25.11.2022 © Novelius Edebiyat
Yazan: Ahmet Furkan DEMİR
Yayına Hazırlayan: Mehmet BAHÇECİ
Ahmet Furkan DEMİR, gençlik ve yaşlılığın uyumunu naif bir dostluk üzerinden kurguluyor ve diyor ki: “İnsan; duyguları olduğu müddetçe, hissettiği müddetçe ve vefa gösterdiği müddetçe insandır.” Hayat Şarkısı, unuttuğumuz, ama aslında bizi biz yapan hasletlerimizi hatırlatan bir öykü.
Editörlüğünü keyifle üstlendiğimiz bu anlamlı çalışmayı beğeninize sunarız.
Pazar tatilimdi. Akşam suları, evde oturmuş, dalgın dalgın kanalları değiştirirken, birden telefonum çaldı. İşyerimden aranıyordum. Telefondaki ses, yarın sabah merkezdeki bir huzurevini denetlemem gerektiğini bildiriyordu.
Ertesi gün, yani pazartesi sabahı, aracımla huzurevine doğru yola çıktım. Gidiş-dönüş iki şeritli, oldukça uzun bir yolda seyrediyordum. Yol boyunca, yolun her iki tarafında konuşlu, sık ve upuzun kavak ağaçları sanki her yerde, her yerdeydiler.. Esen rüzgârla birlikte kavakların çıkardıkları hışırtıları arabanın içinden dahi duymanız mümkündü. Nihayet yolun bitiminde beyaz renkli büyük bir bina beni karşıladı. Etrafında çınar ağaçları olan beyaz renkli bina…
Arabamı, hiç de otopark sayılamayacak bir yere park ettikten sonra huzurevinin kapısına yöneldim. Sağa ve sola açılan kapılardan sağ tarafta olanı yere sabitlenmiş, sol taraftaki ise insanların geçebilmesi için açık bırakılmıştı. Açık olandan içeri girdim hemen. Girişte, danışma bankosunun arkasındaki personellere kimlik kartımı gösterip, Müdür Bey’le görüşmek istediğimi ilettim. Memurların yardımıyla da kolayca odasını buldum. Üzerinde; sarı pirinçten imal edilme, “Müdür” levhası asılı kapısını tıklattım. Kendimi takdim ettikten, sebebi ziyaretimi açıkladıktan sonra çaylarımız getirildi. Huzurevinin sıkıntıları, merkezden gönderilen yeni talimatnameler gibi birçok konu hakkında, Müdür Bey’le, ismi Levent’ti bu arada, koyu bir sohbete başlamıştık bile. Fakat görevimi bir an önce yerine getirip teftiş raporumu hazırlamak ve amirlerime tez elden teslim etmek istiyordum, bu nedenle de Levent Bey’in, bir çay daha alır mısınız, teklifini kesin bir dille reddederek, “görev beni bekler,” demek zorunda kaldım. Sonrasında, Levent Bey’le birlikte katları, koridorları ve odaları arşınlamaya başladık… Her bir huzurevi sakininin kendine ait bir odası vardı ve odaların içi de möbleliydi.

Her katta, boyuna uzun bir hol bölümü bulunuyordu. Ve bu alanların yaşlılar için çeşitli aktivitelere ayrıldığını anlatıyordu Levent Bey; “Genelde burada vakit geçiriyorlar, günlerinin büyük kısmı sohbetle, dama ve satranç gibi oyunlarla ve elbette, büyük ekran televizyonlarımızdan, haberleri seyretmekle geçiyor.”
Hole baktıktan sonra odalara doğru yöneldik. Odalar güzel ve ferahtı, pek eksiklik olduğu da söylenemezdi. Zaten bu kısmı sadece dinlenmek ve uyumak için kullanıyorlardı… Mutfak, banyo, depo, sağlık odaları derken, huzurevinin tümünü gezmiş, fotoğraflamış ve notlarımı almıştım.
Son evraksal prosodürleri tamamlamak üzere Levent Bey’le makamına geçtik. Bu işler de kısa sürede tamamdı. Artık ayrılabilirdim. Müdür Bey’in aracıma kadar eşlik etme tekliflerini kibarca reddedip odasından çıktım.
Aracıma giderken, odaların olduğu koridordan geçiyordum. Koridor boyunca duvarlara Osmanlı padişahlarının tabloları konulmuştu. Ve ekseriyetle odaların boş olduğunu gözlemliyordum, zaten huzurevinin yaşlı sakinlerinin hemen çoğu holdeydi… O sıralarda, yanından geçmekte olduğum bir odanın içine ve o odada halim selim oturmakta olan bir amcaya ilişti gözlerim. Bakakalmıştım istemsizce. İşyerine dönmem gerektiğinin bilincindeydim ama amcanın öyle heybetli bir duruşu, beni kendine çeken bir yanı vardı ki sormayın, bakıp geçmek her yiğidin harcı değildi. Gri kumaş pantolonun üzerine beyaz gömlek ve çok şık bir gri ceket giymişti. Elbiselerinin ütüsü çizgisiz kâğıt kadar düz ve pürüzsüzdü. Ayağında siyah yumurta topuk bir kundura vardı. Bir seksen santimetre boylarında, kilosu da yaklaşık olarak seksen beş, doksan kilo civarındaydı.
Gözleri kahverengi, saçları pamuk gibi bembeyaz ve geriye doğru taranmıştı. Şakak kısımları da aynı şekilde geriye doğru taralıydı. Bembeyaz sakalları; hafif uzun, çenesini ve yanaklarını kaplayacak şekildeydi. Koltuğunda oturmuş, elinde uçları kırmızılaşmış otuz üç taneli sarı bir tesbih tutuyordu. Hayır, sadece tutmuyor, çekiyordu da. Ve tesbihin çıkardığı sesler adeta bir ezgiymişçesine odaya ve oradan da hole yayılıyordu.
Dayanamayıp sordum, “Selamünaleyküm bey amca, müsait misiniz? İçeri girebilir miyim?”
Karşısında takım elbiseli, fakat onun kadar heybetli ve yakışıklı olmayan bir genç adam gören amca, asil ve kalın ses tonuyla, “Ve aleykümselam yeğenim, hoş gelin safalar getirdin,” dedi. İlerlemiş yaşına rağmen beni karşılamak için ayağa kalkmıştı.
Amcanın heybeti insanı etkilemeyecek gibi değildi. Elini öpmek için atıldım fakat gayet mütevazı bir şekilde elime vurup tokalaşmayı tercih etti. Karşısında boş duran tekli koltuğu göstererek: “Buyur yeğenim, otur böyle.” dedi. Gösterdiği yere oturdum. Odası diğer odalardan biraz daha farklıydı, ayrıca içeride daha önce hiç solumadığım güzellikte bir koku vardı. Tahminimce limon kolonyasıydı ama çok farklıydı. Aynı kokuyu elini öpmek istediğim esnada da amcanın üzerinde duyumsamıştım. Birbirine bakan iki tekli koltukta karşılıklı oturuyorduk. Onun oturduğu koltuğun arkasında tekli bir ranza vardı, ranzanın hemen solunda üç kapaklı bir çekmece, sağında ise zigon bir sehpa… Odanın sol tarafı beyaz badanalı duvardı, sağ tarafı ise iki pencereden bahçeye bakıyordu.
Koltuklarımız da bu pencerelerin yanındaydı. İki koltuk arasında dikdörtgen bir masa, iki pencere arasında da mini bir buzdolabı yer alıyordu. Amca hemen ayağa kalkıp çekmecesinden bir kutu kurabiye, mini dolabından da bir kutu süt çıkardı.
Masanın üzerine koyup: “Buyur evladım! Allah bize rızık olarak ne vermişse yiyelim.” dedi. Amcanın ikramlarını tadarken: “Nasılsınız Bey amca, iyi misiniz?” diye sordum.
“Elhamdülillah evladım, Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Siz nasılsınız?”
“Çok şükür bey amca, ben de iyiyim.”
“Sizi ilk defa görüyorum yeğenim. Hangi rüzgâr attı buralara.”
“Öylesine bir ziyaret edip sizlerin duasını almak istedim bey amca, ismim Kemal.”
“Hay Allah senden razı olsun Kemal evladım. Benim ismim de Rasim çok memnun oldum.”
” Ben de çok memnun oldum Rasim amca. Ne zamandan beri buradasınız, kiminiz kimseniz yok mu?”
“Yedi yıldır buradayım Kemal evladım. Önceleri de tek yaşardım ama malum, ihtiyarlık insanın belini büküyor, artık yemek yapamaz, bulaşık yıkayamaz oldum. Sonra buraya yerleşmeye karar verdim. Yalnızlık beni yordu, yıprattı… Evvelce böyle değildim, etrafım kalabalıktı. Dostlarım vardı, akrabalarım, arkadaşlarım… (Derin bir iç çekerek devam etti konuşmasına.) Evin yüzünü zor görür, çoğu zaman anne ve babamla sohbet dahi edemezdim. Ne yaparsın, gençlik işte… Dostluklarımız kuvvetliydi. Birbirimize itibar ederdik. Eeee, hep böyle devam edecek sanmıştım. Hiç ayrılık olmayacak, ölünceye kadar dostluklarımız devam edecek sanmıştım. Öyle aldanmıştım ki bu muhabbete ne evlenmeyi düşündüm ne de evlenecek zamanım oldu. Dostlarım evlendi tabii, eşe, çocuğa karıştılar. Bak şimdi yüzlerce insandan geriye bir ben kaldım. Bazıları hakkın rahmetine kavuşup öldü. Bazıları da yaşarken öldü.”
Rasim amcanın konuşması adeta insanı koltuğa mıhlıyor, o koltuktan kalkmak istemiyordunuz. Yalnız son cümlesi kafama takıldığı için dayanamayıp sordum: ” Rasim amca, ‘Bazıları da yaşarken öldü,’ dediniz, bu ne anlama geliyor?”
“Evladım, bazı insanlar hakkın rahmetine kavuştular. Bazıları da yaşarken öldü. Yani yaşadıklarını zannediyorlardı ama onlar birer ölüydüler sadece. Çünkü birileri onları kafalarında çoktan öldürmüştü. Bir insanın yaşaması demek; nefes alması, yiyip içmesi demek değildir. Bunları ahırdaki hayvanlar da yapıyor zaten. İnsan; duyguları olduğu müddetçe, hissettiği müddetçe ve vefa gösterdiği müddetçe insandır. Bak onca dostum, akraba ve arkadaşımdan tek biri dahi bir Allah’ın günü arayıp hâl hatır sormadı. Yıllarca yalnız kaldım. Yedi yıldır buradayım. Gelmediler… İşte bunlar sadece yaşadıklarını zannediyorlar. Şunu unutma evlat: bir insan seni kafasında öldürmüşse, sen artık yaşamıyorsundur.”
Duygulanmıştı Rasim amca. Dudakları titriyordu. Bir müddet sesiz kaldık, sonra kaldığı yerden sürdürdü konuşmasını.
“Bugüne kadar birçok mecliste, birçok insanla oturup kalktım. Ayrılacağım zaman birçoğuyla vedalaşmadım bile. Bir insan, bir yerden kimseyle vedalaşmadan ayrılıyorsa evlat, bil ki çok fena kırılmıştır.”
” Haklısınız Rasim amca, hem de çok haklısınız. Hiç mi seveniniz yoktu peki? Onca yıldır neden kimse ziyaretinize gelmedi?”
” Pek sevenim yoktur Kemal evladım.”
“Nasıl yani?.. Sizin gibi iyi ve hoşsohbet bir insan sevilmez olur mu hiç Rasim amca?”
” Sevilmek için iyi olmak yeter mi evladım? Hiç sanmam. Bu dünyada sevilmek için doğruları söylememen, herkesi memnun etmen gerekir, dürüst olmaman, nankör olman gerekir… Tüm bunları yapmaya da benim gönlüm razı olmadı. Bu zaman öyle bir zaman ki, insanların birbirine saygısı, tahammülü bile yok. İdeolojisinden dolayı, fikrinden dolayı insan insana sırt döner mi hiç? Sırf kendisi gibi düşünmüyor diye bir insanla bağ koparmak, akli selim bir insana yakışır mı? Tanıyıp sevdiğimiz birine o veya bu sebepten sır dönmek insanlığa sığar mı? Ben tüm bunları kabullenemedim, insanlar da bana sırtlarını döndü. Oysa ben herkesi kendisi olduğu için, olduğu gibi kabullendiğim için sevdim.”
“Rasim amca peki neden hiç evlenmedin?”
“Güvenemedim evladım, güvenemedim… İnsanlardan o kadar ihanet gördüm ki, güvenemedim hiç kimseye. Bir laf vardır: ‘Hep inandığımızı, sevdiğimizi, sevildiğimizi zannederiz. Oysa bu bir aldanıştır,’ diye. İşte böyle, ben de aldananlardan oldum galiba. Neyse… Beni boş ver de sen söyle bakalım, Allah’la aran nasıl?”
Konu birden değişmişti. Ne diyeceğimi bilemedim. Sesim içime kaçmıştı sanki ama yine de ürkek bir tonla:
“İyi,” dedim, “İyi.”
“Aman evladım, Allah’ı her daim hatırla. Bak bana, gençliğimde o kadar insanı ibadetimin önüne koydum, o kadar muhabbeti, eğlenceyi… Şimdi neredeler, hiçbiri yoklar… Unutma evlat! Dost dediğin, sürekli akılda olan kişidir. Bunun içindir ki, en büyük dost Allah’tır.”
Rasim amcanın her sözü beni derinden etkiliyordu. Akşama kadar kalmak isterdim ama saate bakınca çok geç olduğunu fark ettim ve Rasim amcanın müsaadesini istedim. Elini öpmek için eğildiğimde, yine hafifçe vurarak iki eliyle elimi sıktı. Ayrılırken de tekrar geleceğime dair söz verdim.

Rasim amcayla görüşeli bir hafta olmuştu, hep gitmek istiyordum ama her zamanki gibi yoğunluktan fırsat olmuyordu. Gel zaman git zaman, tam iki hafta sonra nihayet bir boşluk yaratıp uğramaya karar verdim. Yalnız bu defa eli boş gitmek olmazdı. Aklıma müzik sevebileceği geldiği için bir pikap ve birkaç da Sanat Müziği plağı aldım.
Sadece yarım saatim vardı ve hediye işlemi bu zamanı biraz daha azalttı. Rasim amcanın odasına girdiğimde, yüzünde oluşan mutluluğu tarif etmemin imkânı yok. Bu defa elini öpmeme müsaade de etmişti. Hatta o da beni alnımdan öpüyordu. Hediyesini çok beğenmişti. Müzeyyen Senar’ın sesinden “Benzemez Kimse Sana Tavrına Hayran Olayım” eseri hafif tonda çalarken, çay eşliğinde koyu bir sohbete dalmıştık…
Ayrılma vakti gelip çatmıştı. Gitmemi istemiyor gibiydi bu kez. Yüzüme baktı ve: “Yıllar sonra hem bir yeğenim hem de sohbet edeceğim, beni soran bir dostum oldu. Hakkını helal et evlat,” diyordu.
Bugüne kadar birçok arkadaşım olmuştu ama “dostum” diyebileceğim birini henüz tanımamıştım. Dostluk şarabının tadını Rasim amcada bulmuştum. Gerçekten de ne varsa eski insanlarda vardı.
***
Rasim amcaya son gidişimin üzerinden üç hafta geçmişti. Bana kızmasından korkuyordum ve böyle yapmakta da haklı olurdu. Bir buket çiçek alıp yanına gitmeye karar verdim. Coşkuyla kapısını çalıp her zamanki gibi: ” Selamünaleyküm!” dediğimde, selamım havada asılı kadı. Holde olabileceği ya da bahçeye çıkmış olabileceği aklıma gelmişti, derhal oralara da baktım, fakat yok Allah yok. Sanki yer yarılmıştı da içine girmişti. Belki de bir arkadaşının odasında laflıyordu. Belki de lafı bitmiş ve çoktan kendi odasına seğirtmişti… Onu bulabilmek ümidiyle tekrar odasına yöneldim.
Bu defa dikkatlice baktığımda, aklımdan uzaklaştırmak istediğim şeyle yüzleşmek zorundaydım. Evet, yatağı toplanmış, kişisel eşyaları da paketlenmişti. Gelen görevliye ne olup bittiğini sordum.
“Siz yakını mısınız?”
“Evet, ben yeğeniyim.”
“Maalesef, Rasim amcayı iki gün evvel kaybettik,”
İlk defa dizlerimin bedenimi taşımadığını hissettim. Olduğum yere çöktüm, sağ gözümden ağzıma doğru süzülen üç damla yaşı sol elimle sildim. Rasim amcam, ihtiyar dostum ölmüştü…
Görevli, koltuğa oturmama yardım etti ve beni teskine uğraşırken, bir yandan da bir kâğıt tutuşturdu elime. Mektuptu. Rasim amcanın bana bıraktığı bir not, daha doğrusu bir vasiyet mektubu… Elinden düşürmediği tespihini, biricik mal varlığını bana bırakmıştı. Mektubun başında da: “Beni Hayata Tekrar Bağlayan Yeğenime” yazıyordu. Göz yaşlarımı sildim ve Müdür Bey’e Rasim amcanın nereye gömüldüğünü sordum.
Merkezdeki Kimsesizler Mezarlığına gömülmüştü Rasim amca. Yadigar tespihini alıp kabristana yollandım ve biraz bakındıktan sonra mezar yerini buldum. İlk defa bir dostumu kaybetmiş, kabri başına gelmiştim. Sanki mezarı bile ayrı bir asalet taşıyordu… Az zamanda çok şey paylaştığım ihtiyar dostuma, “Ben geldim,” dedim ve bildiğim en güzel cümlelerle selamladım onu.
Rasim amcayı çok geç tanımış, onunla çok zaman geçirememiştim belki ama, ondaki maneviyat, ondaki samimiyet, bana dostluğun ne demek olduğunu öğretmişti.
Benzemez kimse sana,
Tavrına hayran olayım…
S O N
Yazar Hakkında:

Ahmet Furkan DEMİR, sıcak bir haziran günü, tam olarak söylemek gerekirse, 07.06.2001 Tarihinde Şanlıurfa’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini doğduğu şehirde tamamladı. Hâlen Kayseri Erciyes Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi’nin Harita Mühendisliği bölümünde yüksek öğrenimine devam etmekte ve çeşitli gazete ve dergilerde editörlük, yazarlık ve köşe yazarlığı yapmaktadır. Yazarın sitemizde yayımlanan diğer öyküsü, Yaşayan Ölüler‘dir.
25.11.2022 © Novelius Edebiyat
“Öykü: Hayat Şarkısı” üzerine bir yorum