ahmet furkan demir

Öykü: Yaşayan Ölüler

01.11.2022 © Novelius Edebiyat

Yazan: Ahmet Furkan DEMİR

Yayına Hazırlayan: Mehmet BAHÇECİ

Yaşayan Ölüler

Kuşların ağaç yaprakları altına saklandığı, insanların gölgelere hapsolduğu, asfalttan buhar kalkan kavurucu sıcak bir gündü. İçimi mütemadiyen saran sıkıntı yine nüksetmişti. Kalbimde bir sancı vardı. Sanki göğüs kafesi kemiklerim sivrilmiş, kalbime baskı yapıyordu. Dışarısı çok sıcaktı ve aslında gidecek bir yerim, konuşacağım bir insan yoktu. Ekseriyetle ziyaretine gittiğim, zaman zaman uzun süre oturup düşündüğüm bir mezarlık vardı. Yine oraya gitmeye karar verdim.

Mezarlıklar öyle yerlerdir ki içinde yüzlerce insan olmasına rağmen duyulan tek şey kuş sesleridir. İnsana huzur veren bu ses sanki derin bir manaya şamil olup bir şeyler anlatmak istiyor gibidir. Dışarıdaki insan sesleri, kulak tırmalayan otomobil sesleri, kafelerden gelen itici müzik sesleri… Hepsi mezarlığa girildiği anda son bulur. Sanki arada bir geçit var da bir boyuttan başka bir boyuta geçiyormuş hissi oluşur insanda. Genelde buralar sessiz ve sakin olur, sadece ölü insanların olduğu mezarlıklara diriler de pek uğramaz. Kim bilir, belki ölüden korktukları için, belki de ölümden korktukları için.

Üzerimdeki pejmürde kıyafetleri çıkarıp, temiz ve ütülü elbiselerimi giymek üzere dolaptan çıkardım. Hava çok sıcaktı, bir gömlek ve altına bir pantolon giydim. Eski bir kokucudan aldığım karışık açık esansı da üzerime serpiştirip çıkmadan önce son bir kez aynadan kendime baktım, ne de olsa yüzlerce insanla görüşecektim ölü olsalar bile…

Ahmet Furkan Demir’in kaleminden: “YAŞAYAN ÖLÜLER”

Evden çıkıp yola koyulmaya başladım. Ara sokaklardan geçerek ana yola indim. Ara yola inmemle birlikte gürültüler yükselmeye başladı. Arabalardan çıkan son ses müzikler, kafelerden gelen müzik sesleri ile birleşmiş, insan ve motor seslerini absorbe etmişti. Ana cadde üzerinde hızlı hızlı yürüyen ve yüzlerinde bir telaş yansıması olan insanlara baktım. Herkes bir yere yetişme çabası içinde hareket ediyordu. İnsanlar o kalabalıkta dahi konuşmaktan geri durmuyor, birbirlerini duyabilmek için de bağırarak muhabbet ediyorlardı. Olduğum yerde durup insanları hayretle izlemeye başladım. Kalabalıkta olunca nükseden baş ağrım yine oluşmaya başladı. Olduğum yerde etrafa bakıp adeta hipnoz olmuştum. Telaşla yürüyen insanlar birer birer bana çarpınca kendime gelip yürümeye devam ettim.

Duyulduklarını zanneden gençler, yolun kenarına oturmuş -sanki yeterince ses yokmuş gibi- her üç yüz metrede bir, enstrüman eşliğinde şarkılar söylüyorlardı. Bu gençleri dinlemek isteyenler yanlarında halka oluşturup bir müddet duruyorlardı. Dinlemek istemeyenlerse, birkaç saniye zorla dinledikten sonra devam ediyorlardı.

Mezarlık evime çok uzak değildi lakin hava çok sıcak olduğu için otobüsle gitmenin daha doğru olacağını düşündüm. Az ilerdeki durağa yanaştım. Büyük bir kalabalık durağın gölge olan kısmına sıkış tıkış doluşmuş otobüs bekliyorlardı. Güneşte terlemeyi o kalabalıkta boğulmaya tercih edip beklemeye koyuldum. Az sonra otobüs geldi ama otobüsün içine bakınca bile ruhum daraldı, başımdaki ağrı beni uyarmaya başladı. Otobüsün içi tıklım tıklım doluydu. Kapı açılır açılmaz insanlar, karıncaların yuvalarına girerken birbirlerini ezdiği ve birbirlerine çarptığı gibi otobüse girmeye çalıştılar. Bu nahoş manzarayı görmezden gelerek yürümeye devam ettim. Daha az gürültülü ara sokakların gölgeliklerden kıvrıla kıvrıla mezarlığa doğru ilerliyordum. Girdiğim sokakta evler müstakildi ve birçoğu da metruk durumdaydı. Yaşlı bir amca gözüme ilişti. Kapısının önündeki gölgeliğe seccadesini sermiş namaz kılıyordu. Uzun kollu beyaz bir gömlek ve altına da oldukça geniş gri renkli bir kumaş pantolon giymişti. Beli bükülmüş, saç ve sakalları ağarmıştı. Bir adım dahi atacak takati yok gibi duruyordu ama yine de ağır hareketlerle de olsa namazına büyük bir dikkat ve çabayla devam ediyordu.

Nihayet mezarlığa varmıştım. Bir müddetliğine de olsa, bu baş dönmesinden kurtulup huzurlu ve sessiz bir ortamda zararsız insanlarla hasbihal edecektim. Bir an aklıma babamın bana küçükken söylediği:

“Ölülerden zarar gelmez oğlum en güvenli yer mezarlıklardır,” sözü geldi. Hakikaten de öyleydi. İnsan bunu, insanlardan zarar görünce daha iyi anlıyor. Sağ ayakla içeri girerken, aynı anda hafif yüksek bir sesle:

“Esselamü Aleyküm Ya Ehlel Kubur,” diyerek içeri girdim.

Daha ilk adımda dahi sanki başka bir boyuta geçtiğimi, az önce kafamı bir fare gibi kemiren seslerin bir anda yok olduğunu fark ettim. İlk olarak içeri şöyle bir baktım tahmin ettiğim gibi hiçbir diri yoktu.

YAŞAYAN ÖLÜLER

Gözü yolda olan ölülerin yakınlarını beklediğini hisseder gibi oldum ama etrafta sadece ben vardım. Ölen insanlar dirileri unutmazken, dirilerin ölüleri unutması ne kadar da acı bir durum. İnsanlık bu mu dedim kendi kendime. Yaşamak bu mu?  Aslında bizler ölmüştük, ölenler ise yaşıyordu.

Mezarların aralarından geçerken gözümün önüne vefat eden yakınlarımın simaları geliyordu. Yaşadıkları esnada iyi insanlar olduklarını biliyordum ama şimdi dönüp bakınca, aslında iyi değil çok iyi insanlarmış diyorum. Bilhassa eski insanlar gözümün önüne geliyor, sesleri kulaklarımın içinde titreşiyordu. Bakışları kirpiklerimi aşıp gözümde canlanıyordu. Duruşları bir hayal gibi önümde duruyordu. Belki de ölerek doğru olanı yaptılar. Zaten ne onlar bu çağın kiri içinde yaşayabilirdi ne de bu çağ onların temizliğini kaldırabilirdi.

Mezarlar arasında yürümeye devam ederken her zamanki âdetim üzerine mezar taşlarını okumaya başladım. İlk baktığım mezar taşı bana direkt olarak ölümün zamansız olduğunu söyledi. Mezar Mert adında bir çocuğa aitti. Doğum tarihi 06.07.2007’idi. Ölüm tarihi ise 22.01.2010’du. Üç yaşını dahi doldurmadan ebediyete uçan bir melek. Anne, babasını bile hatırlamadan cennete göçen bir melek. Küçücük mezarının üzerine bırakılmış iki küçük rüzgârgülü ve ağaca bağlanmış sönük bir balon içimi parçalamaya yetmişti. Kim bilir, belki de annesi oğlu oynasın diye bırakmıştı.

Hemen yan tarafımda büyük bir mezar gözüme ilişti Nedim adında biri yatıyordu burada. 01.01.1940 tarihinde doğmuş ve 10.02.2015 tarihinde vefat etmişti. Belli ki eski insanlardandı… Mezarı çok heybetli duruyordu ve ruhunun heybeti adeta mezarına yansımıştı. Yaşamı boyunca ne güzel dostlukları olmuştur. Nice anıları: nice güzel, nice kederli günleri olmuştur. Nice zorluklar çekmiş, nice yokluklar görmüştür. Nice insanlar ardından hayır duası okumuştur. Önemli olan da bu değil miydi?  Yaşama veda ederken ardından birkaç güzel dost, hayır duası edecek birkaç kişi bırakmak… Öldükten sonra seni hatırlayan insanların olması, seni hatırlayan insanların yüzünde özlem dolu bir gülümseme oluşması…

Düşüncelerime devam ederken, ayak sesleri duymaya başladım. İkindi namazına müteakiben bir mevta gömülecekti herhalde. Kalabalık bir cemaat bana doğru yaklaşıyordu. Hemen kalabalığa dahil olup cenazeye katıldım. Ölen er kişiydi. Mezarının yanı çelenkler ve çiçeklerle doluydu. Çevresinde adeta bir insan seli vardı, belli ki yaşamında çok önemli bir adamdı. Yanımda fısır fısır konuşan bir gruptan mevtanın ünlü bir iş adamı ve eski bir parlamenter olduğunu öğrendim. Gazeteciler kameraları ile fotoğraf çekiyorlardı. İnsanlar ağırlıklı olarak siyah takım giymiş ve siyah gözlük takmıştı. Acaba cenazeye gelen bu insan selinden kaçı içinden gelerek, evvela Allah rızasını gözettiği için gelmişti? Acaba namaz esnasında hoca efendinin sorusuna “Helal olsun!” diyen bu kalabalıktan kaçı bu mevta için gerçekten iyi şeyler düşünüyordu. Mevta gömülmek için hazırlanırken, grup grup bekleyen insanlar kendi aralarında futbol, siyaset, ekonomi gibi dünyevi konuları konuşuyorlardı. Mevta mezara koyulup üstüne toprak atılınca, kendi kendime düşünmeye başladım. Ölen kişi çok zengin bir iş adamı ve eski bir parlamenterdi. O kadar malı mülkü vardı. O kadar siyasi gücü, azameti vardı ama tüm bunlar onun ölümüne engel olmadı, dahası hiç biri ahiret için işine yaramadı çünkü her şeyi dünyada bıraktı. Acaba yaşarken cömert biri miydi, parasını hayır amaçlı kullanır mıydı?  Siyasi gücünü iyi emellerle mi kullanırdı? Kim bilir belki iyi bir insandı, belki de zalimdi, ama tek gerçek dünyanın onun için de geçici olduğuydu.

Mevta gömüldükten sonra o muazzam kalabalık, bir anda, çabuk adımlarla yok olmaya başladı. Mezarının başında sadece dua okuyan hoca ve ağlayan bir kadın kaldı. Diğer insanlar hiçbir şey olmamış gibi koşar adımlarla arabalarına binip gittiler. Az önce sadece orada görünmek için gelen insanlar ne mevtaya üzülmüş ne de yakınlarına sabır dilemişti. Bir müddet sonra hoca efendi de duasını bitirip ayrıldı. Ağlamaya devam eden kadın bir müddet daha ağladıktan sonra kendisini bekleyen arabaya binip gitti. Ölen kişi yalnız kalmıştı. İşte dünya böyle bir yer dedim kendi kendime. Hani bu insanın dostları, hani arkadaşları, hani peşinde dolaşıp onu yücelten insanlar, hani ailesi…

İşte dünya böyle bir yerdi. İnsanlar sizi sağladığınız faydalar için severdi ve bilirlerdi ki bir ölüden kimseye fayda gelmez.

Sizin için seçtiğimiz kitap önerilerimize bu linkten göz atabilirsiniz…

Yazar Hakkında:

Ahmete Furkan Demir
Ahmet Furkan DEMİR

novelius Ahmet Furkan DEMİR, sıcak bir haziran günü, tam olarak söylemek gerekirse, 07.06.2001 Tarihinde Şanlıurfa’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini doğduğu şehirde tamamladı. Hâlen Kayseri Erciyes Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi’nin Harita Mühendisliği bölümünde yüksek öğrenimine devam etmekte ve çeşitli gazete ve dergilerde editörlük, yazarlık ve köşe yazarlığı yapmaktadır. “Yaşayan Ölüler” Sitemizde yayımlanan ilk öyküsüdür.

01.11.2022 © Novelius Edebiyat

Öykü: Yaşayan Ölüler” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın