08.04.2023 © Novelius Edebiyat
Yazar: Ayşe GÖK
Sıcak Çikolata, Ayşe Gök
Yere düşen kahverengi ve sarı kurumuş yaprakların arasında sessizce yürüyordum. Yaprakların hışırtısı ve denizden hafifçe esen iyot kokulu rüzgârın uğultusundan başka bir ses yoktu çevrede. Bu sesler, yani doğanın sesi ruhumu dinlendiriyordu. Adada olmanın verdiği bir huzur vardı içimde. Sonbaharın canlı izlerini her adımımda hissetmeme rağmen, güzel renklerini cömertçe sergileyen çiçekleri temaşa etmekten alamıyordum kendimi. Bu durum beni şaşırtmıyordu aslında. Doğum ile ölüm arasında sonsuz bir döngüde olduğumuzu hatırlayarak gülümsüyordum. Denizden esen, ılıktan soğuğa tatlı rüzgâr, yüzüme öpücüklerini çoktan kondurmuştu. Tuzlu tadını hissedebiliyordum.
Saatlerdir yürüyordum. Aslında böyle yaparak eve dönüş süremi uzatıyordum. Evde durmak beni boğuyordu. Onunla biriktirdiğimiz güzel anılarımız evin her köşesine dağılmıştı. Hava kararmaya başlayınca içimdeki huzursuzluğu daha fazla yok sayamadım. Ruhumu siyaha boyamak pahasına eve dönmeye karar verdim.
Eve girdiğimde, yine o aynı bildik hisle, boğuluyorum duygusuna kapılmaktan kendimi alamadım. Onun yokluğu tüm soğukluğuyla yüzüme çarpmaktaydı. “O gitti. Aramıza çok önceden koyduğu mesafeyi kilometrelere yayarak gitti. Beni dinlemeden, açıklama yapmama bile izin vermeden gitti…” En son kapının önünde durmuştum, sanki gitmesini engelleyebilecekmişim gibi.
Sonra benim kendimle olan kavgam başladı. Kendime kızmayı öğrendim, kendime küsmeyi… Daha çok yemek yedim. Daha çok uyumayı denedim. Yine de dolmadı içimdeki o boşluk. Aynaya bakmak istemedim bir süre çünkü kaşımın biri hep dengesizmiş gibi görünüyordu bana. Kendimi, aynadaki yansımamı beğenmez oldum. Bir selam verdim saçlarıma düşen beyazlara, onlar da çoğalmaya başlamıştı, tıpkı sessiz çığlıklarım gibi…
Varlığımı onunla bütünleştirmiştim. O giderken benim de bir tarafımı koparıp gitmişti. Belki de, bu yüzden bu kadar eksik hissediyordum. Bu, doğum yapmak gibi bir şeydi, sancılı ve bir parçanı açığa çıkaran. Acılı ve bir o kadar da varlığını yokluğuyla hissettiren… Eve girince, kendimi koltuğa bıraktım, cenin vaziyetinde uzandım. Bu en savunmasız halimin sebebini biliyordum. Birazdan başlayacak olan ağlama nöbetimin ayak sesleriydi bunlar, gözyaşımın bu kadar sıcak olduğunu böylece fark ettim. Yüzüm ve ruhum yıkanıp arınana değin ağladım. Bir an aklıma müzede gördüğüm minik gözyaşı şişeleri geldi. Vaktiyle, sevilen insanlara hediye edilen bu minik gözyaşı şişelerinin benim için ne denli yetersiz kaldıklarını düşündüm sonra. Akabinde bir gülümsemedir yayıldı yüzüme. Ve öylece uykuya teslim oldum.

Sabah penceremin önüne gelen kumruların sesiyle uyandım. Bu sevimli kuşların, onlara yem vermememe rağmen niçin penceremi seçtiklerini bilmiyordum. Zaten bana gelen ve benden gidenlerin neden böyle yaptıklarına dair en ufak bir fikre de sahip değildim.
Tüm bunları düşünürken, mahallenin çocuklarının, dışarıda, evimin önünde toplandıklarını gördüm. Beni rahatlatan bir diğer şey de penceremden çocukları izlemekti.
Kendime sade bir kahve yapıp annemin sarı yağ tenekelerine diktiği fuşya rengi karanfillerin olduğu penceremin önüne geçip oturdum. Çocuklar bugün saklambaç ile başladılar oyuna, saklanmak nedense çocuklara çok eğlenceli geliyor. Tam bir ay olmuştu o gideli ne arıyor ne de soruyordu. Belli ki, o da saklambaç oynamak istiyordu. Lakin benim oyun oynayacak gücüm kalmamıştı. Olması gerektiğinden fazlasını da istememiştim hiçbir zaman, beni sevdiğini hissettirseydi, bununla da yetinebilirdim ama olmadı işte…
İç sesim sürekli bağıra çağıra ondan taraf oluyordu ve bu durum fena halde canımı sıkıyordu. Kendimle kavgam da bu yüzdendi zaten. Şimdi kendimi onun yokluğuna mı alıştırmalıydım, yoksa bir gün geri gelecek umuduyla mı yaşamalıydım? İşte beynimi yiyip bitiren sorulardan biri de buydu. Eminim ki, o da, bana ne kadar zarar verdiğini biliyor olsaydı, beni bu kadar üzdüğü için kendini cezalandırmak isterdi. Bütün bu düşünceler kafamda öyle yoğun bir ağırlık yapmıştı ki, artık onları taşıyamıyordum. “Bunlardan kurtulmanın tek bir yolu var, o da sonsuzluğa yürümek!” Diyordu içimdeki ses. “Sonsuzluğa yürü! Sonsuzluğa!..” diye de ekliyordu. Artık bir karar vermem gerektiğini anlamıştım. Hayatın tüm ağırlığını bir kenara koymak benim elimdeydi. Bu arada saklambaç oyunu bitmiş, çocuklar çamurdan kaleler yapmaya başlamışlardı. Çeşmenin yanındaydılar. Çamurdan küçük küçük toplar yapıp, onları birleştirip, güneşin altında kurumaya bırakıyorlardı. Yarın aynı yerde görüşürüz deyip evlerine dağıldılar sonra.
Ben de mutfağa yiyecek bir şeyler bulmaya gittim. Dolapta pek bir şey kalmamıştı ve ada pazarının kurulmasına da daha iki gün vardı. En iyisi uyumak dedim ve dolabı açmışken, dolapta duran ne kadar ilaç varsa hepsini masanın üzerine koydum; sarı, turuncu, yeşil ve birçok renkte ilaç tableti sevimsizce bir araya gelmişti böylece. O kadar yorgundum ki, yorgunluğum açlığımdan fazla olduğundan, kendimi koltuğa bıraktım, elimde kumandayla uyuyakalmışım öylece.
Ertesi sabah uyanır uyanmaz: “Çocuklar geldi mi acaba,” diye düşünerek pencereden baktım. Etrafı gözledim. Çocuklardan biri koşarak geldi, gelen çocuğun adı: Can‘dı. Pembe yanaklı, zeytin gibi siyah gözleri olan zeki bir çocuktu, Can. Kahvemi alıp acaba ne yapacak, diyerek onu izlemeye koyuldum. Bu arada gözüm buzdolabından çıkarıp masaya yaydığım dünkü ilaçlara takıldı. “Bunu yapabilirim,” dedim, kendi kendime. “Zor olmamalı, hiç de zor olmamalı!”
Can yere eğildi, üst üste koyup saatlerce şekil vermek için uğraştığı çamurdan kalesini eline aldı, baktı baktı… Uzun uzun inceledi. Ve sonra birden havaya kaldırıp yere fırlattı! Kale parçalara ayrılarak un ufak oldu. Sonra mutlu bir şekilde zıplamaya ve dans etmeye başladı. Bense şaşkınlıkla onu izliyordum. Onun dağılan kalesini. Neden böyle yaptığına anlam veremiyordum.
Az sonra diğer çocuklar geldi. Onlar da çamurdan yaptıkları evlere, kalelere yenilerini eklemek için çamur toplamaya giriştiler. Çocuklara son bir güzellik yapmak istedim o vakit. Mutfağa yöneldim. Sıcak çikolata yapıp kâğıttan bardaklara koydum.
“Çocuklar, ellerinizi çeşmede yıkayıp gelin, size sürprizim var!”
Birkaç tane şekerlemeyle beraber penceremin önünde hepsini servis etmeye koyuldum. Ne de olsa onlar için yapacağım son şey olacaktı bu. Bunu düşünüp gülümsedim.
“Oleyyyy!” Diye bağırarak ellerini yıkayıp penceremin önüne geldiler. Sıcak çikolatalarını alıp afiyetle içtiler.
Merakımı gizlemeden: “Can, onca uğraşıp emek verdiğin kaleni neden bozdun?” diye sordum.
Yüzüme anlaşılmaz bir ifadeyle baktı ve: “Toprak ve çamur yeterince varken neden daha iyisini yapmayayım ki?” Dedi.
O an istemsizce gözümden bir damla yaş düştü yere. Bu küçük çocuk bana ne yapmıştı böyle? Öyle bir şey demişti ki, şimdiye kadar kimse ruhumda bu denli büyük bir tesir yaratmamıştı.
Derhal masamın üzerindeki ilaçların hepsini çöpe attım ve dışarı koşup küçük kahramanıma sarıldım.
Yüzüme şaşkınlıkla bakıp “Ne içindi bu?” dedi. “Sıcak çikolatanı içtiğin için,” dedim. Gülümsedi. O an sıcak çikolatanın kalbime aktığını hissettim.
S O N
Resim 1, Kapak Görseli, Norman Lewis, Evening Rahpsody, 1955
Resim 2, Kare Görsel, Moïse Kisling, Young Lady, 1949
Yazar Hakkında:

Ayşe Gök, Dumlupınar Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Hatay’da İngilizce Öğretmeni olarak çalışmaya devam ediyor. Kendini bildi bileli edebiyatla iç içe olan Ayşe Gök, Kostas Kortidis yönetiminde düzenlenen çevrimçi yazarlık atölyesine devam ediyor. Çeşitli öykü antolojilerinde ve edebiyat mecralarında öyküleriyle yer almış bir isim. Ayrıca çocuklar için kaleme aldığı Aren ve Siren adlı bir de çocuk masalı kitabı bulunmakta.
08.04.2023 © Novelius Edebiyat