Yazar: Arzu ANLAR SARAÇ
07.03.2023 © Novelius Edebiyat
Feromon Uyuşmazlığı ya da Aşortman Etkisi
Yirmi bir yaşımda başladığım çalışma hayatıma iki ay evvel ani bir kararla son verdim. Kırk yaşına merdiven dayamış bir kadın olarak ömrüm okul sıralarında, ardından da yayınevlerinin nem ve tozlu kitap kokan on adımlık, loş odalarındaki masalarda eskidi. Bu süreç boyunca da hep tek başımaydım. Yıllardır kitaplara gömülünce okuduğum karakterlerin gerçekçiliğine kanıp kalabalıklarda yaşadığımı zannetmişim meğer. Bir gün kafamı kitaplardan kaldırıp da şöyle bir etrafıma bakınca kendimden başka ortamdaki tek canlının pencerenin çaprazında duran zeze çiçeği olduğunu gördüm. Işıksız, azıcık suyla, azıcık ilgiyle yaşayabilen tek bitkim olduğundan yıllardır her yere taşıdım kendisini. Başka da dostum yoktu. Zaten pek konuşmam da ben. Ha bire ya okur ya da çalışırım. O da beni izlerdi durduğu yerden. İstifa ettiğim gün bile ayrılırken yanıma aldığım tek şey mor saksısı içindeki narin yoldaşım zeze çiçeğim oldu.
Patron tam da sezon ortasında sunduğum istifa mektubumla biraz sarsıldı doğrusu. “Yapmayın Hülya Hanım, çok mutluyuz biz sizinle, daha uzun yıllar birlikte çalışırız diye düşünüyorduk,” derken dişlerini sıkıyordu. “Elbette mutlu olacaksınız efendim. Benim gibi başka çalışan bulabilir misiniz ki? Sabahın nurunda açıp dükkânın kepengini başlıyorum çalışmaya ne sigara ne mola ne öğle yemeği. Azıcık aşım, ağrısız başım deyip zam istemem, zaten çöpsüz üzümüm, işten başka uğraşacak bir şeyim de yok. Bayram olur, seyran olur, hop Hülya Hanım, koş gel. Millet ailesiyle birkaç gün geçirecek ya, ben nasıl olsa yalnızım. Kim gelsin, tabii ki Hülya Hanım. Daha bugünden bugüne bir kere olsun gece yarısından önce dönemedim evime. Gün oldu, burada sabahladım. Yeter artık bitki gibi yaşadığım, ben de biraz sosyalleşip kendime bakacağım. Kelimelerden değil etten kemikten arkadaşlar edineceğim. Ahdim var, altın gününe bile gideceğim. Belki birini bulup evlenirim bile,” demek yerine, “Teşekkür ederim İhsan Bey, sizinle çalışmak çok keyifliydi,” dedim. Gülümsememe pek alışık olmadığından olacak, dik dik yüzüme bakıp, “İroni mi yapıyorsunuz yoksa alay mı ediyorsunuz Hülya Hanım?” demesin mi. “İkisi de aynı şey, aptal herif!” diyemedim tabii. Ağzımı bozmak bana yakışmaz. “Yok efendim, *sarkazm!” deyip çıktım odasından. (*Sarkazm: İğneleyeci söz, alaycılık.) anlamadı, boş boş baktı ardım sıra. Gerçi şaşırmamam gerekirdi zira yazarlara atacağı mailleri önce bana yollayıp düzelttiren adamdı bu. On senedir ‘de-da’yı ayırmayı öğretemediğim, aferine ‘aferim,’ kitabevine ‘kitapevi,’ herkese ‘herkez’ yazan adamdan ne beklersin ki? Söz konusu kelimeler olunca hassasım biraz, elimde değil. Meslek hastalığı diyelim.
Neyse, ben kaptığım gibi zezemi attım kendimi sokağa. Cadde insan kaynıyor. Okuldan kaçan üniformalı çocuklar, işsiz güçsüz olduğu kirli sakalından ve aylak aylak yürüyüşünden belli gençler, banklara oturmuş etrafına aval aval bakan dayılar… Bir hengâme, bir cümbüş… Herkes nasıl hayat dolu ve mutlu göründü gözüme, anlatamam. Büfelerden yükselen bolca yabancı kelimeye boğulmuş; normalde dişimi sızlatan Türkçe şarkılar, ağzı doluymuş da kelimeleri zoraki söyletiyorlarmış gibi yayarak çıkaran kızların tuhaf cümleleri bile hoş geldi kulağıma. Otuz iki dişimi cümle aleme göstere göstere geçtim caddeyi. Atlayıp metrobüse çeşit çeşit insanla, mutlu mesut evimin yolunu tuttum.

İlk hafta önce yüzme kursuna, ardından da resim kursuna yazıldım. Aynı hafta iki kere sinemaya, bir kere tiyatroya, bir kere de heykel sergisine gittim. Evi baştan aşağı temizledim. Kitaplığımı boşaltıp tekrar doldurdum. Kek yaptım, börek açtım, sarma sardım. İkinci hafta coşkunluğumun yerini hafif bir iç sıkıntısı aldı. “Arkadaş edinmelisin Hülya,” dedim kendi kendime. İyi de üniversiteli değildim ki kampüse gidip ortam yapayım. Sonra dedim ki, “Koskoca apartman, hepsi çoluklu çocuklu ama akranım sayılırlar. En iyisi hazır arada doğal bir komşuluk bağı var, kullan bunu. Ne de olsa okumuş yazmış, okullarını dereceyle bitirmiş, aklı başında bir kadınsın. Seni içlerine almaya can atacaklardır.” Zaten bizim apartman hâli vakti yerinde, iyi eğitim görmüş insanların oturduğu, nezih bir apartmandır. İnsanlar birbirine saygılı, gün görmüş, selamı sabahı esirgemeyen cinstendir.
Dedem Zakir Efendi’den anneme, ondan da bana kaldı bu daire. Zamanında almış adamcağız ama memlekete dönünce hiç oturamamış. Kiradaydı. Annem bir müddet o parayla geçindi. O da göçünce öte diyara kimsem kalmadı. Malum hayat pahalılığı, ev sahibim benim kirayı üç katına çıkarınca ben de kiracıyı çıkarıp buraya yerleştim geçen sene. İş yerime de yakındı, hem kiradan hem yol parasından kurtuldum. Yoksa üç kuruş editör maaşıyla Moda’da ev mi alınır? Aslında biraz da mahcuptum apartmandakilere. Bir senedir hiç muhatap olmamıştım kimseyle. “Neyse,” dedim, “geç olsun da güç olmasın, at bir adım.” Heyecanla mutfağa girip koca bir tencere sütlaç yaptım. Kâseleri büyükçe bir tepsiye doldurup tek tek zillerine bastım. Ağızları kulaklarında açtılar kapıları. Nasıl da zarif ve kibar kadınlar, diye düşündüm. İki hafta önceki coşkum büyüyerek yeniden yerleşti içime.
Evvela ben misafir ettim hepsini. Kekler, börekler, çörekler… Pek klas kadınlardı. İş hayatıyla anneliği bir arada götüremeyeceklerinden, evle, çocuklarının eğitimiyle ilgilenmenin daha münasip olacağına karar vermişler. “Haklılar,” dedim, “kocalarının hâli vakti de yerinde olunca…” Hepsi patron karısıymış. Kimininki inşaat sektöründe, kiminki bankacılık. Ama ne güzel hayatları var; içten içe boşa geçen yıllarıma yanmadım, desem yalan olur. Hepsi hayatlarının aşkıyla evlenmiş bir kere, ne büyük şans. Gezmedikleri, görmedikleri yer kalmamış. Viyana’dan, Paris’e, Madrid’den, Monaco’ya… Benim kitaplardan okuduğum, müzelerine, devasa kütüphanelerine, tarih ve sanat kokan sokaklarına hayran olduğum yerlerin hepsini bizzat görmüş olmalarına içerledim doğrusu. Editör olduğumu söyleyince pek mutlu oldular. Çok severlermiş kitap okumayı. Yazmayı deneyenler bile varmış aralarında. Mesleğimden girince konuya, anlattım da anlattım. Kitaplar, yazarlar, günümüz edebiyat dünyasında var olmanın zorlukları… Mest oldular. Meğer ben de az değilmişim, isteyince nasıl da bülbül gibi şakıyormuşum, diye düşündüm; kendimle gururlandım. “Vay arkadaş,” dedim, “bizim apartman hazine sandığıymış da haberim yokmuş.” Ben de zezeyle bir başıma, insanlardan kaça kaça ip ipullah sivri külah birine dönüşecektim az kalsın. “Oh,” dedim, “iyi ki istifa ettim.”
Ertesi hafta onlar beni misafir etti tek tek. Evlerindeki mobilyalar şaşılacak biçimde aynıydı. Heybetli Chester koltuk takımları, devasa mermer yemek masalarına eşlik eden altın varaklı, taht görünümlü sandalyeler, duvar genişliğinde televizyonlar, halıya değdi değecek büyüklükte kristal avizeler… Benim evim evse, bu kadınların evleri saray, diye düşündüm. Her biriyle baş başa, yedik, içtik, sohbet ettik. Fakat bir süre sonra muhabbetimizin şekli şemali değişmeye başladı. Üstelik hepsi aynı şeyi yaptı. Belki de normali budur, dedim ama biraz tuhaf hissettiğimi söylemeliyim. Mesela; yedi numarada ki Melek Hanım, beş numaradaki Ayşe Hanım’ın biraz cimri olduğundan bahsetti; dört numaradaki Ferah Hanım, altı numarada ki Meral Hanım’ın kibirli olduğundan; bir numaradaki Zehra Hanım, karşı komşusu, iki numaradaki Mübeccel Hanım’ın kocasından mütemadiyen dayak yediğinden dolayı biraz saldırgan olduğundan falan bahsetti. Bunları söylerken de benzer bir cümleyle başladılar söze, “Sen benden duymuş olma da …”
Canımı sıktı bu durum. Birkaç gün evde kalıp düşünmek istedim. Biraz kitap okudum, dizi izledim, zezeyle konuştum. Daha iyi büyüyebilmesi için onu pencerenin önündeki en aydınlık yere yerleştirdim. Suyunu verdim, vitaminlerle, yumurta kabuklarıyla doldurdum toprağını. Yıllardır karanlık, tozlu kitap kokan odalara hapsettiğimden dolayı sağlıklı olmasına rağmen pek de öyle serpilip büyüyememişti zavallı. Artık bunu fazlasıyla hak ediyordu. Gittim, ona arkadaşlık edecek başka çiçekler alıp yanına dizdim. İçim rahatladı. Tam zezeyle işim bitti yine sıkılmaya başlayacağım, Ferah Hanım geldi. “Yarın bütün kızlar biz de toplanıyoruz, altın günümüz var. Seni de bekliyoruz şekerim, yine kapattın kendini eve,” dedi. Sevindim, ne yalan söyleyeyim. Artık beni aralarında görmek isteyen, biraz acayip olsalar da düzgün arkadaşlarım vardı. “Yalnız bu kez aşortman falan giyme, az süslen ayol, kuduracağız,” deyip gitti. Kudurmak, aşortman! Beynime paslı çiviler battı sanki. Ama ağzından kaçmıştır, spiker değil ya kadıncağız, diye yatıştırdım kendimi.
Kırk yılda bir katıldığım kitap tanıtım günlerinden kalma, dümdüz, siyah bir elbiseden başka öyle pek şık bir kıyafetim yoktur benim. Abartıyı, aşırı süslenmeyi de hiç sevmem. İkinci kata inip de dört numaranın önüne gelince fark ettim gürültüyü. İçeriden gelen bangır bangır müzik sesi kadın kahkahalarında boğuluyordu. Üstelik şu benim sinir olduğum, yabancı kelimelerle bezenmiş, seksenlerin arabeskinin bugünün popüler ritimleriyle servis edildiği şarkılar… “Neyse,” dedim, “eğlenmek için Vivaldi dinleyecek halleri de yok sonuçta.” Ferah Hanım açtı kapıyı, tuttuğu gibi kolumdan içeri çekti beni.
Kadınlar şıkır şıkır giyinmiş, ayaklarında incecik topuklular. Bir köşeye oturup çıplak ayaklarımı birbirinin üzerine koyarak saklamaya çalıştım. Hepsinin aynı sarıya boyatmayı başardığı saçları özenle, gelin başı kıvamında kıvrılıp kıvrılıp tepelerine toplatılmıştı. İlk anda yüzlerindeki makyajdan hangisinin kim olduğunu çıkarmayı başaramasam da uzun uzun inceledikten sonra oturtabildim kafamda. Sohbetlerine ortak olmaya çabaladım, beceremedim. Diyaloglar aynen şöyle gelişiyordu: “Eşim hastane ihalesini aldıktan sonra gitmiştik İtalya’ya. Mütevazı bir tatil olsun istedik.” dedi Meral Hanım, Zehra Hanım’a. Onu yüzündeki zarif gülümsemeyle dinleyen Zehra Hanım’sa “Biz de Etiler’de bir ev bakıyoruz, yatırım amaçlı,” diye karşılık verdi. Meral Hanım bunu hiç duymamış gibi, “Artık ayağa düştü İtalya şekerim ama o zamanlar öyle herkes gidemezdi, ah ah,” diye devam etti. Zehra Hanım’sa “Bilmem mi, Etiler’deki yeni rezidansın kime satıldığını duysan ağzın açık kalır tatlışım,” dedi.
Kulak kabarttığım tüm diyaloglar, ‘tabii bunlara diyalog denebilirse’ bu minvaldeydi. Onca kitap okumuş, onca eser düzenlemiş bendenizse bir şeyleri anlayabileyim diye felç geçiriyordum o sırada. En sonunda da sustum, ne yapayım? Yenildi, içildi, iki göbek atılıp tekrar oturuldu ve sonunda herkes gevşemeye başladı. Şişmiş ayaklardan topuklular çıkarılıp kenara konuldu, saçlar fırtınaya tutulmuş gibi darmaduman savruldu, rimeller, rujlar dağıldı. “Oh,” dedim, “bitti herhalde.” Fakat bu kez de başladılar yayıldıkları yerden kocalarını çekiştirmeye. Ben pörtlemiş gözlerim, kızarmış yanaklarım ve çınlayan kulaklarımla oturmuş kukumav kuşu gibi düşünüyordum bu sırada. Muhabbet cinsel hayatlarına gelince aniden ayağa fırlayıp, “Ben gideyim artık!” dedim. Melek Hanım daracık elbisesinden taşan iri memelerini hoplata hoplata gülmeye başladı. “Ayol Hülyacığım, sen de bizdensin artık, misafirlik bitti. Ne utanıyorsun? Sanki sen sevişmiyorsun? Ölümü gör, doğru söyle! Kız yoksa ayarlarız biz sana şöyle Yunanlı heykeli gibi adeleli bir adam.”
Kalbim kulaklarımda atmaya başladı. Yüzüm alev aldı. Cevap olarak ağzımdan çıkan tek cümleyse, “Yalnız onun doğrusu Yunan heykeli olacak, ayrıca adele değil adale,” oldu. İki saniye kadar durup bön bön yüzüme baktıktan sonra aynı anda elektrik çarpmış gibi titreyerek gülmeye başladılar. Mübeccel Hanım “Bakma sen onlara, kocaları tatmin etmeyince çenelerine vurmuş,” diyerek kendince beni teskin etmeye çalıştı. Karşı komşusu Zehra Hanım, on beş dakikadır ova ova derilerini soyduğu tombul ayaklarını ovmayı bırakıp ayağa kalktı. Ellerini, elbisesini patlatarak dışarı fırlamak isteyen göbeğinin önünde birleştirdi, “Mübeccel, Mübeccel, her gece apörlör gibi bağırmanın sebebi kocanın üstünde zıplaman değil heralde!” dedi alaycı fakat aynı zamanda öfkeli bir tonda. Mübeccel Hanım ayağa fırlayıp bastı tokadı Zehra Hanım’a. “Sen bizi mi dinliyosun okşizen israfı kadın, sana ne, kocamdır, döver de sever de,” diye haykırdı. Zehra ve Mübeccel Hanım saç saça baş başa birbirlerine girdiler. Diğer kadınlarsa onları ayırmaya çalışıyordu. Dondum kaldım ama kafamın içi pazar yeri gibiydi. Kulaklarımda sadece iki kelime çınlıyordu: “Apörlör, okşizen…” Kalbim küt küt atıyor, ellerim terliyordu. Nasıl kalkıp kapıya doğru koşmaya başladığımı hatırlamıyorum bile. Tek hatırladığım Ferah Hanım’ın arkamdan, “Daha meyva getirecektim, nereye gidiyorsun?” diye bağırışıydı.
İki haftadır evden dışarı adımımı atmıyorum. Meyve de yemiyorum. Bir iki kere gelip kapıyı çaldılar açmadım. Geçen gün karşı komşudalardı. Kapının deliğinden baktım. Mübeccel ve Zehra Hanım sanki hiç kavga etmemişler gibi kol kola geldiler. Akşama kadar kahkahadan, müzik sesinden, beynim eridi. Kavga sesleri yükselmeye başlayınca kulak tıpalarımı taktım. Bu arada zezeyi de kaybettim. Meğer fazla ışık ve çok yakınına konan diğer çiçekler yüzünden ölebilirmiş bazı bitki türleri. *Feromon uyuşmazlığı deniyormuş. (*Feromon Uyuşmazlığı: Türler arası uyuşmazlık. Ten uyuşmazlığı.) Zeze çiçekleri için yalnızlık ve loş mekânlar yaşamlarını sürdürebilecekleri en ideal ortamlarmış. Şimdi de iş bakıyorum. Bildiğim bütün yayınevlerine yazıyorum. ‘Çok bir şey istemiyorum, yalnız çalışabileceğim bir oda yeterlidir.’ diye de maillerin altına not düşüyorum.
S O N
- Resim, Kapak Görseli: William Holmes, Autmn Tangle, 1920
- Resim, Kare Görsel: Edward Steichen, The Lotus Screen, 1909
Yazar Hakkında:

Arzu ANLAR SARAÇ, 1982 yılında İzmir’de dünyaya geldi. Sırasıyla, 9 Eylül Üniversitesi İngilizce İşletme ve 18 Mart Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümlerini bitirdi. Bir süre yurtdışı eğitim danışmanlığı hizmetinde bulunduktan sonra İngilizce öğretmeni olarak İstanbul’a atandı. Şimdilerde, Aydın’da bir lisede İngilizce öğretmeni olarak mesleğini icra ediyor. Öyküleri; Kederdigi, Edebiyat Haber, İshak Edebiyat, Parşömen Edebiyat, Oggito, Litera Edebiyat, Daima Edebiyat gibi dergi ve platformlarda yayımlandı. İki güzel kız çocuğu annesi olan yazarın çeşitli seçkilerde yayımlanan ödüllü öyküleri de bulunmaktadır.
“Feromon Uyuşmazlığı ya da Aşortman Etkisi ” Yazar Arzu Anlar Saraç’ın sitemizde yer verdiğimiz ilk öyküsüdür.
Novelius Edebiyat Eser Alım Şartları
07.03.2023 © Novelius Edebiyat
“Öykü: Feromon Uyuşmazlığı” üzerine bir yorum