16.09.2023 © Novelius Edebiyat - Ümit Yaban
“Sevdiğim yazarların hayat hikâyelerini özellikle okuyarak eserlerini hangi koşullar altında ürettiklerini anlamaya çalışırım. Gittiğim ülkelerde, şehirlerde yazarların evlerini, çalışma odalarını, yemek yedikleri restoranları, hatta mezarlarını ziyaret edip iç dünyalarından ipuçları ararım….”
FİGEN KOŞAR
Ah ilk kitaplar, sanki yazandan bir parça kopacak da evrende yıldız gibi parlayacakmışçasına müstesna bir öneme sahiptir. Bu önem hem yazarlar hem de edebiyat tarihi için geçerlidir. Bu heyecana ortağız ve zevkle görünürlüğüne katkı sunmayı kendimize görev addediyoruz.
Röportaj: Figen Koşar – Ümit Yaban
Ümit YABAN: Sayın Figen Koşar, ilk kitabınız Vourla – Öteki Kıyı’yı kutlarım. Romanınız Luna Yayınları basımı ile okuyucusuyla buluştu. Çok araştırılmış, emek verilmiş, sevgi yüklenmiş bir kitap tebrikler. Öncelikle merak ettiğim sizsiniz, edebiyatla kurduğunuz ilişkiye de değinerek kendinizi tanıtır mısınız? Figen Koşar kimdir?
Figen KOŞAR: Her türlü konuyu, duyguyu uzun uzun tarifleyebilirim de ibre bana dönünce biraz zor oluyor, kendimi anlatmayı pek sevmiyorum galiba. Gaz ve toz bulutundan başlayalım o halde. Balkan kökenli bir ailenin ilk çocuğu olarak Trakya’da, Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde doğdum. Büyüdüğüm şehrin o zamanlar bir kasaba kıvamında, babamın da o kasabanın tanınmış kişilerinden olması sanırım edebiyatla beni ilk buluşturan unsurdu. Sokakta arkadaşlarımla oynamak ya da annemin benden yaratmak istediği hamarat genç kıza dönüşmek yerine kitapları seçtim kendime yoldaş. Her biri ile ayrı kişiliğe büründüm, hem ergenlik bunalımlarımı dengeledim hem bulunduğum şehirden çıkıp diyar diyar gezdim. Yazmayla derdi olan pek çoğumuz gibi elim kalem tutmaya da o yıllarda başladı yine. O zamanlar da hayatımda öyküler, şiirler hatta ülke çapında ödüller olmasına rağmen bunları ödev niteliğinde görüyordum galiba. Yazmak anlamında edebiyat ile ilişkimi burada kestim ve eğitim olarak matematiğe yöneldim. Mülkiye’yi bitirdim. Ancak siyasetten de bürokrasiden de uzak durdum, bankacılığı seçtim. Kurumsal hayatım bir yerden sonra başka sektörlerde devam etse de hep müşteri ilişkisi yönettim. Sanırım en büyük kazanımlarımdan biri bu oldu. Çok insan tanımak ve ikna etmek zorunda olmak, gözlem yeteneğimi ve hatta psikolojik tahlil gücümü geliştirdi zamanla. Yazmak için çok kritik yetkinlikler bunlar.
Hayatımın bir döneminde ailevi sebeplerle Hakkari’de yaşamak durumunda kaldım. Trakya’da doğmuş, Ankara’da okumuş, İstanbul’da çalışmış biri olarak bir günde ezberim bozuldu, tanıdığım hayattan 30 yıl geriye gittim. Sanılanın aksine olumsuz etkiler bırakmadı bu durum bende, coğrafyanın kader olduğunu otuzlu yaşlarımın başında orada öğrendim. Aynı ülkenin içinde bile bu kadar farklı hayatlar yaşanabiliyorsa, dünya acaba nasıl bir yerdi?
Ruhumun gezgin yanı ile ülkemin en dibinde, en doğusunda tanıştım. Seyahat, kitaplardan sonra beni geliştiren ikinci kritik unsur oldu. Kendime turist diyemem ama modern seyyah olduğumu söyleyebilirim gururla. Kısıtlı bütçem, kısıtlı zamanımla kendi koşullarım dahilinde maksimum faydayı yaratarak elliden fazla ülke, sayısız şehir deneyimledim. Gözlemlediğim farklılıkları, özellikle tek başına seyahatten çekinen kadınlara ilham olması için çeşitli platformlarda, dergilerde paylaşmaya başladım. Anlattıklarım “nerede ne yenir, ne içilir, ne alınır “dan ziyade yol ve insan hikâyeleriydi. Bu hikâyelerle kalplere dokunabildiğimi fark ettim. Zamanla yazılarıma kurgu karıştı. Şehirleri ve insanları kurgulaştırarak anlatmaya başladım.

Ümit YABAN: Yazma yolculuğu nasıl başladı? Kitabınızın yazım aşamasında özel bir editöryel yardım almadığınızı biliyoruz. Atölyelere de dahil olmamışsınız. Üslubunuzu oluşturmanızda nasıl bir yol izlediniz? Tek başına zor olmadı mı?
Figen KOŞAR: Çevrem benden yol hikâyelerimi kitaplaştırmamı bekliyordu artık ama ben kurguya bulaşmıştım. Okumak bir an için nasıl başka kişilere dönüşmenizi sağlıyorsa yazmak daha keyiflisiydi. Olmak istediğiniz ya da istemediğiniz kişilere dönüşebiliyordunuz yarattığınız karakterlerle. Bir nevi oyun gibi. Hatta canınız biraz muziplik yapmak isterse, hayatınızdan geçen insanlara ufak cezalar, ufak ödüller de verebiliyordunuz kelimelerinizle.
Ben de böyle yarı oyun, yarı ciddi yazmaya başladım. Yazdığım metinlerin edebiyat sayılıp sayılmayacağını anlamak istediğimde, bir bilene başvurmam gerektiğini fark ettim. Bahsettiğiniz atölyeler benim gibi edebiyat eğitimi almamış olanlar için bu işin okulu ve ben okullu olmaya yürekten inanırım. Maalesef o dönem çalışma koşullarım bir atölyeye devam etmem için elverişli değildi. Ben de ikinci en iyi bildiğim yola başvurdum. Okumak. Yazmak üzerine yazılmış ne kadar kitap varsa okudum. Murat Gülsoy, Semih Gümüş, Salih Bolat, Stephan King, Hemingway, Virgina Woolf, Murakami ve daha niceleri. Sonra sevdiğim kitapları buralardan edindiğim ipuçları ile tekrar okumaya başladım. Neden sevdiğimi anlamak için. Yine bu ustalardan edindiğim bilgileri metinlerime ekledim, bahsi geçen bazı teknikleri el yordamı ile kullanmış olduğumu fark edip bilen gözlerle tekrar değerlendirdim. Tüm bunları yaparken tek dikkat ettiğim, samimiyetimi kaybetmemekti. Üslup dediniz ya, ne tür metin yazmış olursam olayım benim üslubumun en belirleyici özelliği samimiyet sanırım.
Yazdıklarımın edebi karşılığının olup olmadığını görme arzum devam ediyordu ve bu soruma en gerçekçi yanıtı alabileceğim yollardan biri yarışmalardı. Yazdığım ilk metinlerden birini, 2021 yılında çok kıymetli bir mihenk taşı olan Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması‘na gönderdim ve ödül aldım. Tarifsiz bir duyguydu bu. Akabinde bir öykümü daha çalışan çocuklar temalı bir yarışmaya gönderdim. Hakkari’de geçen yıllarımdan devşirdiğim bir hikâyeydi anlattığım. Yaklaşık beş yüz eser arasından benim yazdığım -bana göre acemi- metin birincilik ödülü almıştı. Kazandığım ödülden ziyade, yarışmayı düzenleyen Fişek Enstitüsü Yönetim Kurulu Başkanı Oya Hanım’ın törendeki sözleri çok mutlu etmişti beni.
“Okuduğumuz öykülerin neredeyse tamamında çok ağır bir acı acı vardı, oysa siz tüm duyguları çok dengeli vermişsiniz. Bir de güvenlik anlamında bahsettiğiniz süreç malum çok hassas. Onu da çok insani boyutta ele almışsınız. Örneği var mı diye geriye doğru tüm külliyatı taradık, bulamadık” demişti. Bu sözler sanırım bana bu işi yapabiliyorum hissiyatı veren ilk yüreklendirici cümleler oldu.
Yarışmalar güzeldi ama yazdığım metinleri okurla buluşturmak zor oluyordu. Onların da görüşüne ihtiyacım vardı. Burada da edebiyat dergi ve platformları girdi hayatıma. Öykü yayımlandıktan sonra hiç tanımadığım kişilerin bana ulaşıp onda yarattığım hissiyatı anlatması, manevi tatmin anlamında alınan en büyük hazlardan biri bana göre.

Ümit YABAN: Yazım ve yayınevi bulma safhalarında zorluklarla karşılaştınız mı? Kitabınızı raflarda gördüğünüz o ilk ân neler hissettiniz?
Figen KOŞAR: Yayınevi malum bu işin en zorlu kısımlarından biri. Bunu ilk kitap deneyimi yaşayan pek çok arkadaşımın geçtiği yolu takip ederken anlamıştım. Pandemi süreci, dövizin geldiği durum, kâğıt fiyatlarının artması büyük yayınevlerini risk konusunda daha da duyarlı yaptı haliyle. İlk kitabın çok fazla şansının olmadığını, aylarca bekleyip motivasyon ve verim kaybı yaşayabileceğimi biliyordum. Butik bir yayınevi ile çalışırsam en azından kitabımı okurla buluşturup bu işi yapıp yapamadığımı anlama şansım vardı. Öncelikli derdim iyi bir kitap yazmaktı. Ürün iyi olursa, kısa veya uzun vadede yolunu kendi çizer, değerini bulurdu. Aklımda olan, kitaplarını okuduğum birkaç yayınevine mail yazdım. Luna Yayınları sahibi Mustafa Şimşek Bey çok hızlı ve profesyonel bir üslupla döndü. Kafamdaki soruların tamamını cevaplamıştı. Dosyamı başka hiçbir yere göndermedim. Ama sanırım kararımı biraz daha duygusal bir sebeple verdim. Yazdığım ilk metni yine 2021 yılında Luna’nın düzenlediği bir yarışmaya göndermiş ve finale kalmıştım. Biraz ahde vefa, biraz da uğuruna inandım galiba. Editörüm İlknur Ergun’un bankacılık geçmişi ise benim şansım oldu. Aynı duygularda buluşup aynı dili konuşabildik.
Kitabı ilk gördüğüm anı soruyorsunuz. Aylarca çalışmanın sonunda kelimelerimi ete kemiğe bürünmüş olarak görmek anlatılabilir bir duygu değil gerçekten. Birçok hissi aynı anda yaşadım sanırım. Rahatlama, mutluluk, korku, endişe, heyecan. Evimin kapılarını, mahremimi açıp herkesi içeri davet etmek gibi bir şeydi bu. Daha önce kollektif çalışmalarda öykülerimle yer almış olsam da başlı başına bana ait bir eserin günahıyla vebaliyle sahibi olmak her şeyden öte gurur veriyor. Kitap benden önce uzun yıllardır görüşmediğim bir arkadaşımın eline geçti ve alır almaz bana yazdı. “Kapağın üzerinde resmen Figen Koşar yazıyor. Ben bile çok tuhaf oldum, seni düşünemiyorum.” İşte sanırım tarif bu, çok tuhaf oldum gerçekten.
Ümit YABAN: Günlük yazma rutininiz var mıydı? Malum yaşam büyük bir koşuşturma bu koşturma arasında yazmaya günlük ne kadar zaman ayırabiliyordunuz?
Figen KOŞAR: Ben ne tür metin olursa olsun, sanırım yazmaya önce zihnimde başlıyorum. Bir imgeyle, bir görüntüyle ya da birinin söylediği bir sözle başlıyor her şey. Sonra bu fikir günlük normal hayatımı yaşarken zihnimin arka tarafında olgunlaşmaya başlıyor. Bardak dolup taşmaya yaklaştığında, artık oturup kelimelere dökmem gerekiyor. Öykülerim ve seyahat yazılarım hep bu şekilde yazıldı. Ama roman çok farklı bir olaymış.
Aslında kafamda uzun zamandır yazmak istediğim bambaşka bir konu vardı, kalemimin biraz daha olgunlaşmasını bekliyordum. Ve de daha sakin bir hayat. İstanbul’da yaşıyordum uzun yıllardır. Ev, aile, iş, trafik, büyük şehrin büyük stresi enerjimin önemli bölümünü alıyordu. 2021 yılının temmuz ayında İzmir’den bir iş teklifi aldım. Belki de aradığım fırsat ayağıma geldi diye düşündüm. Biz İstanbul çarkının dişlileri arasında ezilirken, Ege’de yaşamın daha yavaş aktığına inanırız. Böylece biraz kendimi dinleyip, yapmak ve yazmak istediklerime daha fazla zaman ayırabilecektim. Düşündüğüm gibi olmadı. Toplu ulaşım sektöründe yöneticilik yapıyordum, ulaşım 7/24 aktif ve oldukça stresli bir işti. Evimi biraz sayfiye bir muhitte tuttum, günün yorgunluğunu bu şekilde dengelemeye çalıştım. Böylelikle çok yakınımda olan Urla ve İskele ile tanıştım. Önceden tabi ki biliyordum ama Urla’yı Urla yapan unsurlar bu dönemde girdi hayatıma. İstanbul’dan kaçıp Urla’ya gelen, gelirken de kaçtıkları şeyleri yanlarında getirip bir nevi küçük İstanbul yaratmaya çalışan pek çok beyaz yakalı gibi bir gastronomi şehri olarak görmüyordum ben Urla’yı. Seferis vardı mesela, doğduğu ev öylece İskele’nin göbeğinde onu anlamamı ister gibi bana bakıyordu. Şair kimliğini oluşturanın; Urla’da geçirdiği çocukluk yılları ve bu yıllarda zihnine yerleşen imgeler olduğunu söylemişti pek çok söyleşisinde. On dört yaşında vatan bildiği topraklardan ayrılmak zorunda kalmak onun ruhunda derin yaralar açmış ve şiirlerini bu hissiyat üzerine kurmuştu. Necati Cumalı da benzer hisleri yaşayıp suyun diğer yakasından buraya gelen bir isim. O da çok sevdiğimiz eserlerine Urla’yı sahne yapmıştı çoğu kez. Süreyya Berfe, İskele’de oturup yüzünü rüzgâra vermiş Seferis’in şiirlerini çözümlemeye çalışmıştı aylarca. Sonra bulduğu yanıtları yazmıştı ona selam niteliğinde.
Ben de oturdum ve onları okudum uzun süre. Yorgo Seferis’i, Seferis’in Urla’sını, Cumalı’yı, Berfe’yi, zeytini, üzümü. Okudukça zihnimde hikâyeler oluşmaya, birbirine bağlanmaya başladı. Bardak dolmuştu artık ve taşmak üzereydi. Benim ise anlatacak zamanım yoktu. Bu dönemde ani bir şekilde babamı kaybettim. Bu kayıp ciddi olarak bir kez daha hayatı sorgulamama sebep oldu. Gerçekten beni mutlu edecek olan neydi ve neyi yapmadan aniden gidersem pişman olurdum? Günlük rutin koşuşturmaların arasında yapmak istediklerimi erteliyor ve uzaklaşıyor muydum sürekli? Cevabı bulduğumda son derece radikal bir karar aldım ve işi bıraktım. Neye sebep olursa olsun öncelikle kendim için bu hikâyeyi yazmalıydım.
Ümit YABAN: Kitabınız senaryolaştırılıp, film olsa karakterlerinizi kimler canlandırsın isterdiniz?
Figen KOŞAR: Sorunuz çok hoş. Zira kitabı taslak halinden bu yana okuyan pek çok kişi film tadında ilerlediğini söylemişti. Açıkçası yazarken ben de biraz öyle hissettim ve zihnimde bazı karakterleri eşleştirdiğim oyuncular oldu. Ama isim zikretmek çok iddialı bir durum olur, bende kalsın. İllaki fantezi yapacaksak en azından Yorgo’yu Çetin Tekindor ya da Ercan Kesal’ın oynamasını isterdim.

Ümit YABAN: Bu kitabın elimize inanılmaz bir araştırmanın sonucu geçmiş. Emeğinize sağlık. Uzun bir süreç oldu tahmin ediyorum. Yazar tıkanması yaşadınız mı? Yaşadıysanız bunu yaşayan yeni yazarlarımıza önerileriniz var mı?
Figen KOŞAR: Tavsiye vermek çok iddialı olur. Henüz o kadar profesyonel hissetmiyorum kendimi. Ancak geçtiğim yoldan bahsedebilirim fikir olması açısından. Konfor alanımdan çıkmak, birtakım riskleri göze almak, hayalime inanıp savaş vermek, kişisel tarihim açısından çok kıymetli bir deneyim oldu.
Dediğim gibi bardak dolduğunda yazmaya oturdum ben. Bir karar vermiştim ve sonunu getirmeliydim. Evim ve asıl hayatım İstanbul’daydı. Kendime iki yıllık bir mühlet koymuştum İzmir’e gelirken ve süre dolmak üzereydi. Çerçeve olarak hikâye zihnimde hazırdı ama çok zor bir işe kalkışmıştım. Tarihi bir zeminde katmanlı bir metin yazacaktım, bu da tam bir konsantrasyon gerektiriyordu. Birkaç ay daha İzmir’de kalmaya karar verdim. Kurumsal hayattan alışık olduğum tempoda çalışmaya başladım. Son derece disiplinli bir şekilde sabah sekiz akşam altı. Aralarda kahve, yemek molası. Alışverişimi haftalık yapıp günlerce evden çıkmazdım bazen. Ev sahibim hayatta olup olmadığımı anlamak için arada yoklar ya da torunuyla yiyecek bir şeyler gönderirdi. İlk taslak bu şekilde dört buçuk ayda çıktı. Öncesi tabi ki çok uzun. Bir buçuk yıl araştırma, zihnimde karakterlerin ve şablonun oluşması. Sonra iki ay kadar da üzerinde çalışıp bana göre en iyi haline getirmeye çalıştım. Başak burcuyum, haliyle çok detaycıyım. Yazdığım tüm metinleri bıkana kadar farklı farklı gözlerden okumaya çalışırım. Yayımlandığında okuyacak halim kalmaz.
Ne kadar hikâye hazırdı desem de yazar tıkanması yaşadım zaman zaman. Bir kere beden aktif yapılan bir işten zihin aktif çalışmaya geçmiştim. Gün içinde zihni çok zorladığında gece susturamıyorsun, o bildiğini okumaya devam ediyor. Bu da uykusuz geceler ve ertesi sabah veriminin düşmesi demek. Bedenimi de yormak için mola saatlerimde ya da çalışmayı bırakınca uzun yürüyüşler yaptım. Geceleri zihnimi boşaltabilmek için film izledim ya da bambaşka konular okumayı denedim. İzmir’de yalnız yaşıyor olmam hem avantajım hem dezavantajım oldu. Çalışırken bölünmüyordum ama çalışmayı bıraktığımda kafamı boşaltabileceğim kimse yoktu etrafımda.
Ümit YABAN: Türk ve Dünya Edebiyatından takip ettiğiniz isimler, hayranlık duyduğunuz yazarlar kimler?
Figen KOŞAR: Çok var tabi ki, şimdi birini söylesem diğerine haksızlık olacak. Kemal’ler çok özeldir bende mesela. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir. Cengiz Aytmatov’un dilini çok severim. Romanlarında sadece insanların değil, hayvanların da psikolojini başarıyla anlatmıştır. “Cemile” bana göre dünyadaki en güzel aşk hikâyelerinden biridir. Gazap Üzümleri ve Tatar Çölü bende iz bırakan kitaplardır. Rus edebiyatına bir dönem çok ilgi duymuştum. Gogol, Gonçarov. Dostoyevski mi, Tolstoy mu seçimi yapmadan ikisini de ayrı ayrı okuyup anlamaya, şehirlerin ve farklı yaşam koşullarının ruhlarında ve dillerinde neler yarattığını çözümlemeye çalıştım. Amin Maalouf’un yazdığı tüm eserleri okudum, onunla diyar diyar gezdim. Hemingway’in dilini sadeleştirmek için verdiği çabaya hayran oldum. Sevdiğim yazarların hayat hikâyelerini özellikle okuyarak eserlerini hangi koşullar altında ürettiklerini anlamaya çalışırım. Gittiğim ülkelerde, şehirlerde yazarların evlerini, çalışma odalarını, yemek yedikleri restoranları, hatta mezarlarını ziyaret edip iç dünyalarından ipuçları ararım. Öykü yazdığım dönemde yerli ve yabancı, güncel veya artık yaşamayan yazarların tümünden okumaya gayret ettim. Sabahattin Ali, Sait Faik, Tomris Uyar, Füruzan, Barış Bıçakçı en sevdiklerim
Ümit YABAN: Yeni dosya hazırlığınız var mı? İlk kitap tecrübesini yaşamış biri olarak, ikinci dosya hazırlığında mutlaka buna dikkat edeceğim dediğiniz başlıklar neler?
Figen KOŞAR: İkinci dosya hazırlığı var diyebilirim. Sanırım bu tozu yutan herkes, zihninin farklı farklı odalarında, farklı fikirleri hazır tutuyor. Ben ilk hikâyeme geri döndüm şu an. Yine tarihi bir dönem içerdiği için okumalar yapıyorum. Dikkat edeceğim bir başlık değil de gidermek istediğim bir eksiklik var öncelikle. Daha önce de bahsettiğim gibi okullu olmaya inanırım ben. Artık zamanım olduğuna göre ileri yazarlık ve editörlük konularında iyi bir atölyeye devam etmeyi düşünüyorum bu yıl. Biraz içsel bir yolculuk hikâyesi olacak anlatacağım. Bir miktar psikoloji eğitim desteği alabilirim. Bu defa el yordamıyla değil de daha bilimsel ilerlemek arzusundayım.
Ümit YABAN: Sorularımla okuyanların hem sizi daha iyi tanıması hem de kendi kafalarındaki soru işaretlerine bu yoldan geçmiş birinden cevap bulmalarını diledim. İlk kitabınızın ömrü kelebeğin ömrünün katbekat üstünde olsun. İkinci kitabınızı heves ile bekliyorum. Gönlünüze, kaleminize layık ömrünüz olsun. Teşekkürler.
Figen KOŞAR: Kitap çıktığı gün ilk paylaşımımı yaparken “Aslında Vourla’nın bendeki yolculuğundan bahsetmek isterdim ama boğazım düğüm düğüm, siz bir okuyun, sonra konuşuruz.” dediğimi hatırlıyorum.
Bana yolculuğumu anlatma fırsatı sunduğunuz için, size, Novelius Edebiyat ailesine ve sabır gösterip okuyanlara ben çok teşekkür ederim.
“İlk Ümit” Röportaj Serisinin Diğer Bölümleri İçin
16.09.2023 © Novelius Edebiyat