İnceleme: Akılsız Sokrates

11.04.2022 © Novelius Edebiyat

Yazan: Mehmet BAHÇECİ

Namı kulaktan kulağa yayılan Akılsız Sokrates’in geçtiğimiz aylarda İthaki Yayınları tarafından yeni baskısı yapıldı. Böylece temini Ala Karga Yayınlarının bir türlü basmaması nedeniyle uzunca bir süredir şehir efsanesine dönen bu bol ödüllü kitabın yeniden okurlarla buluşması sağlanmış oldu. Sanıyorum İthaki Yayınları’nın yeni baskısını ilk edinenlerden biri de bendim.

“Yazar Mehmet Fırat Pürselim”

Fakat her şeyiyle tek başıma ilgilenmek mecburiyetinde olduğum (bir nevi başımın püsküllü belası halini alan) www.noveliusedebiyat.com Sitesinin dertleri ve ihtiyaçları biter mi hiç? Eser incelemesiydi, yazarlarla röportajdı, makale yazımıydı, sosyal medya paylaşımlarıydı, görsel ve reklam hazırlıklarıydı derken, anlayacağınız, burada iş bir türlü bitmedi, bitmiyor ve biteceğe de hiç mi hiç benzemiyor… Kısacası ilgilenecek onca iş güç arasında sırayı bir türlü Akılsız Sokrates’e getirememenin (içten içe) huzursuzluğunu duyumsuyordum.

Çok çok sevdiğim, (bunu açık açık söylemekte hiçbir sakınca olmasa gerek) gerçekten hem yazarlığını hem de insani yönünü son derece beğendiğim ve çoğu yönüyle kendime örnek aldığım nadir insanlardan biri olan Mehmet Fırat Pürselim’in Akılsız Sokrates’ini okumayı nasıl bu kadar zaman erteleyebildim? Nasıl?.. 

Kitabı büyük bir coşkuyla okuyup bitirdim. Yazarın geçen yıl bu zamanlar okuduğum (bana öykü okumayı sevdiren kitap olan) “Sakarmeke” si ile kıyaslayıp durdum. Hangisi daha iyi diye. Kâh Sakarmeke kâh Akılsız Sokrates bir adım öne geçti. Bir taraftan da yaptığım işi saçma ve değersiz bularak kendime kızıyordum, böyle kitap mı okunur, niye illâ kıyaslıyorsun, onun yeri ayrı bunun yeri ayrı diye.

Ben en başta emeğe olan saygımdan, bir de eser sahibini incitmek kaygısı güttüğümden, kolay kolay eleştiri yazısı yazmam, yazamam. Bugüne kadar gerek novelius’da gerek başka mecralarda kitap incelemesi adı altında çok kalem oynatmışlığım vardır. Fakat sanmayın ki, onlar gerçek birer eleştiri yazısıydı ya da kitap kritiğiydi. Asla değillerdi. Sanatsal bir metnin krtiğini, en şahanesinden yazmayı da bilirim lakin böyle bir işe hiçbir zaman soyunmayacağımı bir kez daha yineliyorum. Çünkü ben çok daha değerli bir bakış açısıyla, çok daha yüce bir ufukla yazılarımı kaleme alıyorum ve eleştiri yazısı da neymiş ki, benim yaptığım işin yanında diyorum.

Kitaptaki hemen hemen tüm öyküler üzerinde düşünülmeye ve konuşulmaya değer öyküler. Kabaca bir derecelendirme yapacak olursam, öykülerin tamamını çok sevdiğimi, bazılarının ise amiyane tabirle “aşmış” öyküler olduğunu söyleyebilirim. Bu “aşmış” tabiriyle nitelendirdiğim yani fevkaladenin fevkinde bulduğum öykülerden sadece birkaç tanesine ayrı ayrı parantezler açmam, sanıyorum yerinde olacaktır. Öne çıkardığım bu öyküler hangileridir? İşte o öyküler:

Değineceğim ilk öykü, elbette ve tabii ki, kitaba adını da veren biriciğimiz: Aklısız Sokrates. Fakat sanmayın ki, kitaptaki “en en en çok” beğendiğim öyküdür kendileri. Çok daha fazla beğendiğim, hatta tuhaf biçimde içinde kaybolmak ve orada yaşamak istediğim bir öykü de var, ona da geleceğiz ama önce Sokrates’i analım… Akılsız olduğu kadar bence şanssız da bir adamdı Sokrates. Halen düşünüyorum akılsız oluşu mu yoksa şanssızlığı mı daha öndeydi diye. Yoksa finiş çizgisinden at başı mı geçmekteler? Bu öykü gerek kurgusu gerek anlatım dili ve finaliyle hem çok renkli hem de hüzün dozu oldukça yüksek (trajikomik sayılabilecek) bir öyküydü. Kahramanın isminden ötürü hayalimde Antik Yunun filozoflarını canladırdıktan sonra İzmirli futbolcu Sokrates’le, karşılaşmak, tanışmak da ayrıca ters köşeydi benim için. Ve oldukça keyifliydi. Kitabı okurken “Tek Taş” isimli öykünün başlangıç cümlesiyle, Akılsız Sokrates’in başlangıç cümlelerinin aynı oluşu dikkatimden kaçmamıştı. Her iki öykü de bir nevi kaybedişin ve hatalar toplamının bedelinin acı biçimde ödenişinin öyküsü olarak karşımıza çıkmaktaydı. Bu benzerlik elbette çoğu okurun gözünden kaçmamıştır. Fakat, bu noktada kendimi birazcık övmek isterim, hani ben ünlü ya da ünsüz bir yazarla röportaj yaptığımda çoğunuz okumuyorsunuz ya, eminim başka internet sitelerinde yapılan röportajları da okumuyorsunuzdur. Yoksa onlarınkini okuyorsunuz da gareziniz bana mı? Her neyse, bu kardeşiniz birkaç gün önce Edebiyat Gazetesi sitesinde yayımlanan Mehmet Fırat Pürselim röportajını, Akılsız Sokrates’i bitirir bitirmez keyifle okudu. Bu sayede Akılsız Sokrates ile Tek Taş öyküsü arasındaki (kimsenin aklına gelmeyecek) ilginç bağlantıyı çözdü. Çözdüğüm gizemi mahsus açık etmiyorum, hani belki kendiniz okumak istersiniz.

“Akılsız Sokrates”

Ağbi (kitapta kullanış biçimiyle yazıyorum, bana kalsa abi ya da ağabey diye yazmayı tercih ederim) Ağbi, kitapta da öyle başarılı, öyle tadında öyküler var ki, yahu hangisine özel parantez açıp değineceğimi şaşırmış vaziyetteyim. Hani “gerçek eleştiri yazıları” yazmadığımı, kendimce haklı nedenlerle yazmadığımı yukarıda itiraf etmiştim ya, fakat bu kitap için konuşacak olursam eğer, en ağır biçimde eleştirmek niyetiyle klavyenin başına otursaydım da, lafı bile edilemeyecek birkaç nokta dışında hiçbir eleştiri getiremezdim. Vallahi de en az Sakarmeke kadar (hatta kimi yönleriyle ondan bile) iyi bir öyküler bütünüyle karşı karşıyayız.

Zor bir seçimin ardından sözü Beyaz Gelinlik isimli (içinde birkaç farklı başlıkta öyküler barındıran) öyküye getirmek istiyorum. Kadın olmanın, cinselliğin, homofobinin ve erkek gaddarlığının en acı biçimde resmedildiği öyküler okuyoruz Beyaz Gelinlikte. Hep kalbimde olan, başlarına gelenden ötürü hep acıdığım ama çok büyük saygı da duyduğum iki değerli yabancı vardır: birincisi 2011 Van depreminde, enkaz altında kalan, 41 yaşındayken yitirdiğimiz Japon yardım gönüllüsü Dr. Atushi Miyazaki’dir. Sen ta Japonyalardan kalk gel, tanımadığın, bilmediğin, hiçbir bağlantının olmadığı ve belki de hiçbir zaman hiçbir çıkarının olmayacağı bir coğrafyada insanları kurtarmak için kendini parala ve ödülün de yardım etmek uğruna didinirken gencecik yaşta enkaz altında kalmak olsun… Bu dünya da olmadığına eminim ama öte tarafta sahiden bir adalet varsa, hurilerin tadına bakmayı en çok bu adam hak ediyor. Mekânın cennet olsun. Gelelim bende büyük saygı uyandıran diğer cennetmekân zata. Bu kişi, Mehmet Bey’in kitabında İtalyan Barış Gelini Pippa adıyla yaşayan kişidir. Evet, onun acıklı hikâyesini de bilmeyen, duymayan yoktur herhalde. Sen ne yüce amaçlarla pedallara asıl, onca ülkede burnun kanamasın, Türkiye topraklarına girer girmez, orospu çocuğunun biri tarafından!… Neyse, sinirlenmeyeceğim. Bu olayın aslını astarını en edebi şekilde Sevgili yazarımız yazmış, anlatmış zaten. Siz ya da ben daha ne söyleyebiliriz ki? İtalyan barış gelinine rahmet dilemekten başka?

Beyaz Gelinlik öykü serisinin en fazla kanımı donduran ve içime dokunan öykülerinden biri de homofobik saldırıya maruz bırakılan, iğrendiğim ve nefret ettiğim erkek despotizminin ve bağnazlığının en tipik bir örneğini teşkil eden: Şoroloların Gelini Ahmet, isimli öyküsüdür. Resmen kanım dondu okurken. Beyaz Gelinlik öykü serisindeki tüm öykülere on üzerinden on veriyorum.

İlgimi hak eden bir sürü öyküye haksızlık etmek pahasına son bir öyküye daha değinip yazımı noktalamak niyetindeyim. Öyle ya, incelenen eserden daha uzun bir inceleme yazısı yazmamak icap eder.

Bu arada, Canım Annem, son dönemde sıklıkla olduğu gibi, Pürselim’in Akılsız Sokratesinide benden evvel okuyup bitirdi. Eee anne bitirdin mi Akılsız Sokrates’i, nasıl buldun diye sorduğumda: çok acıklıydı, Sakarmeke’den daha acıydı öyküler demişti. Tabii, annem kitap bahsinde (beni her türlü katlar orası ayrı) bir şekilde duygularını kendisine saklamayı becerir. İnceleme konumuzla ilgisi olması açısından yine Sakarmeke’ye getireceğim sözü, annem çok iyi hatırlıyorum, benim ayıla bayıla okuduğum, hayatımda okuduğum en iyi öykü kitabıydı diye nitelediğim, (hâlâ da o kitabın bendeki yeri ayrıdır) kitabı, annem sadece ama sadece: beğendim, güzeldi diyerek hani neredeyse geçiştirmişti. Canım annem benim. Sen dünyanın en güzel, en anlamlı kitabısın.

Bunlardan mütevellit, annemin “acı” diye nitelediği şeyin aslında onla, yirmiyle çarpılması gerektiğini şıp diye hemencecik anlayıvermiştim. Nitekim öyle de oldu. Sahiden de kitabın felaket biçimde acıları, acı şeyleri, hüzünlü şeyleri anlatan öykülerle dolu olduğunu kendi okuma deneyimimle idrak ettim. Acıdan çokça bahsediyor oluşu, tek başına bir kitabı iyi ya da kötü yapacak değil elbette, fakat şurası kesin ki, acıları, acılarımızı diline dolayan ve bunu ustalıkla yapabilen yazarların eserlerinin yeri hep ayrı olacaktır. Çünkü bana kalırsa edebi metinler neşeden ziyade hüzünden beslenir.

Gelelim şu: “en en en çok beğendiğim öykü” diye nitelediğim öykünün hangisi olduğuna. Evet, bu öykü hiç şüphesiz ki, “Balık Atlası” adı verilen, İstavrit ve Lüfer gibi balık isimlerinden oluşturulan bölümlere sahip olan öyküdür. Uzun yıllar çalıştığı, özel bir şirketteki muhasebecilik işinden eline geçen birikmiş parasıyla (tazminatı ıvır zıvırı ile) kendini bir anda işsiz geçireceği aile yaşamında bulan bir adamın öyküsüdür, Balık Atlası. Ve öykünün bir diğer yıldızı da çengelli çubuğuyla çöpleri karıştıran, Karacaahmet dolaylarını mesken tutmuş gizemli bir çöpçüdür. Hep derim ya, yersiz yurtsuz, evsiz barksız tiplerin olduğu metinleri okumayı çok seviyorum diye, işte bu öykü de bunu fazlasıyla buldum. Hem de bu seferki evsiz kahraman oldukça gizemliydi ve ona eşlik eden asıl kahramanın yaşamı da yıllardır kafamda kurduğum, eleştirisini ve özeleştirisini yaptığım düşüncelerin bir tür yansımasıydı adeta. Sanki yer yer kendimi ya da kendi iç sesimi okuyordum. Herkesin bir yere, bir yöne çekmeye çalıştığı, sorumluluklarıyla, istekleri ve hayalleri arasında sıkışmış bir adamın öyküsü. Sistem eleştirisi var, kapitalizm eleştirisi var, idealize edilen, tek doğruymuş gibi lanse edilen yaşam anlayışlarına bir başkaldırı var, öyküyü okurken acaba neler olacak, acaba karısıyla durumu düzelecek mi, acaba çöpçüyle arasında neler geçecek gibisinden merak uyandırıcı pek çok nokta var, her bölüm yeni bir balık türüyle özdeşleştirilen bir sanat var… Daha ne olsun? Dediğim gibi, bir kez daha yineliyorum, Akılsız Sokrates’den bile değerli ve güzel bir öyküydü benim için “Balık Atlası”

Her ikisi de birbirinin dengi, birbiri ayarında öykü kitapları olan Sakarmeke ve Akılsız Sokrates’i şöyle kısaca bir karşılaştırmak istiyorum. Birbirinin dengi sıkletlerde saydığım bu iki kitap arasında ancak ve ancak küçük nüans farklılıkları yakalayabildim, bunlar elbette benim naçizane düşüncelerim, herkesin bakış açısına uymayabilir:

Sakarmeke’de sanatsal yazım teknikleri ya da kabaca sanatsal anlatım daha fazlaydı.

Akılsız Sokrates’de daha köşeli, sert ve hatırda kalıcı öyküler var.

Anlatımlar, meseleleri ele alışlar Sakarmeke’de daha yumuşaktı. Her ikisini de otomobillere benzetecek olursam, Sakarmeke’ye bindiğinizde, değil tümsekleri ya da kasisleri, vites değişimlerini bile hissetmiyordunuz. Akılsız Sokrates ise çok daha hırçın. Sanki yazar mahsus, bilerek (zaman zaman pati çekiyor, zaman zaman el frenine asılıp arabanın arkasını savuruyor ya da yolcularının yüreklerini ağızlarına getirmeye yönelik hareketlerde bulunuyor.)

Akılsız Sokrates’in öyküleri; popüler olmaya daha müsait, herkes tarafından övülmeye daha teşne öykülerdi. Belki sıcağı sıcağına okuduğumdan olsa gerek (hislerim daha çok yeni) Akılsız Sokrates’i daha büyük bir şaşkınlıkla ve coşkuyla okuduğumu zannediyorum.

Akılsız Sokrates’in anlatım biçimini daha garantici buldum. Mesela, kusura bakmayın ama yazmadan edemeyeceğim, süzme oropsu çocuğu bir adamla evlenen bir kadının gerdek gecesinde koca gadrine uğramasını anlatan, hunharca bir katlediliş öyküsünü okuyoruz Sokrates’de. Son derece acı bir olay yani. Diğer öykülerin hemen tamamı da bu öyküde olduğu gibi hayatın içinden öyküler, gerçekçi öyküler. Anlatımlar da öykülerdeki gerçekliğe paralel olarak çoğunlukla somut bir bakış açısıyla yazılmış. Yani düşsellik, soyutluk, Sakarmeke’ye kıyasla az. Garantici bulmamın sebebi de buradan ileri geliyor. Oysa Sakarmeke’de şahane distopya örnekleri sayılabilecek iki önemli öykü vardı: Ledli Zaman Hikâyesi ile Erektus Kalesi. Yine büyülü gerçekçiliğe göz kırpan, kısa olmasına rağmen okuyan herkesin sevdiğini düşündüğüm Turna’da bu soyut ve düşsel anlatımın birer örneğiydi. Keza Ufak Bi Teslimat isimli öykü. Çok tuhaftı.

Neyse, ister bitter çikolata kıvamındaki Aklısız Sokrates’in öykülerini sevin, isterseniz sütlü çikolata tadındaki Sakarmeke’nin öykülerini sevin. Yeter ki, okuyun, mümkünse sevin ve Allah rızası için (hadi Novelius Edebiyatı sallamıyorsunuz) bari şu mübarek Ramazan-ı Şerif’in hatırına beğendiğinizi belli edin, ses verin.

11.04.2022 © Novelius Edebiyat

İnceleme: Akılsız Sokrates” üzerine 2 yorum

Bir Cevap Yazın