10.09.2023 © Novelius Edebiyat
Yazar: Başak CANDA
Münevver, Başak Canda
Ne salkım bir bakış
Resim çekeyim,
Ne kınsız bir rüzgâr
Mısra dökeyim. / Ahmed Arif
Gizli bir hazine taşıyor gibi sol omzundan sarkan çantaya daha bir sıkı sarılarak sağ eliyle cam kapıyı itti. Birkaç dakika etrafı iyice süzdükten sonra değişen sokaklara rağmen aşina olduğu mahallede gördüğü ilk fotoğrafçıya daldı. Girişin tam karşısında bilgisayarın başında oturan yirmili yaşlardaki gence birkaç adım attı. Selam verip, “Eski fotoğraflarım var. Çoğaltmak ve dijital ortama aktarmak istiyorum. Yardımcı olabilir misiniz?” diye sordu. Genç adam, “Hoş geldiniz hanımefendi. Tabii ki…” dedi ve eliyle sağdaki oturma grubunu işaret ederek, “Yeni kimlik için müşterimizin yetişmesi gereken biyometrik fotoğrafları var. On dakika sürer. Siz buyurun, oturun lütfen.” diyerek sözünü tamamladı. Gizli hazinesini taşıdığı çantayı aynı kararlılıkla koltuğunun altında tutarak gösterilen yere geçti. İkram edilen çayı yudumlamaya ve iki gün önce durağan hayatında ertelenmiş büyük düşsel fırtınaları başlatan gelişmeleri düşünmeye başladı. Yıllardır zoraki telefon görüşmesi dışında irtibatı olmayan büyük ağabeyi aramıştı. ‘Yine tapuda üzerlerine geçirecekleri bir arazi için önce izin, ardından vekâlet isteyecek kesin!’, diye düşündü.‘Nasılsın Münevver?’ sorusunu duyunca şaşırmıştı aslında. ‘Hangi dağda kurt ölmüştü acaba. Hiç hâl hatır sormayan adam gitmiş yerine incelikli biri gelmişti.’ “Sağol iyiyim abi. Sizler, annem, babam nasıllar?” demişti. Abisinin sesi yumuşak tondaydı. “Babamın durumu iyi değil Münevver. İki gündür senin ismini sayıklıyor. Bugün biraz kendine geldi. ‘Bana kızımı getirin,’ deyip duruyor. Gelmen mümkün mü? İstersen Osman abin gelip alsın seni.” demiş ve sonra alacağı cevap için susmuştu.“Yok, gerek yok abi. Yola çıkarım bu gece. Sabah da orada olurum.” demişti. Münevver tanımlayamadığı bir hüzün ama ta derinden gelen henüz kendisine bile itiraf edemediği bir sevinçle, “On üç yıllık sürgün bitiyor haa…” diye iç geçirmişti. Bir ağacın tüm kökleriyle ait olduğu topraktan sökülüşünü andıran ayrılışını, daha doğrusu reddedilişini hatırlamıştı.

Almanya’ya 1961’de başlayan işçi göçünün ilk gidenlerinden olan babası uzun yıllar maden işçisi olarak çalışmıştı. Ne var ki gittiği ülkenin kültürüne uyum sağlayamayınca kendi gelenek ve göreneklerine körü körüne bağlanmayı seçmişti. Çocukları için, “Gavura bir kurban yeter. Çoluk çocuğu da oraya götürüp gavurlaştırmam!” demişti. On yıl sonra yaptığı birikime de güvenerek kesin dönüş yapmış ve o güne kadar köyde yaşayan ailesiyle Antik Ceneviz Surları üzerinde kurulmuş ve her geçen gün büyüyen en yakın kente yerleşmişti. Münevver, sekiz yaşındaydı henüz. Köyde başladığı ilkokula artık şehirde devam edecekti. O günün hiçbir detayını unutmamıştı. Okula kayıt için vesikalık fotoğraf gerekiyordu. Bu tür işlemler köy okullarında ancak diploma alınacağı zaman yapıldığı için Münevver ilk kez fotoğraf çektirecekti. O tahta üçayak sehpa üstüne oturmuş sihirli kutunun ortasındaki ışığa bakarken ışığın kendisini içine alarak sihirli bir dünyaya taşıyacağı düşüyle gözlerini daha da açarak bakmıştı. Her şey çok hızlıydı. Babası tüm gelenekçi yanına rağmen ikisi erkek, biri kız üç evladının en küçüğü olan Münevver’i daha bir ayrı severdi. Geldikleri şehirde, köyde başlayan tüm ayıplamalara rağmen kızını okula yazdırmıştı. Kızının okuması için her şeyi göze almıştı. Oğullarının aksine Münevver, başarılı lise eğitiminin ardından üniversiteyi kazanmış, tüm gelişmişliğine karşın taşra kültürünün ağır etkisini yaşayan kentteki dolaylı her türlü çekiştirmeye göğüs geren babasının desteğiyle yeni ve daha büyük bir dünyanın yolunu tutmuştu. İstanbul Üniversitesinde eczacılık okuyan Münevver’in zoraki sürgünü ikinci sınıfı tamamladığı günlerde başlamıştı. Ders yılı sonunda döndüğü evinde büyük bir güven ve anlayış beklentisiyle babasına açılmıştı. “Bir arkadaşım var baba. Okul bitmese de seneye evlenmeyi düşünüyoruz. Senin rızanı da almak istiyorum,” dediğinde babası anlayışla başını sallamış, “Olur kızım, hele bir tanışalım, görüşelim, neden olmasın!” demiş ve eklemişti: “Kim bu arkadaşın senin?” Aynı sınıftan olduğunu ve isminin de Vasili olduğunu söylediğinde babasının o naif sesi birden kırbaç gibi kulağında şaklamıştı.
“Kim bu gavur?”
“Gavur değil baba! Senin, benim gibi Türkiyeli o da. Büyükada’da yaşayan bir ailenin çocuğu… Her şeyiyle bizim gibi.” Hiddetle ayağa kalkmıştı babası, “Bu söylediklerin ya şu anda burada biter kızım ya da işte kapı, bir dakika bekleme çık git.” Annesinin ağlaması ve araya girmesine rağmen ne kendisi ne de babası en ufak bir yumuşama göstermemiş ve o gece bir daha dönememek üzere evden ayrılmıştı.

On üç yıl önce bir gece yarısı terk ettiği baba evine bir sabah geri dönmüştü, uzun bir rüyadan uyanmış gibiydi. Sabahın erken saatleriydi. Babasının yattığı odaya girmişti. Özel hazırlanmış yatakta boylu boyunca uzanmıştı. O ana kadar hiçbir yaşam belirtisi göstermeyen baba, “Geldin mi kızım. Gel yanıma otur yavrum,” demişti. Münevver usulca yaklaştığı yatağın kenarında artık damarlardan ve kemikten ibaret babasının elini tutmuştu. Ölümü hatırlatan ses devam etmişti, “Affet beni kızım. Gururumu aşamadım. Yolda, sokakta arkamdan söylenecek ‘bir kızına sahip çıkamadı’ dedikodusuna teslim olup kırdım seni. Hiç aklımdan çıkmadın. Ama sevgin hiç terk etmedi beni. Hiç aklımdan çıkmadın. Affet kızım.” Avucundaki çoktan ölmeye başlamış ama hâlâ sıcaklığı olan ele, daha sıkı sarılan Münevver, “Biliyorum baba. Ben hep hissettim sevgini. Hep benimleydin. Her gün her an. Üzme artık kendini. Hem artık buradayım.” diyebilmişti. “Hep yanımda ol kızım. Hiç yanında olamadım. Aç mı kaldın, açık mı, bilemedim. Bırak sana borcumu ödeyeyim. Ne istersen yaparım.” Münevver başını eğerek babasının tuttuğu eline yüzünü ve artık akmaya başlayan gözyaşlarını sürerek, “Canım babam, sen annemle bana bir hayat bahşettin, daha ne verebilirsin. Senden tek bir şey isteyeceğim. Çocukluğuma ait tek bir şey… O yıllara ait bir fotoğraf. Okul kaydı için sen çektirmiştin baba hatırladın mı? Bir tanesi senin cüzdanında olurdu hep. Eğer hâlâ duruyorsa onu, bana beni anlatacak o fotoğrafı istiyorum,” dediğinde, babasının sesinde bir ışık parlamıştı sanki. “Onu uzun yıllar cüzdanımda taşıdım kızım. Alt katta, eski oturma odasında bir dolap var. Sağ rafında tahta bir kutu. Birkaç eşyayla birlikte o kutunun içinde istediğin fotoğraf. Onlardan biri de küpelerin. Onun hatırası var biliyorsun. Senin doğum haberini aldığımda üstümde başka bir iş için bulunan parayla almıştım. İşi unutmuştum sevinçten. Ne var ki giderken hiçbir şeyini almayınca küpelerini de o kutuya koydum. Onlar senin.” Münevver babasından hiç ayrı kalmamış gibi iç huzur ile babasının kokusunu içine çekerek, “Sen dinlen babacığım. Ben buradayım merak etme artık. Dolaba da bakayım.” demişti. Heyecanla kalkmıştı. Hızla alt kata inmiş, babasının dediği yerde kutuyu bulup açmıştı. Babasının bazı evrak ve fotoğraflarının altında küpelerini bulmuştu önce. Küpeleri daha eline almadan yıllardır peşinde olduğu, sekiz yaşındayken kara önlüklü, beyaz yakalı, siyah beyaz sararmış fotoğrafı görmüştü…

“Çayınız bittiyse sizin fotoğrafa bir bakalım.” dedi genç bir ses. Bir an nerede olduğunu çıkarmakta zorlandı. Fotoğraf sözcüğünü duyunca o yıllanmış tılsım harekete geçti, kendi geçmişinin ve gerçeğinin en temiz hatırasını, siyah beyaz fotoğrafı hatırladı. Kutsal bir nesneyi tutar gibi çantadan çıkardığı zarftan fotoğrafı aldı. “Bunun üstünde hiçbir oynama yapmadan, zamana ait tüm lekeler, izler de olduğu gibi kalacak şekilde kopyasını istiyorum birkaç âdet. Bir tane de büyültülmüş olarak…” dedi titrek, içten ve de dokunaklı bir sesle. Elindeki vesikalık fotoğrafın ön yüzünü inceledi sonra arkasını çevirdi. O an şaşırarak durakaldı. Tekrar baktı. Emin olduktan sonra “Bu fotoğrafı çektirdiğiniz günü ve yeri hatırlıyor musunuz?” diye sordu. “Evet,” dedi Münevver, “Okula kaydım yapılacaktı. 1979 olmalı. O zaman Foto Şafak diye bir fotoğrafçı vardı. İsmail Amca derdik biz, İsmail olmalı ismi.” Genç adamın gözlerinin dolduğunu fark eden Münevver, merak ve biraz da kaygıyla, “Neden sordunuz, bir sorun mu var?” dedi. Her hâlinden derin bir üzüntü içinde olduğu anlaşılan fotoğrafçı, “Yok hanımefendi. Sorun yok. Evet, bu fotoğraf Foto Şafak’ta çekilmiş. Arkasındaki yazı hâlâ duruyor. Fotoğrafçı İsmail dayımdı. Maalesef dün vefat etti. Bu sabah da defnettik.” Şaşırma sırası Münevver’e gelmişti. “Başınız sağ olsun. Gerçekten büyük tesadüf.” Dediği anda telefonu çaldı. Arayan abisiydi. “Babam fenalaştı Münevver. Gelsen iyi olur.” dedi ve aniden kapattı. “Siz fotoğrafı çoğaltın, ben akşama gelip alacağım.” diyerek apar topar çıktı.
Eve girdiğinde ağabeylerini, sessizce ağlayan annesini sakinleştirmeye çalışırken buldu. Büyük olanı Münevver’i görünce, “Babamı kaybettik kardeşim. Başımız sağ olsun.” dedi ve hüzne gömüldü. Fotoğrafçıda yaşadığı şoku atlatamayan Münevver gözyaşlarını tutamadı. Yıllarca görüşmediği babasını düşündü. “Görmesen de değer verdiğin bir şeyin var olması ne kadar güzel. Var olmak; hiç olmaktan ne kadar anlamlı bir duygu.” diyerek annesine sarılıp sessizce ağladı.
Bir gün sonra cenaze töreninden hemen önce imamın tüm karşı koyuşuna rağmen babasının kefenlendiği odaya girdi. Çoğalttırdığı fotoğraflardan birini onun göğsüne yerleştirip gizledi. “Artık sonsuza kadar birlikteyiz baba,” dedi içinden.
Başak CANDA
S O N
*Bu öykü ilk kez Myrina Yayınları 2023 Öykü Seçkisi kitabında yayımlanmıştır.
Yazar Hakkında:

Başak Canda, 1974 yılında Zonguldak’ta doğdu. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde okudu. Belçika’ya geçerek eğitimine devam etti. Eğitimine devam ettiği yıllarda yazılı ve görsel basında profesyonel gazetecilik yaptı. Gazete Duvar, Bianet, Evrensel, Ekmek ve Gül, Edebiyat Burada, Edebiyat Haber, Maya Kültür, Kirpi Edebiyat, SözYüzü, ÇınarDibi gibi birçok dergi ve gazetede başta çocuk eğitimi olmak üzere toplumsal içerikli yazılarıyla öyküleri yayımlandı.
0-12 yaş arası çocuklara eğitmenlik için Brüksel’deki IEPSCF (Institut d’Enseignement de Communauté Française)’den mezun oldu. Bu alanda çalışıyor ve kendi YouTube kanalında sanatın ve edebiyatın değişik alanlarından seslenişleri içeren programlar yapıyor. Her Anım Sendin adlı ilk öyküsü Rengin Göçmen Kadın Öyküleri, Münevver adlı öyküsü de Myrina Yayınları Öykü Seçkisi’ne değer görüldü.
Münevver, daha önce Aynalı Çarşı öyküsüyle Novelius Edebiyat’ta yer bulan yazarın yayımladığımız ikinci öyküsüdür.
10.09.2023 © Novelius Edebiyat
“Şairim,
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası,
Ayak seslerinden tanırım.” Demişti Bedri Rahmi.
Öykünüzün ayak sesinden yeni bir yazarın doğuşunu hissetmek için yazarlık iddiasına bile gerek kalmıyor. Şimdiden edebiyatımıza yapacağınız katkı için teşekkürler Başak Hanım.
… ne ölüm yaktı, ne yokluk yıktı bu kadar
giderken beni ne kadar mahcup etti yar/ demiş Sezen abla. Süslü sözcüklerin prim yaptığı günümüzde konuşurken bile ellerini nereye koyacağını bilemeyenlerden oldum hep. Teşekkürler sevgili Derya. Sevgiler.
… ne ölüm yaktı, ne yokluk yıktı bu kadar/
giderken beni ne kadar mahcup etti yar/ demiş Sezen abla. Süslü sözcüklerin prim yaptığı dünyamızda konuşurken bile ellerini nereye koyacağını bilemeyenlerden oldum. Teşekkürler sevgili Derya.
ir fotoğraf üzerinden, yine bir öyküyle hayatın fotoğrafını çekmişsin Sevgili Başak. Tüm öykülerinizi takip etmeye çalışıyorum. Hasada hazırlanan başaklar gibi olgunlaşan öykülerinizi okumak, duygudan duyguya geçmek, bu öyküde çok daha başarıyla vücut bulmuş. Yüreğiniz ve kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…
İzo
Çok teşekkür ederim İzo can, hayatlarımızda o kadar çok fotoğraf var ki yazılması gereken… duygusunun peşinden gidilmesi gereken. Kalemler susmasın, çoğalmalara…
Münevver, kız çocuğu olan her babanın okuması gereken bir öykü bence. Anlayışlarımızın sınırlarını göstermiş bize sevgili Başak ablacım
Çok teşekkür ederim canımcım, umarım okurlar ve o bağın güçlülüğüne bir kez daha tanık olurlar.
Bir fotoğrafın dünü bugünü… ve yaşanmışlıkların hüznü. Aslında geri alınamayacak telafi edilemeyecek hüzünlerin yolculuğu.İyi bir öykü okudum sevgili Başak.
Çok teşekkür ederim sevgili Sason. Maalesef hayatlarımızda telafisi zor gibi olan ancak dokunabilmeyi bildiğimizde iki tarafı da iyileştirecek bir güç var. Sevgi. Kullanmaktan korkmayanlara… teşekkürler.
Bazen insan soz bulamiyor hele ki, benim gibi hisselerini anlatamayan biri icin . Duygular in vizcdanin Ve sevgi in zenginliginin fakirligini yasamak neden hep bize duser be Munevver❤️💚belkide Ama neden dir bu sevdigimiz en deger verdiklerimizi kirmamiz !! Görmesen de değer verdiğin bir şeyin var olması ne kadar güzel. Var olmak; hiç olmaktan ne kadar anlamlı bir duygu.”
Ne yazık ki öyle Sevgü, insan en çok en yanındakini kırar… aslında sarıp sarmasını bildikten sonra sevginin zenginliğini/gücünü beraber yaşamasını da öğrenir böylece. “Varım ama seninle daha da varım.” …var oluşuna, oluşumuza❤️
Bir fotoğrafın arka yüzüyle değilen başka bir yaşam daha. Kendi yaşanmışlığına eklenen. Topluma işlenmiş hiç yoktan ayrımcılık ne yazık ki baba-kız bağına kadar inip yerle bir edebiliyor. Önemli bir konu ancak bu kadar dokunaklı anlatılabilinirdi. Teşekkürler Başak.
Çok teşekkür ederim Delil can. Toplumumuzda hiç yoktan yaratılan acılar o kadar çok ki… dokunmasını istemiştim, ne güzel!