21.06.2023 © Novelius Edebiyat
Yazar: Başak CANDA
Öykü: Aynalı Çarşı, Başak Canda
Çalışma masamda dalıp gittiğim anlardan biriydi. WhatsApp bildirim sesiyle kendime geldim. Uzun zamandır görüşmediğim okul arkadaşım Nedim’den mesaj gelmişti. Aynalı Çarşı fotoğrafı ve “Özlemişsindir” notu. Ekranım, mor salkımların genzime dolan kokusuyla kıvrılarak girdiğim Aynalı Çarşı görüntüsüyle kaplandı.
Okul kaydı için gittiğim güneşli bir eylül günüydü. Yurdun dört bir yanından anneler, babalar kampüs bahçesine doluşmuştu. Çocuklarıyla birlikte geleceklerine koşmuşlardı. Telaşlı bir hareketlilik seziliyordu uzaktan. Okula ulaşmak için yürüdüğüm kaldırım, denizin maviliğinin derinliğine açılan kordon boyundan uzak, arabaların vızır vızır geçtiği iç kesimdeydi. Okulun bahçesindeki telaşlı hareketliliğe benzer bir acelecilik hâli vardı üstümde.Hızlı adımlarla okulun bahçesine girdim. Herkeste benimkine benzer bir telaş vardı. Hayalimdeki üniversite resmi bu değildi. Kalabalıklaşan bir resimden uzaktım. Kendimi huzurlu, zarif ve şiirsel bir bütünlüğün içinde düşünmüştüm hep. Her yanımı sıcak basmıştı o an. Aslında bu ilk günden kendi öykümün parçası olarak var olduğumu, orada bulunduğumu biliyordum. Gördüklerim de öykümün kendisinden başka bir şey değildi.
İki dünya arasında kalmış mutsuz bir kadındım. Ailemin dünyasını geride bırakırken, korku, başarısızlık ve yenilginin payıma düşeceğini, korkumun her anımı şekillendireceğini kestirememiştim daha. Kampüsün girişinden geçip okulun bahçesine ulaştığımda, telaşlı kalabalıktan biri de bendim artık. Anne, babaların telaşına rağmen benim dışımdakilerin rahatlığı dikkatimden kaçmadı. Kızlı erkekli gençler, kaldırımın iki yanındaki çimlere uzanmış, ağızlarında cak cak çiğnedikleri sakızla geleni geçeni süzüyorlardı. Erkeklerin çoğu kocaman, markalı sahte güneş gözlüklerinin arkasına sığınarak bakıyorlardı. Bazıları gözlüklerini başlarının üzerine takmış, bazıları da burunların ucuna indirmişti. Değişmeyen tek şey dik bakışlarını geçenlerin üzerinde gezdirmeleriydi. Bazı kızlar sırt çantalarını bacaklarının arasına koymuş, bazıları da kucaklarına almış hâlde oturuyorlardı. Yarı bellerine kadar uzandıkları çimler üzerinden bacakları kaldırıma kadar uzuyordu. Böyle kaç bacak üzerinden atladım hatırlamıyorum o kısacık kaldırımda.
Giriş kapısının önündeki panolara sınıfların isim listesi asılmıştı. Adımı bulma telaşıyla kalabalığa karıştım. Yan durarak sol omzumla kendime yer açtım. 1/A sınıf listesini baştan sona taradım. Adım yoktu. Parmağımın ucu bu sefer 1/ B sınıfının listesi üzerinde dolaşmaya başlamıştı. Parmağımı isimler üzerinden kaydırarak adımı arama telaşına denk düşen başka bir telaşa tanık oluyordum aynı zamanda. Büyükçe bir elin narin parmağı, yukarıdan aşağıya doğru listenin üzerinde benimkine paralel iniyordu. Adımı bulmaktan çok bu parmağı takip ettiğimi fark ettim. Gözlerim parmağın durduğu isme odaklandı. O parmağın iki alt sıralamasındaki isim de benimdi. O an ismimden ziyade onu bulduğuma sevinmiştim. Büyük bir heyecanla, ne yapacağımı bilemez bir şaşkınlıkla: “Aaa, sen de mi 1/ B’ desin” dedim. Sanki yıllardır tanıdığım bir dostumla karşılaşmış gibi hissettim. Onun da yüzündeki gülümsemeden benzer bir hisse kapıldığını anladım.Tesadüflerin doğru hissini yakalamıştık. Belki de aynı güçsüzlüğün gücünü arıyorduk ortak telaşımızda. Hiç zaman kaybetmeden: “Hadi gel, yurt kayıtlarını da arka arkaya yaptıralım,” dedi. İçimdeki sevinç yerini bulmuştu böylece. Geçmişten bir duygu bizi buluşturmuş, geleceğe taşır gibiydi. Kim olduğumuz değil, o anın yakalanan hissiyle geleceğe doğru adım atmanın sevinciydi bu. İki sevgilinin kalbini birbirine açması gibi açılmayan kollarımızın sevgisiyle sarmalamak kadar sahiciydi o anımız. Adı silinmiş duraklarda çiçeklerin rengine dokunarak isimler boyuyorduk sanki. Yazacağımız hikâyenin kahramanı bizdik artık. Renklerini elimizde tuttuğumuz, neyi seçeceğimizi bilmediğimiz bir belirsizliğin ortasındaymışız gibi bir başlangıçtı bu.

“Lise arkadaşım, fırtınası evlerin çatılarını uçuruyor,” demişti, askerliğini burada yaptığı abisinin anlatımına dayanarak,” dedi. Önemsemeden, “Denizi var,” dedim, denize olan hayranlığımı anlatmak için. Bu şehirde bilmediklerim o kadar çoktu ki bir önemi de yoktu anlatılanların; zaten yaşayacaktım. Ancak uykumun bağlarının çözüleceğini, şaşkınlıklarımın çoğalacağını, yabancısı olduğum bu kentin yerlisi olacağımı iyi biliyordum. Zamana müdahale edeyim derken nasıl geçtiğini anlamayacaktım. İlk defa evden uzakta olmamın rahatlığı ve korkusuzluğu içindeydim. Ya da öyle olduğumu sanıyordum. Çocukluğumdan kalan kaygısız günlerin hafifliğinin ödülünü almış gibiydim. Üniversiteli olmanın, öyle ulu orta yere, bacaklarını uzatıp, uzanma olmadığını ilk böyle anlamıştım.

“Üst ranza benim olsun,” dedim, “benim için ilk olacak.” Böylece hem büyümenin hem ailemden uzakta bir kentte, bir öğrenci yurdunda, kişisel sorumluluk almanın keyfini tadacak, hem de isteklerimin ve paylaşmanın verdiği hazzın tadına varacaktım. Kendimle emsal olanların verdiği ahengin, enerjinin frekansını yayarak… Artık üst katında yattığım ranzada, bir kez daha tepeden daha detaylı bakarak hayatı keşfedecektim. O hemen; “Ben alışığım zaten, Hasanoğlan’dan,” dedi. Hasanoğlan adını Köy Enstitülerinden duymuştum. Bildiğim ve ilgilendiğim bir yer de değildi. Gözlerini bana dikmiş, dudaklarının kenarından aşağı sarkan çizginin sertliği nasıl bir yerden geldiğini anlatıyordu, sormama gerek kalmadan. Karşılıklı ikişer ranzalı odamız sekiz kişilikti. Her birimizin birer dolabı vardı. Uzun, incecik, griye boyanmış demir dolaplardı bunlar. Girişte verdikleri çarşafları yatağın üzerine attım. Dolapların kapılarının kilitleri üstünde asılı ve açıktı. Ranza tarafındaki ilk dolaba gitti elim. O de hemen yanındakini açtı. İçlerini sildik. Kıyafetlerimizi yerleştirirken dolabının yedek anahtarını bana uzattı. “Ne olur, ne olmaz, sende kalsın,” dedi. Şaşırdım ama onur da duydum. Demek ki daha ilk günden bana güvenmiş, dedim içimden. O anda içeri iki kız girdi. Selamlaştık. Onlar da bizim sınıftandı. İki ranza arasında tek penceremiz hasadı toplanmış buğday tarlalarının sarılığının derinliğine uzanıyordu. Bu derinliğin toprakla buluştuğu anızların sarılığı öyle parlaktı ki gözlerimi alamıyordum. Uzakta sarının berraklığıyla mavinin derinliği beyaz bir çizgide buluşuyordu. Pencereden dışarıya uzun bir süre bakmış olmalıyım ki, onun içeri girmesiyle dışarıya çıktığını anladım. “Biliyor musunuz kızlar, yan taraf coğrafyacılar, karşımız anaokulu, anlayacağınız katımız eğitimciler,” dedi. Ne ara bu kadar bilgiye ulaştığını çözememiştim.

Odanın kapısının sonuna kadar açık olmasından dolayı oturduğum ranzamdan karşı odayı olduğu gibi görebiliyordum. Karşı odayı izlediğimi fark edişimin utancını yaşarken bir kız odamıza gelip, dolapları neyle sildiğimizi sordu. Kıkırdayarak “Elimizle” dedi. Gülmek geldi içimden ama tuttum kendimi.
“Rabia dalga geçme ya!”
“Aaa! Siz tanıştınız mı?” dedim.
“Evet, tuvalette tanıştık. Gülizar, anaokulundan. Bu da Müzeyyen…”
“Gülizar,” dedim içimden… Çocukluğumun, evimizde tek ses çıkartan cihazı olan dedemin verdiği radyodan dinlediğim ve çokça anonsu yapılan bir makam olduğu için unutmam mümkün değildi.
“Dertli ne ağlayıp gezersin burada./ Ağlatırsa Mevla’m yine güldürür.”
Sunucunun özellikle şarkının ilk dizelerini okuduğu “Kıymetli sanatçımız…” diye adını duyurduğu radyo günleri aklıma geldi birden. Düğmesini çevirirken ortaya çıkan, iki kanal arasındaki minik, sessiz boşluklara denk gelince, cızırtılı ses arasından temiz sesi bulma odağı, hâlâ aradığım odaktı sanki. Gülizar’a odaklanışımla ne ilgisi vardı şimdi. Gülizar’ın yüzünün güzelliği tam da adının anlamındaydı. Hayran hayran baktım. Rabia, Gülizar’a uzun uzun baktığımı görünce, “O sarı bezi nereye bıraktın?” dedi. Kendime geldiğimde Gülizar’ı odasında gördüm.
Rabia ile birlikte karşı odaya geçtiğimizde, bir dolabın kapısının iç kısmına yapıştırılmış, dergi kapağından kesilen Kevin Costner posterini gördüm. Amerikalıların yerlilere yaptığı soykırımı anlatan Kurtlarla Dans Eden Adam filmine aitti. Daha çok mafyatik filmlerine alışık olduğumuz Costner, bu filmiyle gönüllerimize taht kurmuştu. Bundan mıdır bilmem, bakışlarındaki sıcaklık sarıyordu beni. Doğduğum ve büyüdüğüm kentin dışında yabancılığımı giderdiğim bir sığınak gibiydi bulunduğum an. Hangi ara getirip buraya yapıştırmış diye içimden geçirirken, “Emel’in dolabı” dedi Gülizar. O esnada koridordan gelen cızırtılı anonsa dikkat kesildik : “307’den Selma Tüy, telefona lütfen.” Sonrasında bu isme gelen anonsları sayarak gülmelerimiz dolacaktı odamıza. O an bunu bilmiyor oluşumuz sessizliğe vermişti gülüşlerimizi. Ertesi gün, tüm odalar dolmaya başladı. Çekilen valiz tekerlerinin çıkardığı sesler bozuyordu sessizliği.
“İlk hafta yurt çekilmez, hadi çıkalım.”
“Türkülere konu olmuş şu Aynalı Çarşı’ yı merak ediyorum, onu bulalım,” dedim.
“İlk günden her yerini bitirmeyelim, dört yılımız var,” dedi gülerek. O gün çarşısını, kordonunu, fenerini, daha gezilecek, zaman geçirilecek birçok yerini keşfettik. Öğretmen evinin üstündeki satranç oynama merkezini buluşumuz ikimizin de tek sevinciydi. Yurda giriş saatinden beş dakika önce giriş kapısına vardığımızda bizim gibi son dakikaya takılanlar kuyruğunda bulduk kendimizi. Üç dakika gecikmeye bile kırmızı tükenmezle imza atarak kapattık günün gezmelerini. “Gezginler gelmiş,” dedi Nesrin dalga geçerek. “İlk günden ceza da iyidir hani.”Kızların hepsi yan odada toplanmış, şakalaşmalarla, gülüşmelerle yurdun havasını değiştiriyorlardı.
“Gelin, Deniz ile tanışın. Bizim kattaki tek psikolog. Yanlışlıkla değil, bilinçli gönderilmiş bence. Hepimizin ihtiyacı olacak bir gün,” dedi Nilay. Herkeste bir gülme, ortalık şen şakraktı. O esnada Şeyma heyecanlı bir şekilde katın sonundaki odanın mescit olduğu haberini verdi. Şeyma’nın siyah çarşaflı halini gördüğüm için bunu normal karşıladım. İlgisizce dinledim. Ancak Şeyma heyecanlı heyecanlı anlatmaya devam etti: “İlk olarak Kapitalizmin Ekonomi Politiği’nden başlayabiliriz. Bunu şunun için öneriyorum. Biraz da günümüz kapitalizmini, emperyalizmi ve aşamalarını da konuşuruz. Hem sıkıcı olmaz hem de ilgi çekici olur. Devamında da burjuva teorileri, tekelci devlet kapitalizmi ve ekonominin aşamalarına bakarız. Getirebildiğim kadar kitap getirdim kızlar, isteyen benden alabilir.”
Geç olmuştu, odamıza geçip ranzama çıktım. Çok yorulduğum için hemen uyumak istiyordum. Ancak o esnada elinde Walkmanla yanıma gelip, ranzama dayanarak ayak parmaklarının üstünde yükseldi Rabia.
Kulaklığın birini kulağına diğerini de benim kulağıma taktı. “Uyurken bunu da dinle.” dedi. Uyandığımda kalbime değen bir şarkı kalmıştı.
Dağların eteğinden geldiler
Aze’yi gelin almaya
Aze’nin gece saçına
Ak duvağı takmaya
Daha önce hiç dinlemediğim bir şarkıydı. Ezberimden söylediğime emindim artık. Dün sokaklarını dahi bilmediğim bu kenti kordon boyunca gezerken, Çanakkale içinde aynalı çarşı /Ana ben gidiyom düşmana karşı,/ off, gençliğim eyvah! türküsünü yüksek sesle gülüşmeler eşliğinde marş havasında söylemiştik, gelen geçenin bakışlarına aldırmadan. Kafam hala yastıktaydı. Walkmanı yastığın altında ararken iri yarı, uzun boylu, esmer tenli, yüzünün güzelliğine gömülmüş uzun kirpikleri arasından bakan iki kara göze değdi gözlerim.
“Çömez bunlar, okulun ilk gününden okula mı gelinir ya.”
“Aze” dedi Rabia.
“Kim?” dedim. Soru kendime zaman kazandırmak içindi. Yaşadıklarım değil, dinlediklerim bir hikâyeye dönüşüyordu sanki. Ezgisini dinlediğim Aze kimdi? Karşımda teninin esmerliğinin gözlerime değdiği, kirpiklerinin her hareketine hayranlıkla baktığım bu kadın kimdi? Rüyada mıydım yoksa? “Aze işte. Muşlu. O da coğrafyacı. Yan odadan,” dedi Başak, yatağının üstünde bağdaş kurmuş, elinde tuttuğu dergileri karıştırıyordu bir taraftan. “Sana ağa kızı Aze ile kavuşamadığı sevgilisi kara yağız, yüreği berk Berdan’ın hikâyesini anlatırım,” dedi Aze ve odadan çıktı. Arkasından bakakaldım.

Yaşadığımız kent yıldızlara açılıyordu, içinde sırlarıyla bizi hapsedecekti. Bir gizem yumağının içinde gibi hissettim kendimi. Yumuşacık düşüyordum. Bir sırrın uykusundan uyanmak istemiyormuşçasına… O anın uyuma ile uyanık olma hâli arasındaki zaman, aramızda uzayıp gidecekti biliyorum. Aze sesim olmuştu sanki. Ya da o sesin peşinden koşan ben, uyanamamıştım hâlâ. Kalkmama imkân yoktu. Dinlediğim şarkı mı, duygularım mı bana oyun oynuyordu, ayırt edemiyordum. Daha dün gençliğim deyip gülmüyor muyduk? Şimdi parmaklarımın gözlerime değdiği ve ıslandığı bir ruh haline geçmiştim. Zamanla bir sözleşme yapmıştım. Gülmeler bana gözyaşı, gözyaşlarım bana gülmeydi. İçimde yükselen bir dağ vardı. Kendime verdiğim sadakat sözünün kavuştuğu yer o dağdı.
Nedim’in mesajına cevap vermediğim aklıma geldi birden. “Evet, çok özledim” diye yazabildim.
S O N
Yazar Hakkında:

Başak Canda, 1974 yılında Zonguldak’ta doğdu. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde okudu. Belçika’ya geçerek eğitimine devam etti. Eğitimine devam ettiği yıllarda yazılı ve görsel basında profesyonel gazetecilik yaptı. Gazete Duvar, Bianet, Evrensel, Ekmek ve Gül, Edebiyat Burada, Edebiyat Haber, Maya Kültür, SözYüzü, Çınardibi gibi birçok dergi ve gazetede başta çocuk eğitimi olmak üzere toplumsal içerikli yazılarıyla öyküleri yayımlandı.
0-12 yaş arası çocuklara eğitmenlik için Brüksel’deki IEPSCF (Institut d’Enseignement de Communauté Française)’den mezun oldu. Bu alanda çalışıyor ve kendi YouTube kanalında sanatın ve edebiyatın değişik alanlarından seslenişleri içeren programlar yapıyor. Yazdığı Her Anım Sendin adlı ilk öyküsü Rengin Göçmen Kadın Öyküleri Seçkisi’ne değer görüldü.
Anısal Öykü türünde kaleme aldığı Aynalı Çarşı, Novelius Edebiyat’ta yayımlanan ilk çalışmasıdır.
Daha fazla öykü için lütfen tıklayınız…
21.06.2023 © Novelius Edebiyat
okul anılarını kalıcılaştırmak ne güzel, kaleminize sağlık.
Kaleminize saglik basak hanim ❤️
Çok teşekkür ederim, okul anıları herkesin hayatındaki dönüm noktalarından biridir, benim gibi. Sevgi ile…
Çok teşekkür ederim, okul anıları herkesin hayatındaki dönüm noktalarından biridir, benim gibi. Sevgi ile…
Çok teşekkür ederim. Sevgiler.
Her insan için hayatının dönüm noktaları vardır .yıllar sonra bile Üniversitenin ilk günlerini bu kadar detaylı anlatılması müthiş bir şey . Yol ayırımı net bir şekilde anlaşılıyor. En önemsiz detay ın bile gelecekte nasıl bir anlam bulduğunu çözebilmiş . İlk günlerin çocuksu mahsumiyeti oratlaşan duygumuz .
Çok teşekkür ederim, ilk günlerin çocuksu masumiyetiyle hep.
Sevgili Başak; hepimizden bir renk aldı Aynalı Çarşılı kent. Cömertti ama. Rengarenk anılar, öyküler bıraktı bize. En renklisini de sen yaşamış yazmışsın. Ölümsüz rüzgarları ve İt Durmaz Tepesi de umarım yeni öykülere vesile olur. Yüreğinden dağıttığını bu öykü için sonsuz teşekkürler sevgili Başak.
İt Durmaz Tepesi 🙂 gülümsettiniz beni sevgili Derya. Neden olmasın…renkli anılar demişsiniz ya, bir o kadar da hüzünlü ama aldıklarımın öyküsü. Teşekkürler, sevgiler
Öykünün en son paragrafinda yer alan ve zannediyorum en vurucu, en derin ve anlasilmasi da bir o kadar zor olan;
***Kendinize verdiginiz o sâdâkat sözü,
***Islanan o ruh hâli,
***Zaman ile yaptiginiz o sözlesme,
***Gülmelerin gözyasi olmasi
Nedir diye sormak isteyenlere cevabiniz ne olurdu?
“””…iki dünya arasinda kalmis mutsuz bir kadindim. Ailemin dünyasini geride birakirken, korku, basarisizlik ve yenilginin payima düsecegine, korkumun her ânini sekillendirecegini kestirememistim daha.””””
***Bu cümledeki ikinci dünya nedir?
***Bu korku, basarisizlik ve yenilgiyi pesinen kabul edis nedendir ?
Cevabiniz ne olurdu?
Hislerin de aktarımına dayalı bir öykü kabul edersiniz ki..çıkılan yolda yeni kurulan ilişkiler, arayışlar, bilinememezliklerin de korkuları var. Tüm bunlardan duyulan kaygı ve bu kaygının aşılmasıyla yapılan sözleşme yani iç huzur; dikkati çektiğiniz yerler..yine de okuyucunun ne bulduğuna bakmalı değil mi..sevgiler.
Kaleminizin sadeliğine bayıldım sevgili Başak…Hiç yorulmadan bir solukta okudum. Başarılar.
Çok teşekkür ederim Ayşegül hanım..sevgiyle❤️
Anıların güzelliğinden çıkmış bir öykü. Aynı zamanda bir yola çıkmanın öyküsü. Kalemin hep yazsın Başak Canda.
Çok teşekkür ederim Eylem Can, sevgiler.
Herkesin anılarında mutlaka bir kent vardır…hüznüyle sevinciyle. Önemli olan onun izlerini nasıl taşıdığımızdır. Ne güzel anlatmışsın o izleri Başak Canda. Teşekkürler izlerimize dokunduğun için.
Teşekkür ederim sevgili Eymen. Sevgiler.