 16 cm uzunluğunda ve 12 cm genişliğinde çelik alaşımlı, 120 cm ahşap saplı balyozun baş kısmındaki kan ile maktul Halis G.’den alınan kan örneklerinin uyuştuğu, yine yapılan incelemeler neticesinde maktulün dışarı fırlayan sol gözünün aynı balyoz darbesiyle…”
Gözü yaşlı kadına, “Buyur Zuhure Bacı,” diye seslenen Muhtar, o can yakan resmi hatıraya bir virgül bıraktı. Kadın, nemli gözlerini Muhtar’ın avuçları arasındaki balyozdan ayırarak, “Kolay gelsin Muhtar,” dedi ve ayrıldı oradan. Yine acıyı içe gömmek düşmüştü bahtına.
“Ne diyecektim Muhtar’a? Evimi ocağımı yaktıkları yetmez, bir de kahpe diyorlar bana. Ben kahpe değilim. Böyle mi diyecektim? Muhtar, ‘Olur mu hiç bacım, olur mu? Kimse böyle demez, bilmez miyiz seni?’ derdi herhalde. Tıpkı o domuzun soyu gibi. ‘Olur mu hiç, olur mu Zuhure Bacım? Ağırıma gidiyor. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez. Beyine, gelinine, torununa, çocuklarına tövbe haşa nasıl kıyarız biz? Hem de dünya malı için? Zaten ciğerimiz yanar, bir de mapus damlarında yanmayalım.’ Ah ah! Nasıl kandım o domuz oğlu domuza. Nasıl da dedim, Hâkim Bey suçladıkların bizim aile dostumuzdur. Bunlardan bize zarar değil gelse gelse yarar gelir diye. Hâkim de bana demez mi, ‘Kadın, senin mi gönlün bu adama düştü yoksa onunki mi sana? Altınlar bunların evinden çıktı,’ diye. Kaldım. Kalakaldım. Donup durdum öylece, bir şeycik diyemedim. Diyemedim ki, ocağımı ateşe verdiler, yetmedi kandırdılar, o da yetmemiş olacak ki Hâkim Bey, ilk işin namusuma laf etmek oldu diye. Diyemedim işte diyemedim. Susup oturmayı, hakkını savunmamayı edep diye öğretmişler, boyun eğmeyi hayâ belletmişler. En yüksek makamı edebiyle kocasına hizmet etmek, en zelil mevkii erkeklere yan gözle bakmak yani orospuluk diye göstermişler.”
Düşüne düşüne köy meydanına kadar gelmişti. Önceleri hep meydanın bir ucundaki söğüt ağacının yanından geçerdi. O ikindi vaktiyse meydanın diğer bir ucundan, çınar ağacının gölgesinde tahta sandalyelere kaykılmış çaylarını yudumlayan köy kahvesinin müdavimlerinin önünden geçmişti. Aldırmamıştı o bakışlara, homurdanmalara. Daha az umursamıştı sararmış bıyıkların altındaki dudak hareketlerini, daha az eğmişti sırtını ve daha dik tutmuştu başını. Cümle âleme beni yıkamazsınız demek istiyordu sanki. Şimdi hiçbiri, Zuhure Bacım bir ihtiyacın var mı, diye soramazdı. İnsanoğlu birbirine ihtiyaç duyardı da, dul Zuhure’nin ihtiyaç duyması farz mıydı?
Tespih çekenlerin, gazoz içenlerin, nargile tüttürenlerin şaşkın bakışları arasında köy meydanından geçtikten sonra susayan Pute, Zuhure’yi çeşmenin önündeki yalağa doğru çekiştirmeye başlayınca Zuhure’nin kulağında Halis’in yanık sesi yankılandı.
Çeşmenin başına bir güzel inmiş
Eğilmiş zülfünü suya düşürmüş
Halis’in dudaklarından duyduğu bu ilk sözcükler, aynı zamanda heyecandan kalbini sıkıştıran ilk mısraydı. Halis’im dedi özlemle. Yutkundu. Belki Halis’in hatırasına saygısından belki de acısından eğdi başını, çömeldi yere. Elindeki urganı çekiştirip duran Pute’ye baktı sonra. Kuyruğuyla üzerindeki sinekleri kovmaya çalışını seyretti. Ağız şapırdatmasının, diliyle çenesini yalamasının ve boğazından inen suyun çıkardığı lakır lukur sesin çeşmeden akan suyun sesine karışmasına kulak verdi. Pute yine çeşme önünde böyle kana kana su içerken almıştı o kara haberi. Kendini paralamış, göğsüne vura vura neredeyse kaburgalarını kırmış, delice ağıt yakmıştı.
Susadılar kana
İçtiler kanımı kana kana
“Babaanne! Babaanne!”
Zuhure’nin okuldan çıkan diğer torunu Nisa uzaktan koşa koşa geliyordu. Zuhure başını hafif çeşmeye dönüp Nisa’ya belli etmeden gözyaşlarını sildi. Nisa yanına gelince, “Nerede kaldın? Geciktin biraz,” dedi hüznünü gizlemeye çalışarak.
Nisa, “Çıkışta biraz öğretmenimle konuştuk da,” dedi, nefes nefese.
“Ya, ne konuştunuz bakalım?” diye sordu Zuhure, meraklı olduğu hissini verme arzusuyla.
Nisa biraz çekingen biraz da istekliydi konuşmaya, “Şey… Babaanne, öğretmenler hep doğru mu söyler?” diye sordu, kocaman meraklı gözlerini Babaannesine dikerek.
“Niye sordun ki?”
“Öğretmenim senin için maşallah erkek gibi kadın dedi de. Yani çok güçlüymüşsün sen. Hem analık hem babalık yaparmışsın.”
Henüz kuruyan yanaklarını bir daha ıslatmamak için zor tuttu gözlerini Zuhure. Bağrına bastı Nisa’yı. Gözlerini kapayıp torununun başına bir öpücük kondurdu ve içine derin bir nefes çekti. Ardından Nisa’nın gözlerine tebessümle bakarak konuşmaya başladı.
“Bana neden babaanne dediğini biliyor musun? Çünkü ben hem baban, hem de annenim. Ama öğretmenin bir şeyi yanlış söylemiş. Erkek gibi kadın değil, güçlü bir kadınım. Hem de çok güçlü.”
S O N
Resim 1, Kapak Görseli, Pierre Auguste Renoir, Landscape with Figures, 1919
Resim 2, Kare Görsel, Camille Pissaro, Paysanne Gouache, Private Collection
Yazar Hakkında
Ahmet Cengil, 1993 yılında Elazığ’da doğdu. 2016 yılında İnönü Üniversitesi PDR’den mezun oldu. 2021 yılından itibaren çeşitli edebiyat yarışmalarına katılarak bazı ödüllere değer görüldü. Öyküleri Edebiyat Haber ve İshak Edebiyat internet sitelerinde yayımlandı. 2022 yılında katıldığı Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri Yarışması‘nda, öykü dosyası, seçici kurulun tartışmaya açtığı sekiz dosyadan biri oldu.
Ödülleri:
2021 Efeler Belediyesi “Kadın” Temalı Öykü Yarışması, Mansiyon Ödülü
2022 33. Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması, Birincilik Ödülü
2022 Bursa BB İpek Şehir Öykü Yarışması, Mansiyon Ödülü
2023 6. Güzel Ordu Öykü Yarışması, Birincilik Ödülü
10.06.2023 © Novelius Edebiyat