26.12.2022 © Novelius Edebiyat
Yazar: Yasemin ATEŞMAN
Yayına Hazırlayan: Mehmet BAHÇECİ
Yasemin Ateşman’ın kaleminden: “Keremsiz”
Farah Z’ye
Kerem ile Aslı’dan: Aslı ile Kerem o gece evlenirler. Keşiş düğün sırasında Kerem’e büyü yapar, düğünden sonra Kerem ile Aslı yorgun bir şekilde evlerine dönerler. Kerem üstündeki mintanı çıkarmak için düğmeleri açar fakat düğmeler tekrar iliklenir. Daha sonra Kerem birkaç kez mintanını çıkarmayı denese de başaramaz. Artık daraldığı için yorgunluktan bir “ah” çeken Kerem, ağzından yayılan ateşle yanmaya başlar. Aslı, Kerem’i söndürmek için ona su verir fakat bu sefer ateş daha da güçlenir. Birkaç dakika içinde Kerem yanmaktan Kül olur. Aslı da kahrından haykırırken saçları Kerem’in külüne değerek tutuşur ve o da yanarak can verir.
Koridorda yürüyorlar, Kerem önde Cıncır arkasında. “Gel kızım, gidiyoruz” diyor Kerem. Cıncır o an dönüyor, koridorun diğer ucunda göz yaşlarını silmeye çalışan bana bakıyor, sonra dönüp Kerem’e bakıyor. “Nereye gidiyoruz, Kerem beni niye çağırıyor, sen niye bizimle gelmiyorsun?” sorularının cevabını ne benden, ne de Kerem’den alabiliyor. Gidiyorlar ve ben kapının ardından kala kalıyorum. Sonra koridorla birbirimize bakıyoruz, Keremsiz ve kedisiz.
Altı yılı evlilikle, üç yılı arkadaşlıkla geçen toplam dokuz yıllık bir hikâyeyi bitiremiyorum. Otuz dört yaşımda ben, onu tanıdığım yirmi beş yaşımda olmak istiyorum yeniden. Bana, “Sana aşık olabilirim,” dediği o yıllara dönmek istiyorum. O cümleyi duyunca, “Sakın ha diyorum,” aşk dile dökülünce biter diye korkuyorum. Bakışları çok güzel, o bakışların içinde kendimi buluyorum. Kerem’i, onunla olmayı seviyorum, onun varlığını seviyorum. Çok güzel trompet çalıyor, keyifle konyağını içiyor. Birlikte. Eric Clapton dinliyoruz, “You are wonderful tonight” bizim şarkımız.
Kerem üniversiteden atılmış, çeviri yaparak yaşantısını sürdürüyor. Biraz çekinerek annemle tanıştırıyorum. Beklemediğim bir dostluk gelişiyor aralarında. Ama gel gör ki, evlenme fikrine ilk karşı çıkan annem oluyor. Aldırmıyoruz, gidip evleniyoruz, kendimizi bu evliliğe çok da hazırlamadan. Annem, çevremizdeki insanlar hep bir kuşku içinde izliyorlar bizi. Gençlik sevdası içinde ani bir kararla atılmış adımlar ayağımıza dolanıyor, tökezliyoruz. Yıpranıyoruz. O da, ben de, olmuyor yürütemiyoruz. Ve bir gün gidiyor Kerem. Biliyor ki o gitmese ben onu bırakamayacağım ve tüm yaşanmışlıklar, güzellikler silinip gidecek, yok olacak. “Senin mutsuzluğun benim mutluluk basamağım olmayacak, bunu hiç unutma” diyor. Anneme söyleyemiyorum Kerem’in gidişini. Söylersem biliyorum üzülecek ama “Ben sana demedim mi?” demeden de duramayacak.
Ne o gidiş ne de Cincir’in bakışlarını unutabiliyorum, hep gözümün önündeler. Sürekli ağlıyorum. Uzun süre koridordan geçemiyorum, yemek yiyemiyorum. Çünkü mutfak koridorun sonunda ve ben mutfağa gidişleri hep erteliyorum. Sonraları o koridordan gözlerimi kapatarak geçmeyi deniyorum. Hele pilavın suçu neydi? Kerem pilavı çok severdi, iki yıl pilav yemedim desem? Pirinci suya koymak bile ağlamama neden oluyor. Gidişlerinin ardından üç ay geçmiş ve ben hep ağlıyorum. Kerem’in gidişi, Cıncır’ın bakışı… Yatağa sığınıyorum, yorganı başıma çekiyorum, altında kıvrılıyorum. Bacaklarımı karnıma doğru çekiyorum, başımı dayıyorum. Nefes almakta zorlanıyorum, çıkamıyorum dışarıya. Yorganı üzerimden çekip atsam sanki hayat beni koridorun diğer ucuna fırlatacak.

Çocukluğum; O zamanlarda da üzüntülü günlerimde yorganın altına kaçardım. Bir türlü oyundu benim için, bir mutluluk oyunuydu. Sığınılan iki odalı, sobalı altmış metrekare ev. Odun alacak para yok. Kavak odunları ucuz oluyor ama yanmıyor kavak ağacı, kurutup yakmaya çalışıyoruz. O durumda bile annem alışkanlıklarından vaz geçmiyor, flamingo pastanesinden pasta alıp yılbaşı kutluyoruz. Eve icra gelmiş, geriye somyalar ve yemek masası kalmış. Kanaş pasta var yine de evde. Ben yorganın altındayım. Yorganın yer yer bir araya toplanmış pamukların arasından ışık sızıyor. Oradan baktığım dünya beni üzmüyor, sakin ve güvende hissediyorum kendimi.
Dedem avukatlık, hakimlik yapmış, Ceyhan’ın tanınmış ailelerinden. Evin dört kurnalı banyosunda bile zil varmış. Hizmetçilerden o zil çalınarak kahve istenirmiş banyo sonrasında. Annem güzel bir çocukluk geçirmiş. Yatılı okulda annemin saçlarını yıkamaya gelen kadını varmış. Dedem kızlarını rahat yaşatmış. Onları yanlarına kimseyi takmadan sinemaya gönderirmiş. Arkalarından gizlice takip edermiş yine de, salona girip yerlerine oturduktan sonra geri dönermiş. Yaşadıkları debdebeli hayat dedemin ölümüyle son bulmuş. Anneannemin kız kardeşinin kocası nasıl yapmış bilinmiyor, malı mülkü üzerine almış.
Annem kolej mezunu, dedemin isteğiyle hukuk fakültesine başlamış. Sonra okulu bırakıp İngiltere’ye gitmiş. Döndükten sonra da babamla tanışıp evlenmişler. Annem çeviri yapıyor, babam lise mezunu bile değil, pastane işletmiş bir süre. Anneannem bizimle yaşamaya başlıyor. Babam üvey anne elinde büyümüş, o yüzden on beş yaşında evini terk etmiş. Anneanneme çok saygılı davranıyor. Babamın kalbi çok iyiydi, annemi çok severdi. Sonrası altmış metrekare ev. Çoğu zaman işsiz, kumar oynayan bir adam. Annemin niye öyle bir koca seçtiğini kimse anlayamıyor. Annemin sırdaşı Belma Teyze biliyor ama söylemiyor. O sır benimle mezara gidecek diyor. “Annemin hayatına dair bilmediğimiz şeyleri yaz o zaman bir yerlere, sen ölünce açalım. Belki de böylece annemi anlamamıza, ona başka bir gözle bakmamıza yardımcı olursun. Bilmediğimiz her ne ise, genç kızlık dönemine, ya da Londra yaşantısına dair, ne biliyorsan yaz bir kağıda” diyorum. Yapmayacak ama eminim.
Kırk dokuz kiloya düşüyorum sonunda. Bir gün, yorgana sığınmayı, koridordan gözü kapalı geçmeleri bitirmenin bir yolunu bulmalıyım dedikten sonra kalkıp giyiniyorum. Kerem, Şubat ayında gitmişti, ben bir Haziran gününde avukatın kapısını çalıyorum. Avukatın yazıhanesi kalabalık. Bekleme salonunda büyük bir sessizlik hakim. Hani orada olmayı çok da umursamıyormuş gibi bir tavır içinde bekleyenler, kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. Herkes kendine bir uğraş bulmuş. Kimi sehpanın üzerindeki dergilerden birini almış karıştırıyor, bir diğeri elinde kağıt kalem, bir şeyler karalamaya çalışıyor. Sanki hayatın önemsiz ufak tefek taşlarını kenara itmeye gelmiş gibi davranıyoruz. Aslında büyük taşlara çarpmaya mı ya da üzerilerinden düşüp kaymaya mı hazırlanıyoruz? Ben siyah gözlüklerimin arkasına saklanmış bir halde izliyorum. Zaman bir türlü geçmek bilmiyor. Sonunda giriyorum içeriye. Masanın arkasında ufak tefek bir adam, önündeki kağıtları sağa sola çekiştiriyor. Ben içeri girince sandalyesine yaslanıyor. Koyu renk bir takım elbise, gevşemiş bir kravat. Yorgun bir yüz, kirli gözlük camları, dağınık saçlarıyla gözlüklerinin altından bana bakıyor. Şişmiş ayaklarının taştığı siyah iskarpinlerini görüyorum masanın altından. Onun da benim gibi gözlerinin ışığı mı sönmüş? Evet, ben niye mi geldim, “Kocamdan boşanmak istiyorum”, bu cümleyi söyleyeceğim alt tarafı. Niye dökülmüyor kelimeler dudağımdan, neler oluyor bana? Neler saçmalamaya başlıyorum? Gözlerimden akan yaşları, akan burnumu silmek için bir şey bulamıyorum. Bana mendil uzatıyor Avukat. Ağlamaktan cümlelerimin sonunu getiremiyorum Yüzüme bakıyor sonra, sanki benim hayatım toz pembe mi, niye geldin bana dercesine: “Kusura bakmayın bu ruh halinizle boşanma işlemlerinizi başlatamam. Daha doğrusu siz bu ruh halinizle kocanızdan boşanamazsınız, yapamazsınız,” diyor. Bana bir kart uzatıyor. “Bu psikolog size yardımcı olacaktır. Önce ona bir gidin.”
Avukattan çıkıyorum, gidip annemle yüzleşiyorum. Ayrıldığımızı söylüyorum, neden ama neden sevmedin onu, diyorum. Onu sevdim ama seninle olsun istemedim diyor, karşı duvara bakarak, yüzüme bakamıyor. Sonra devam ediyor; “Nedenini bilmiyorum ama sende kendimi gördüm ve benim yaşadıklarımı yaşamandan korktum, evliliğin benimkine benzesin istemedim” diyor. Yaşadıklarını benimle düzeltemeyeceğini biliyordu ve biz ana kız, gittiğimiz her yerde mutsuzluğumuzla, yalnızlığımızla yüzleşecektik.
Annem bu dünyadan sırlarıyla ayrıldı. Vasiyeti üzerine dedemin çiftliğinin olduğu köyde defnetmek için yola çıkıyoruz. Köyün mezarlığına gitmek için dar bir yola sapıyoruz. Önümüze birden bir düğün arabası çıkıyor. Geçemiyoruz o kamyoneti, dar yolda mümkün değil. Davulcu ve zurnacı kamyonetin arka kısmındaki kasaların üzerine oturmuş, çalıyor, erkekler ellerinde mendilleri sallayarak oynuyorlar. En güzel elbiselerini giyinmiş, süslenmiş kızlar, kadınlar el çırparak neşeli parçalara eşlik ediyorlar. Biz arkada onları takip ediyoruz, adım adım gidiyoruz uzun bir süre. “Çektiğin onca sıkıntılara inat cenazen güzel oldu. Aynı genç kızlık yıllarında giydiğin o rengarenk ayakkabılarına, yaşamın tadını çıkardığın o güzel yıllara uygun yolcu ettik seni” diyorum.
Ertesi sabah kapının önünde bir tıkırtı ile uyanıyorum. Cıncır mı o gerçekten? Yüzüme bakıyor. Gel içeri diyorum, girmiyor, arkasını dönüyor merdivenlere doğru yürüyor. Sonra dönüp bana bakıyor geliyor musun dercesine. Ayakkabımı ayağıma geçiriyorum, çantamı omuzuma asıp arkasından yürüyorum.
S O N
Yazar Hakkında:

Yasemin AKÇAM ATEŞMAN, 1954 Ardahan doğumlu. Gazetecilik Yüksek Okulu mezunu olan Ateşman, kırk altı yıllık çalışma hayatı süresince çeşitli ülkelerde yaşadı. Emekliliğinin ardından tecrübe ve birikimlerini metinlere dökmeye karar verdi. Kaleme aldığı öyküleri; Lacivert, Berfin Bahar, Oggito, Litera Edebiyat ve İshak Edebiyat gibi pek çok saygın edebiyat mecrasında yayımlandı. Yazarın ayrıca ikisi anı, biri de öykü türünde olmak üzere, yayımlanmış üç kitabı bulunmaktadır. Keremsiz, kışları Ankara’da, yazları ise Kuşadası, Kirazlı Köyü’nde geçirmekte olan yazarın sitemizde yayımlanan ilk öyküsüdür.
Eserleri:
Kadınca Karalamalar – 1- Bölük Pörçük, Anı, Cinius Yayınları, 2016 Eylül
Kadınca Karalamalar – 2- Sessiz Yolculuklar, Anı, Cinius Yayınları, 2020 Haziran
Duvardaki Resimler, Öykü, Cinius Yayınları, 2021 Eylül
Daha fazla öykü için lütfen tıklayınız…
26.12.2022 © Novelius Edebiyat
Bir cirpida sokuksuz okudum yine… Akici duru anlatimda bir okadar da aciyi hissetmek…🤗❤
Kurgu mükemmel. Başlangıç ve final harika. Sade ve samimi bir anlatım. Gösterişten uzak. Kendimi öykünün içinde hissettim.Kutlarım çok 💞🧿🧿🍀🦜