13.09.2023 © Novelius Edebiyat
İnceleme Yazarı: Mehmet BAHÇECİ
Bilinen Tüm Zamanlar, Recep Kayalı
Bu hafta masamdaki kitap, Recep Kayalı‘dan, Bilinen Tüm Zamanlar. Vacilando Kitap etiketiyle yayımlanan eser, Novelius Edebiyat 2022 Yılı Edebiyat Soruşturması’na katılan pek çok yazarın da beğenilerini dile getirdikleri eserler arasındaydı. Açıkçası ilk kez o günlerde dikkatimi çeken ve okuma gündemime aldığım eserin kapağını nihayet birkaç gün önce kaldırabildim. Sıcağı sıcağına da kitapla ilgili düşüncelerimi, hangi hususları beğendiğimi, eleştireceğim hususlar var mı, hepsini bir bir yazmak niyetindeyim.
Dilerseniz, metinle ilgili düşüncelerime geçmeden önce eserin fiziksel tarafına ilişkin görüşlerimi çok kısa aktarayım… Ama önce işbu yazıyı okuyacak okurlardan özür dilemek istiyorum, tahminimden uzun bir yazı olacağa benzer, şimdiden sabırlar diliyorum sizlere.
Umarım incelemem eserin kendisinden uzun olmaz…
Doksan beş sayfa, yedi öyküden müteşekkil eser, pek hoş bir kapak illüstrasyonuyla ve aynı hoşlukta seçilmiş, orijinal ve fiyakalı bir adla okurları selamlamakta. Elindeki balyozla zamanı un ufak eden, böylece hem zamanı hem de kendisini tüketen insan görseline yer verilmiş illüstrasyonda. Bir yönüyle de, insanın zamanı tüketerek kendini ve medeniyeti inşa etmesi şeklinde de yorumlanabilecektir sanıyorum. Açıkçası her iki çağırışımı da ben çok beğendim… Hani bu esere bir kitapçı rafında tesadüf edecek olsaydınız, bahse girerim elinize alıp şöyle bir inceler, rastgele üç beş cümlesine göz attıktan sonra da usul usul kasaya yönelip, “Bana şuradan bir Bilinen Tüm Zamanlar sar,” derdiniz. Böyle mi diyorduk sahiden kasadaki görevliye? Böyle mi yapıyorduk? Karıştırdım sanırım…

Adından, kapağına; kapağından editöryasına ve oradan da düzeltisine, oldukça özenli bir iş ortaya konulmuş, sözün özü; meta olarak da başarılı bir çalışmaya imza atılmış.
Recep Kayalı, 2013’den bu yana yayımlatmayı başardığı: Dip, Taşın Dediği, Kamburuma Üç Sebep ve Bilinen Tüm Zamanlar isimli kitaplarıyla günümüz edebiyat dünyasında çoktan yerini almış, yolunu tutmuş genç yazarlarımızdan. Ben açıkçası diğer kitaplarındaki dil, kurgu ve kurmaca düzeyini, bu okumuş olduğum kitapla birlikte pek merak eder oldum. Nasıl bir gelişim gösterdi, önceki eserlerinde neler yaptı, neleri denedi, neleri başardı… Şimdi hepsi benim için merak konusu. Dilerim onları da okur ve yorumlamaya çalışırım. Şimdi biz Bilinen Tüm Zamanlar‘a odaklanalım ve kitaplığımdan püfür püfür esen bu güzide kitabın röntegenini dilimiz döndüğünce çekelim.
Evet, eser (umarım okuma sıcaklığının heyecanıyla abartmıyorumdur) okuduğum (muhtemelen) en iyi açılış öyküsüyle start alıyor. Çok beğendiğim, Kara Ulak Ensar’ı Tüketen Şeyler adlı o tuhaf öyküden bahsetmekteyim elbette. “Çok beğendiğim,” diyorum ama ilk başta, kendi içimde şöyle bir kara mizaha imza atmışlığım da mevzubahistir: “Kara Ulak da ne ola, o da ne biçim isim yahu, hangi çağdayız, ulak mı kaldı, üstelik Kara Ulak!..” tarzı huysuzlanmalarla kitaba yaklaşmıştım. İitiraf ediyorum, yazarı değil ama sırf isminden sebeple kitabı hafife almıştım. Fakat (ve neyse ki) daha ilk sayfadan Kara Ulak lafzının zihnimdeki (yersiz ve yanlış) imajı silindi, hatta yerini büyük bir meraka bıraktı. O kadar ki, daha ilk sayfayla Google’da Ulaklık müesesesini araştırmaya bile başlamıştım. Bir köşeye çiziktirdiğim araştırma notlarımı da yazımın devamında paylaşacağım elbette.
Biraz üstte yazarın eserlerini zikretmekten muradım bambaşka bir duruma dikkatleri çekmek içindi esasında ama yazının doğal akışında çok farklı bir hususa değinip başka şeylerden söz ederek cümlemi tamamlamışım. Aslında şunu demeye çalışıyordum: (nasıl doğru şekilde izah edebilirim ki bunu?..) handiyse demini bulmuş bir yazarın olgunluk eserini okuyor gibiydim eser boyunca. Bilhassa Kara Ulak Ensar’ı Tüketen Şeyler isimli öyküde bu duyguya fazlasıyla kapıldım. Her şeyden önce kurmaca atmosferine okurunu dahil etmekte çok mahir bir yazar olduğunu gözlemlemekteyim Recep Kayalı’nın. Kara Ulak Ensar’ın öyküsünde adeta Ensar karakteriyle okuruna nefes aldırmayı (hatta soluğunu kesmeyi) başarıyor. O kar, o kış kıyamet, o savaşın mahvettiği insanların çilesi, acı haberle kahveden seğirten o çocuğun dramı, o evi mesken tutan ve zavallı adamın yüzünü, ayaklarını kemiren farelerle Ensar’ın ürpertici savaşı, keza öykünün finalinin hiç akla gelmedik bir sonla, şok edici, tokat gibi bir olayla yapılması… Hâsılı, Ensar’ın tükenmesine sebep olan tüm o şeyler adeta yarı tematik, yarı sanatsal bir filmi dev ekranda, tüm boyutlarıyla, en ikonik, en sarsıcı kareler eşliğinde üstelik, izlemek gibi bir deneyime eşdeğerdi benim açımdan. Umarım tam olarak anlatabilmişimdir buraya kadarki kısmı…

Ensar’ın öyküsünden hareketle birkaç hususun daha altını çizeyim: yazarın gözlemci tarafı, detayları es geçmemekteki başarısı, bunlar da beni bir hayli etkileyen unsurlardı. Yazar adeta Ensar karakteri olmuş, bir diğer öyküsünde Tufan, bir diğerinde de kâh Mithat kâh Havva karakterinde vücut bulmuş, onları sadece yaratmamış, hayal etmemiş, bizatihi kendisi onlar olmuş. Diğer bir anlatımla, yazarımız yarattığı kurmaca evrene uzaktan şöyle bir bakmamış da, karakterlerinin o çaresizliklerini, dramlarını, iç yangınlarını ve kimi zaman da yüzlerine yansıyan o kırık, o mahcup neşelerini adeta yüreğinde taşımış, yüreğinden taşırmış ve o dolup taşma hâliyle de eserini kaleme almış. Ben okuyan ve naçizane kalem oynatmaya çalışan bir kardeşiniz olarak tahminlerimin doğruluğundan en az adım kadar eminim.
“Kara haberciler yetimler arasından seçilirdi. Bu yüzden okutmuştu onları devlet. Öyle ya, ailesi olmayan o acıyı da bilemezdi. Burnu akıyordu. Yorgunluğun avucunda girdi kasabaya. Kolunda takılı olan bantta kara habercileri simleyen kargayı (kara haber ulaklarının simgesi karga, hayırlı haber ulaklarında ise güvercin sembolü olurdu) görenler uzaklaştı. Dehşete kapılmış gözlerle izledirler onu.” S.12
Üstte paylaştığım alıntıyla bile öykünün neye benzediğine dair ipuçları okurların zihninde az çok canlanacaktır. Ensar adında bir ulağımız, daha doğrusu Kara Ulağımız var. Savaştan mustarip bir coğrafyada, icra memurlarından bile beter, vergi tahsildarlarının uğursuz suratlarından bile sevimsiz bir görevi yerine getiriyor bu ulaklar. Devlet onlara belli olanaklar ve elbette bir de maaş bağlamış. Gidin milletin ocağına incir ağacı dikin dercesine bir görev vermiş. Kara elbiselerinin içinde, kara sembolleriyle kapkaralar ama hanelere götürdükleri havadisler üst başlarından bile kara. Örneğin savaşta ölenlerin, sakat kalanların vs… haberini ulaştırıyorlar halka. Alıntıdan da görüleceği gibi, Kara Ulağımız Ensar’ı gören ahali şöyle bir sarsılıyor, dehşete kapılıyor, ölüm listesinden kimin adı çıkacak acaba diye.
Öykünün geçtiği dönem günümüze yakın bir dönem olsa gerek. Buzdolabı gibi teknolojik ürünlerin varlığına bakarak öyküdeki zamanın 1940 – 1990 arası yılları işaret ettiğini düşünüyorum. Yani Kara Ulak lafzına bakıp Osmanlı ya da daha öncesi yüzyıllar canlanmasın zihninizde.
Kara Ulakların bir de tam zıttı ulaklarımız var öykümüzde. Hayırlı haberler taşıyor onlar. Fakat öykü boyunca onlarla bir işimiz yok. Zıtlığı, karşıtlığı, siyahın karşısındaki beyazı temsil etmelerinin ötesinde bir rolleri ve vasıfları bulunmuyor. Zaten hep öyle değil midir, işleri gümüş olanın, müreffeh olanın, rahatta olanın değil de, kötünün, dertlinin, dibe batanın, kadersizlerin, bahtsızların, yolsuzların ve yoksunların yaşamından öyküler, dersler çıkartırız genellikle. Çoğunlukla iyi edebiyatı oralarda arar ya da buluruz. İşte bizim de bu öyküde mutlu tarafla değil yüzü ve gönlü kararmış tarafla işimiz var gibi… Ne gibisi, tam olarak orayla işimiz var. Bu arada Kara Ulakların sembolüne dikkatinizi çekmek isterim: karga! Şaşırdık mı? Tabii ki hayır. Bembeyaz bir tavşan ya da sevimli bir sincap olacak değildi ya. Karga, Yunan mitolojisinde uğursuz kabul edilen bir hayvancağız. Kelt (İrlanda, İngiltere dolayları) kültüründe de hem uğursuz hem de ölümü çağrıştıran, ölümün yakınlarda kol gezdiğine delalet eden bir hayvan olarak anılıyor. Aslında bizim de gündelik yaşamlarımızda kargalardan pek hazzettiğmiz söylenemez. Hiç değilse çöpten beslenen bir hayvan olarak görür, kumru, güvercin gibi kuşlara beslediğimiz muhabbeti kargalara beslemeyiz. Bu noktada bir istisna olarak belirtelim, Şamanlarda ve Göktürk kültüründe kargalara ruhsal ve tanrısal özellikler atfedilmiş. Bu da yüzeysel “karga” araştırmama dair son anekdotumdu. Evet, aydınlık tarafı güvercin, karanlık tarafı da karganın temsil etmesi pek isabetli ve manidar olmuş.

“Kahvehane halkı kara ulağın ağzından çıkacak her kelimeyi merak ediyordu. Heyecandan bıyıklarının uçlarını kemiren Ocakçı kendini tutamadı. ‘Haberler nasıl? Çok üzecek misiniz bizi?’ Bu soru, açlığı, soğuğu ve yorgunluğunu üzerinden atıp içten içe uykuyla flörtleşen Ensar’ı kendine getirdi. İçi titredi. Oturuşunu düzeltti. Birisi için meraklanıp endişelenmenin naıl bir şey olduğunu düşündü.” S.13
Ahaliyle, Ensar’ın karşılaşmalarına dikkatleri çekmek istiyorum. Her iki tarafın mutsuzluğu nasıl da belirgin! Birine senin oğlun öldü haberi getirmek, velev ki cephede savaşırken kahramanca ölüp ailesini onurlandırsa bile, ne kadar acı. Ulağımız maalesef bu yükün altında eziliyor. Yazar onun iç dünyasını, orada kopan fırtınaları öykü boyunca büyük bir maharetle okuruna geçiriyor. Öyle umursamaz, adam sendeci biri değil ulağımız. Diğer kara ulakları bilemeyiz ama Ensar’ımız gayet içli, gayet de hisli biri. Bir kere köksüz o köksüz! (Öykü de bir kez “köksüzlüğü geldi aklına”, iki kez de “köksüzlüğünü düşündü” ifadesi geçmektedir) Gerçi, kurmacaya göre kara ulaklar hep anasız babasızlardan seçiliyor ya, öykü gerçekliğinde köksüz olması gayet doğal. Lakin ilginize sunmak istediğim husus görevinin altında ezilirken, bir yandan da köksüz oluşunu mesele edinmesi, bununla dertleniyor oluşudur. Ki kapkara görevi de pek öyle konforlu bir iş ortamı sunmuyordur. Dertli olmak için nedeni çok yani ulağımızın. Köksüz oluşuyla ilgili dertlenmesi, leit motif tekniğiyle de desteklenerek (ki çok yakışmış kanımca, anlatıma cuk oturmuş) etkili bir biçimde icra edilmiş. Açıkçası, leit motif tekniğinin olmaması öykümüze pek bir şey kaybettirmezdi ama varlığının çok şey kazandırdığı açık.
“Kara habercilerin görevlerinden biri de mektupları okumak olduğundan araya giriyor Ensar: ‘Ver ben okuyayım abi,’ Yüzü gülüyor Ocakçı’nın. ‘Allah razı olsun,’ diyerek çömeliyor yanına. Mektup okundukça kendinden geçiyor Ocakçı. Minik bir yumruk yaptığı elini ısırıyor, gülüyor.” S.15
Ocakçı neden gülüyor, neden adeta yerinde duramıyor, yumruk yaptığı elini ısırıyor? Cevabı henüz okunan mektupta mı gizli yoksa işin içinde başka türden işler de mi var? Yoksa tüm bunları bendeniz güvenilir(!) incelemeciniz heyecan kasmak için mi sıralıyorum? Bu soruları da kitabı okuyarak cevaplayın en iyisi… Şunu da açıklayalım ki mantık hatası olmasın: Kara Ulaklar kötü haber iletmekle mükellef olsalar da heybelerinden sevinçli haber barındıran mektuplar çıkması da olası. Yani bunları da oturup silecek, yerine kötü havadisler yazacak hâlleri yok. Olaya böyle bakmak lazım.
Kahramanımız sevmese de yapmak zorundadır görevini, bu itibarla patır patır öleni kalanı okur ahalinin yüzüne. Yapacak bir şey yoktur, görev görevdir. Ölüm listesini okumasnın akabinde cephedeki askerlerin yazdığı mektupları sahiplerine verir, bir kısım mektup ve paketi de civarda oturan halka ulaştırmak üzere adreslerini öğrenmeye çalışır. Ve en önemlisi de okuması olmayanlara mektupları okur. Çünkü bu da ulakların görevleri arasındadır.
Kahvhane faslından sonra öykü daha da güzelleşerek devam etmektedir. Ulağımız iş planını yapmıştır, hangi evlere mektup, kimlere paket teslim edeceğini belirleyip, yola düzülmüştür. Bu arada kara ulakların Yaşlı Karga Pansiyonu adındaki bir yerde konakladıkları bilgisiyle karşılaşmaktayız. Hoş bir detaydı bence bu.
Ve devamında kahramanımızı, Yasemin’in evine giderken görüyoruz. Cephedeki askerin mektubunu daha doğrusu paketini teslim edecekti ya hani… Fakat burada ilk kez köksüz oluşuna şükredecektir. Neden böyle düşünmektedir, nasıl bir olay sonucu bu çıkarıma varmıştır? Vallahi okuyun derim.

Kitaptaki en orijinal, en akılda kalıcı, en tuhaf öyküyü böyle uzun uzadıya anlattıktan sonra diğer öyküler için yerimiz kalmadı. Dağılın hadi, kapatıyoruz dükkânı… Şaka bir yana diğer öykülerdeki ortak noktalara şöyle kısaca değinip yazımı bitirmek niyetindeyim.
Evet, diğer öyküler genel anlamda hüzün dozu yüksek öykülerden oluşmakta. Ve son derece akıcılar, anlamlılar… Yani yazmaya değer meseleler hakkında kalem oynatmış Sevgili Recep Kayalı ve kaleminin hakkını da maksimum düzeyde vermeye çalışmış. Bu ilk öyküden son öyküye, tartışmasız şekilde geçerli. Yani yoruma açık bir mevzu değil, göreceli değil.
Kitaptaki çoğu öykünün üçleme şeklinde yazıldığını görmekteyiz. Yazarın tarzının biyografik anlatıma yakın olduğu söylenebilir. Örneğin üçleme formunda yazılan, kitaba adını da veren öykümüz olan Bilinen Tüm Zamanlar‘da kahramanımız Mithat’ın yaşamının üç dönemine şahitlik ediyoruz. İlkin ilkokul birinci sınıftaki bir çocuk olarak karşımıza çıkıyor, annesi Havva da çok ön planda, sonra yetişkin biri ve son olarak da annesi Havva’nın hastalığıyla yüreği yanmakta olan daha ileri yaştaki birisi olarak karşımıza çıkıyor. Biyografiye benzetişimin sebebi de budur işte. Kahramanın hayatını üç parçada, tek bir öyküde farklı yaş dönemleriyle anlatıyor… Diğer üçleme öyküleremiz de kurgusal olarak bu kıvamdalar diyebiliriz. Bilinen Tüm Zamanlar‘ı okurken, bilhassa son bölümde, gıdıma bir yumruk oturuverdi ki sormayın. Evet, bir rivayete göre sulugöz olduğum (bilhassa kitap okurken) söylenilebelir ama üzüldüm cidden ve lanet olsun dedim bir hışım. Lanet olsun! Dedim de ne oldu?
Gelelim eleştirilerime… Bakalım hangi hususlar gözüme batmış, nasıl şikayetlerim olacak, biraz da onlardan konuşalım. Hadi bakalım, oraya gelelim. E hadi gelelim…
Gelemiyoruz çünkü yok. İki üç cümlecik de olsa eleştiri yapayım, her şeyi büyük bir beğeniyle, (tabiri caizse alık alık) okumuş okuyucu konumuna düşmeyeyim, ben de isterdim. Lakin ciddi söylüyorum eleştirilebilecek bir husus bulamadım. Ne yapıyım yani, iftira mı atıyım yazara? Kötü yazmışsın, beğenmedim mi diyeyim? Şaka bir yana, sırf eleştirmiş olmak için ıkına ıkına, zorlama şeyler yazmayı sevmiyorum. Kurguda bir hata, kulağımı tırmalayan kelime ya da cümle, temposuzluk, gereksiz uzatma vs. vs… durumlarla karşılaşmadım hiç. Bu bahiste tek diyebileceğim, tabii o da bir eleştiri sayılırsa, Süt Üçlemesi isimli öykünün finalinde yaşlı adamın ağzından uzun, ıslak, kara bir cismin çıkmasını bir parça yadırgadım diyebilirim. Bu da ne alaka şimdi dedim. Zira bu kısım bana biraz tuhaf gelmişti. Gerçekçi havada ilerleyen öykünün finali bir anda büyülü gerçekçi bir dile kayıverdi sanki. Kaydı, kaymasında bir şey yok da, sanki bu geçiş ben de tam oturmadı. Belki de orada temsili bir şey vardı, bir tür metafor gibi, ben mi kaçırdım yoksa, ondan da hiç emin değilim.
“ULAKLIK KURUMU” HAKKINDA:
Ulaklık, belli prensiplere dayalı olarak kurulan ve Türk devlet geleneğinin vazgeçilmez haberleşme kurumu olarak karşımıza çıkan kadim bir müessesedir. Osmanlılardan çok önce varlığı bilinmektedir. Çok eski bir Türk kültür sözü olan “Ulak” kelimesi, ulamak fiilinden yapılmış bir isimdir. Ulamak, ulaşmak, ulanmak gibi kelimeler Göktürk yazıtlarında yer aldığı hâlde Ulag veya Ulak kelimeleri nedense anılan yazıtlarda yer almamaktadır. Kâşgarlı Mahmud’a göre XI. yüzyılda ulag sözünün iki manası vardı: Birincisi; “Postacının bindiği at”, ikincisi de; “Yama” demekti. Derleme Sözlüğü’ne göre bugünkü Anadolu’da ulak, “Her zaman el altında bulunan yardımcı” anlamına gelmektedir. Osmanlı Devlet teşkilâtında atla giden, devlete ait resmi belgeleri bir yerden başka bir yere götürüp getiren resmi postaya “Ulak” adı verilmiştir. Bu ulaklar özel eğitim görmüş güvenilir kişiler arasından seçilmişlerdir. Gölge misali engelleri aşan, sabâ yeli gibi esen, martı kuşları gibi kanat açan, kuş gibi uçan ulaklar gizli ve mühürlü mektupları varacakları yere götürmüşlerdir. Çağatay Lügati’nde ve Osmanlı Türklerinde “postacı”, “müjdeci, “haberci” gibi anlamlara gelmektedir. Kaynak: HABERLEŞME HİZMETLERİ ve OSMANLI DEVLETİ’NDE ULAK ORGANİZASYONU (Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Bu Konudaki Görüşleri) Yrd. Doç. Dr. Faris ÇERÇİ
İncelememiz burada bitiyor. Bilinen Tüm Zamanlar okurlara emanet. Yeni kitaplar, yeni keşifler hayatınızdan hiç eksik olmasın.
Ne mutlu kitaplarıyla hayallere dalanlara!
Sağlıcakla.
Mehmet BAHÇECİ
13.09.2023 © Novelius Edebiyat