dergah yayınları

Röportaj: Fatma İçyer  | Mehmet Bahçeci

27.06.2023 © Novelius Edebiyat

novelius edebiyat Yeni çıkan “Teyzeler ve Maymunlar” kitabının yazarı Fatma İçyer‘le edebiyata doyduğumuz bir röportaj gerçekleştirdik. Yetmiş yedi sayfa, on dört öyküden oluşan eser; bolca hasret, keder ve uhdeye ev sapihliği yapıyor. Kim bilir, belki biraz da bu yüzden çok keyifli bir okuma deneyimi olarak hafızamıza kazınmıştır… Yazarın akıcı dili sayesinde en ağır mevzuların bile kasvetli olmaktan çıkarak handiyse eğlenceli bir hâle evrildiğini söyleyebiliriz. 2023 Nisan’ında, Dergâh Yayınları etiketiyle okurlarla buluşturulan bu güzide eseri gönül rahatlığıyla tavsiye ediyoruz…

FATMA İÇYER   |  MEHMET BAHÇECİ RÖPORTAJI

Mehmet BAHÇECİ: Fatma İçyer’i tanımak isteriz. Nasıl bir yaşamınız var, neler yapıyorsunuz? Ve elbette edebiyat hayatınızın neresinde?

Fatma İÇYER: Yaklaşık on yıldır Almanya’da ikamet ediyorum. İstanbul’da yaşarken sivil toplum kuruluşlarında görev alıyordum. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun olduktan sonra bir süre alanımda çalıştım, haricinde Arapça öğretmenliği, çevirmenlik ve rehberlik yaptım. Şu anda aktif olarak bunların hiçbirini yapmıyorum. Günlük hayat koşturmacası içinde çocuklarımla ve sürekli devinim içinde olan bir evle ilgileniyorum. Edebiyatı hobi ya da başka işlerin yanında ek iş olarak görmüyorum, edebiyat hayatımın tam merkezinde. Mesleğiniz nedir diye sorduklarında ‘Yazarım’ cevabını veriyorum.

Mehmet BAHÇECİ:  Teyzeler ve Maymunlar ilk kitabınız. Yazım aşamasından, kitabınızı elinize aldığınız o ilk ana kadar ki süreçte neler yaşadınız, ne gibi zorluklarla karşılaştınız? Şu anda kitaplı bir yazar olarak neler hissediyorsunuz?

Fatma İÇYER: Benim için en zor olan yazmayı hayatımın merkezine alabilmekti. Yıllarca değişik işlerde çalıştım, farklı şeylerle uğraştım. Eylül 2019’dan beri ise hayatımın merkezinde sadece edebiyat var, geri kalan her şey yazma uğraşımı beslemek için. Metinlerimi hal yoluna koyabilmek, düzenli yazabilmek, dergilerde var olabilmek, akan hayatın içinde edebiyatı gündemde tutabilmek, ilk zamanlarda metinlerimden yeterince emin olamamak benim karşılaştığım zorluklardı. Masama oturduğumda ise bütün bunları arkamda bırakıyordum çünkü ben salt yazmak istiyordum, bir yere varıp varmaması nasibin, talihin, kaderin işiydi. Dahlim olmayan meselelere karışmayı sevmiyorum.

Kitaplı bir yazar olarak, sadece ilk tepeyi tırmanmış ve elinde bir dürbünle kalan tepelerin yüksekliğini anlamaya çalışan bir yazar gibi hissediyorum.

fatma içyer

Mehmet BAHÇECİ: Kitabınızı okurken anlatım gücünüzden ve cümlelerinizdeki ahenkten  etkilendim. Bu unsurlar öykülerinize ritim ve akıcılık kazandırmış… Bu tespitimden hareketle iki sorum olacak: birincisi, Fatma İçyer’in ne tür kitaplar okuduğunu merak etmekteyim. Çağdaşlarınızdan sevdiğiniz kimler var mesela? İkinci sorum ise: yazın yolculuğunuzda novella ya da roman türlerine göz kırpacak mısınız?

Fatma İÇYER: Merak ettiğim, bana heyecan veren her türlü iyi metni okumaya çalışıyorum, bir ömrün buna yetmeyeceğini bilerek. Benim ve okuma zevkine güvendiğim dostlarımın tavsiyeleriyle kurulmuş bir kütüphane demek bu.  Genelde aynı anda 5-6 kitap oluyor elimin altında. Şu an bu röportajı cevaplarken okuduğum kitapları söyleyecek olursam: Cevdet Bey ve Oğulları/Orhan Pamuk, Martin Eden/Jack London, Hikâyeler/Ahmet Hamdi Tanpınar, Av Dönüşleri/Faruk Duman, Ah’lar Ağacı/Didem Mamak, Mitoloji ve İkonografi/Bedrettin Cömert. Türler ve metinler arasında kaybolmadan atlayabiliyorum. Bana iyi gelen okuma biçimi bu. Çağdaşlarımı elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Geçen ay Mehmet Fazlı Gök’ün ilk kitabı ‘Çirkin Sevgilim’i’ okudum ve gerçekten çok beğendim, harika bir anlatma becerisi var, öykülerin atmosferi çok iyi kurulmuş, dil çok sade ve akıcı. Daha önceden okuduklarım arasından Elif Hümeyra Aydın’ın ‘Doğum Lekesi’ ve Uğur Nazlıcan’ın ‘Bir Dükkanı Beklemek’ kitaplarını sayabilirim.

Yazmaya ilk başladığımda hikâye yazayım diye oturmadım masaya. Sadece yazmak istiyordum. Bir süre sonra yazdığım şeylerin öyküye benzediğini farkettim ve o andan itibaren özel olarak öyküye yoğunlaştım. Şu anda anlatmak istediğim şeyler en iyi öykü formatında metne dönüşüyorlar. İleride yazdığım şeyler öykünün formatından taşarsa, başka bir türe ihtiyaç olursa o zaman novella ya da roman yazabilirim. Önemli olan anlatmak istediğimiz şeylerin kendisini hangi türle var etmek istediği. En azından benim için öyle.

teyzeler ve maymunlar

Mehmet BAHÇECİ: Kitabınızdan öykülerle devam edelim. Bosna savaşından bir kesiti, Sırp askeri Vitaliçko’nun gözünden başarıyla ortaya koymuşsunuz Yankı adlı öykünüzde. Üstelik Sırp askerini şeytanlaştırmadan, insani yönlerini es geçmeden öykünüzü örmüşsünüz. Hissederek ve yaşayarak yazdığınızı düşündüm bu öyküyü. Katılır mısınız? Nasıl doğmuştu bu öykü zihninizde ve nasıl kağıda döküldü? 

Fatma İÇYER: Yazdığım metinlerin esin kaynağını ya da zihnimde nasıl doğduğunu anlatmayı yaşadığım müddetçe düşünmüyorum. Kendi hayatımı, tanıdıklarımı ya da çevremden dinlediğim hikâyeleri yazmadığım halde bunu anlatmayı uygun bulmuyorum. Ben bir okur olarak da arka plandaki bu ayrıntıları bilmek istemiyorum. Bir metnin esin kaynağını, birisinin yaşadığı bir olay olup olmadığını ya da yazarın kendi hayatı olduğunu söylemesinden rahatsız oluyorum. “Acaba kendi hayatını mı yazmış?” diye okurda şüphe oluşturabilir yazar ama “Filan zamanda şundan sebep, şöyle kurguladım bu öyküyü,” dediği zaman metnin anlam dünyası daralıyor, okuyucu tek tip bir okumaya yönlendirilmiş oluyor.

Bununla beraber şunları söyleyebilirim. Genel olarak bir hikâyeye niyetlendiğim zaman, farkında olmadan atmosferi içimde demlenmiş oluyor ve doğması için  sadece bilgisayarımın başına oturmak kalıyor. Bir ilham anında öyküyü yazmaya başlıyorum. Çalışma günlerimde geliyor o ilham. 🙂 Bu bazen bir görüntü, bazen bir ses, bir çığlık, okuduğum bir şey, bir filmin on saniyelik bir ânı, bir rüyanın küçücük bir parçası, bir tablo, bir şarkı sözü, mimari bir eser, unutamadığım bir şey, anlamını bilemediğim yabancı bir kelime ya da sabah uyandığımda dilime pelesenk olan bir cümle olabiliyor. ‘Yankı’ da bunlardan birinden doğdu.

Bay Vitaliçko’ya karşı bir önyargım yoktu, esasen hiçbir karakterime karşı yok. Yazarken özellikle bir tarafta durmamaya çalışıyorum, karakterin kendini yazdırması diye bir şey de var. Herhangi bir ön kabulle masaya oturduğumuz zaman metin ideolojik sayıklamalara dönüşebiliyor. Karakterlerimiz zihnimizde var olsalar dahi onlar da bir insan, bunu hatırda tutmalıyız. İnsan kelimesinin anlamından mütevellit, sürekli bir şeyleri unutuyoruz ya da yaralanacağımızı bile bile diğer insanlarla ünsiyet kuruyoruz. Yazarken bunları nasıl gözardı edebilirim?

“Bay Vitaliçko kaç kişiyi öldürdünüz? 80. Kaçının yüzünü hatırlıyorsunuz? İki. Adları nedir? Mehmed ve Mirza.”

Teyzeler ve Maymunlar, Fatma İçyer, Dergâh Yayınları, S.19

Mehmet BAHÇECİ: Yazma disiplininizden bahseder misiniz? Belli başlı rutinleriniz, ritüelleriniz ve uğurlarınız var mıdır?

Fatma İÇYER: Disiplinimi belirli aralıklarla yaşadığım hayata göre şekillendiriyorum. Zaten uzun süre aynı düzende çalışabilmek için yalnız yaşamak lazım. Çoçuklar küçükken sadece gecelerim vardı. Bir yıldan fazladır Cumartesi tam gün çalışıyorum. Kalabalıklarda, kafelerde okuyup notlar alabiliyorum lakin öykü yazarken sessizliğe ihtiyaç duyuyorum. Gece masamda ya da gündüz kütüphanede yazıyorum. Çok fazla not almıyorum ve genelde de bu karalamalar yazmak istemediğim, klişe ya da arabesk şeyler oluyor. Bir kere kötüsünü yazınca, öykü yazmaya oturduğumda elim daha güçlü oluyor.

Tek ritüelim kendi planıma yüzde elli uymuş olmak. Bazen yazarlıkla ilgili hayallerimi bir deftere olmuş gibi yazıyorum. Sonra çok saçma bulup bir kenara fırlatıyorum defteri. İstediğim şey gerçekleşince defterime tekrar dönüyorum ve onu oraya yazdığımı fark ediyorum. Bu uğur sayılır mı?

Mehmet BAHÇECİ: Davye ve Diğer Şeyler, adlı, beğeniyle okuduğum öykünüze gelelim. “…çekilen bir diş ama kalan boşluk hayattır,” bu öyküden altını çizdiğim jeneriklik bir cümleydi. Genç erkek kahramanın babasının yokluğunu kabullenemeyişini, ağrıyan dişiyle paralel anlatmışsınız. Fiziksel ve ruhsal boşluklar, acılar öykülerinizde önemli bir yer tutuyor diye düşünüyorum… Kaleminize güç veren temel motivasyon nedir? Yaşanmışlıklar mı, hayata dair gözlemleriniz mi, yoksa her şeyden biraz mı?

Fatma İÇYER: Kalemime güç veren temel motivasyon yazma arzum ve başka bir anlatma biçimini bilememenin huzursuzluğu. Herhangi bir sanat dalına ya da mesleğe yazmak kadar ilgi duysaydım yazmazdım. İçimde sayısız çekmece var. Bu yaşıma kadar doldurmuşum ve her yeni gün oralara bir şeyler atıyorum. Yani bunu özellikle yapmıyorum, bu benim yaşama tutunma şeklim. O çekmecelerin içinde canlanmak isteyen duygular, bedenlenmeyi arzulayan karakterler, mekanlar, durumlar, ses ve görüntüler var. Bunların fiziksel, ruhsal ya da psikolojik şeyler olması farketmiyor. Birbirlerinden farklı olsalar bile aralarında kopmaz, sarsılmaz bir bağ var. Yazmaya başladığımda o çekmecelerden açılmak isteyen açılıyor, fikirler başımın üzerinde dolanmaya başlıyor, ben oradan bazılarını çekip klavyeyle buluşturuyorum. Önceden plan yapmıyorum, şu gün şu çekmeceyi açayım, 5.çekmeceden çıkanlarla 40.çekmeceden aldıklarımı birleştireyim de demiyorum. Arada kaçanlar oluyor, ses etmiyorum, benim onu yazmamı arzulasaydı eğer kaçmazdı diye düşünüyorum. Böyle oluyor, umarım anlatabilmişimdir.

fatma içyer
Fatma İÇYER

Mehmet BAHÇECİ: Teyzeler ve Maymunlar, aynı zamanda kitaba adını da veren öykünüz. Kitabınıza ismi koyma süreci nasıl gelişti? Alternatif adlar üzerinde durdunuz mu? Neleri önceleyerek Teyzeler ve Maymunlar’da karar kıldınız?

Fatma İÇYER: İsim koymak gerçekten sürecin en zor kısımlarından biriydi. Bir şeyi isimlendirmek onu tanımlamanın yanında yüzde yüz olmasa da o şeyin ne olmadığını da gösteren bir şey, bu yüzden zor zaten. Kitap dosyam bittiğinde editörümle konuşurken aklıma gelen ilk isim Teyzeler ve Maymunlar’dı ama bazı tereddütlerim vardı. Üzerine başka isimler düşündüm, dostlarımla istişare ettim. Dönüp dolaşıp en sonunda aynı isme geldim. Alt metinde çağrıştırdıklarıyla diğer öykülerime de uyduğu, ilgi çekici olduğu ve merak uyandırdığı için Teyzeler ve Maymunlar’da karar kıldım. Her anlamda içime sindiğini söyleyebilirim.

Mehmet BAHÇECİ: Tüm öyküleriniz gözbebeğiniz gibidir elbette ama ilk kitabınızdan en sevdiğiniz üç öyküyü seçmenizi istesek hangileri olurdu? Ve neden?

Fatma İÇYER: Bunu yaparsam eğer diğer öykü karakterlerim gece beni dövmeye gelebilir. 🙂 Ama illa da bir cevap vermem gerekirse: ‘Döngü’ beni edebiyat meclisine sokan ilk matbu öyküm olduğu için, ‘Teyzeler ve Maymunlar’ zihni olarak bazı eşikleri atladığım bir öykü olduğu için, ‘Kafam Dolu Koynum Boş’ ise bir şey anlatırken neyi nasıl kullanmam gerektiğini bana gösteren ilk öyküm olduğu için en sevdiklerim diyebilirim.

Mehmet BAHÇECİ: “Kadın her gece yatağına tam olarak giriyor, sabah olduğunda bazı uzuvlarını kaybetmiş olarak uyanıyordu. Geçen gün uyandığında kulakları yoktu mesela.” Bu alıntı en sevdiğim öykülerinizden biri olan Kafam Dolu Koynum Boş isimli öykünüzdendi.  Gogol‘ün meşhur Burun isimli öyküsünü de anımsatmıyor değil hani… Keza Sıska Bacaklı Helgalar adlı öykünüzde de kadınların gömlek cebinde yaşaması gibi gerçeküstü imgelere başvurduğunuzu görüyoruz. Hayal gücünüzün oldukça gelişmiş olduğunu düşünüyorum, siz ne dersiniz? Yazmak sanatıyla ilgili kendinizde gördüğünüz en kuvvetli yönünüzü sorsam, nasıl cevaplarsınız?

“Kadın her gece yatağına tam olarak giriyor, sabah olduğunda bazı uzuvlarını kaybetmiş olarak uyanıyordu. Geçen gün uyandığında kulakları yoktu mesela.”

Teyzeler ve Maymunlar, Fatma İçyer, Dergâh Yayınları, S.54

Fatma İÇYER: Evet kaybolan uzuvlar açısından anımsattığı söylenebilir velakin gerek üslubu gerekse bu kayboluşu anlatma biçimi, yazarın durduğu yer ve göndermeleri açısından benzediği söylenemez. En temelde ise Gogol bu kayboluşu metnin sonunda sihirli, nadir rastlanan bir durum olarak telakki ediyor, bense öykümü tamamen büyülü gerçekçiliğin sınırları içerisinde kurguluyorum.

Büyülü Gerçekçilik hem yazar hem de okur olarak beni tatmin eden bir anlatım biçimi. Dram yoğunluğu olan meseleleri ajite etmemeyi sağlıyor, karakterin duygularını anlamayı kolaylaştırıyor. Ortada olağanüstü, sihirli bir durum var ama kimse buna şaşırmıyor, “Bu olamaz,” demiyor, sıradan bir şeymiş gibi yaklaşıyor ve bu bakış açısı anlatının imkanını genişletiyor. Güneş altında söylenmemiş hiçbir şey kalmadığına inanan bir yazar olarak en azından aynı şeyleri farklı bir şekilde yazma imkanı verdiği ve hayal gücünün sınırlarını zorladığı için seviyorum bu anlatma biçimini.

Yazarlığımda en kuvvetli gördüğüm şey tam olarak ne bilmiyorum. Buna okuyucunun karar vermesi daha münasip olur. Ben sadece yolda olmayı seviyorum. Edebiyat uzun soluklu bir macera, yazacağım diğer şeyleri ve kelimelerimin âkıbetini ben de merak ediyorum.

Mehmet BAHÇECİ: Sanatın diğer disiplinleriyle aranız nasıl? Sizi besleyen ve geliştiren sanatsal türler var mı?

Fatma İÇYER: Ulaşabildiğim ve görebildiğim her sanat eserine ilgi duyuyorum. Bazen anlamasam bile o anlamama hali dahi ufkumu açıyor. Bu konuda doymak bilmez bir iştahım var. Müze gezmeyi, bir şehri baştan aşağı dolaşmayı, şair, yazar ve sanatçıların hayatlarını incelemeyi seviyorum. Yazmak dışında hiçbiriyle profesyonel olarak ilgilenmiyorum. Güzel bir tablo gördüğümde, iyi bir film izlediğimde, Paris’i ya da başka bir şehri sanatçıların gözünden bakarak gezdiğimde aldığım hazzı başka bir şeyden alamıyorum.

Montmarte’nin yokuşlarını çıkarken Erik Satie’nin evinin önünde saygı duruşuna geçiyorum. “Acaba sadece beyaz renkli yiyecekleri yemesi mi ömrünü kısaltmıştır yoksa bütün hayatı boyunca tek bir kadını sevmiş olması mı?” diye tartışma açıyorum içimde. Claude Oscar Monet, Vincet Willem Van Gogh ve Pablo Picasso’nun sık sık buluştukları Le Consulat’a oturup bir kahve içiyorum. Neler konuştular bir yan masamda dikkat kesiliyorum. Vincet üzümlü kekim yine çok dalgın “Kim kırdı onu?” Picasso mağrur, “Monet’in canı niye  sıkkın? Oval salonda hangi tabloyu düz asamadılar?” merak etmeden duramıyorum. Biraz ileride Salvador Dali’nin müzesine giriyorum tablolardan hayata bükülen insan ve eşyaların, aklı yamultan heykellerin arasında bu ilginç kafayı anlamaya çalışıyorum. Dönüş yolunda her bir yanı yaşanmışlık dolu evleri ve sokakları beynime kazımak istiyorum. Charles Aznavour “La Bohèma’yı bu yokuşları inerken mi yazdı yoksa yıllar sonra gece masasına oturup o yokuşları hayal ederek mi yazdı?” diye sormadan edemiyorum.

Mehmet BAHÇECİ: İlk kitabınızla birlikte hayatınızda neler değişti? Okurlardan aldığınız tepkiler hangi merkezde? Ve son olarak, üzerinde çalıştığınız projeler var mı?

Fatma İÇYER: Kitabım arefe gününde çıkmıştı, İstanbul’da annemlerdeydim. Kitabımın haberini sosyal medyada paylaştıktan sonra annem bana dolap sildirdi. 🙂 Yaşamdan kaçamazsınız. Kitabım çıktığında çok beklentiye girmedim, büyük şeyler hayal etmedim. Bununla beraber kendi içinde bir sirkülasyonla güzel dönüşler alıyorum tanıdığım ve tanımadığım insanlardan. Sosyal medyanın bu yönünü seviyorum, yazar ve okuyucu birbirine kolaylıkla ulaşabiliyor. Bunu çok kıymetli buluyorum. Bir yerlerde benim satırlarımı okuyan insanların var olduğunu bilmek sarsıcı bir his.

Kitabımı teslim ettikten sonra belli bir süre özellikle bir şey yazmadım, ruhsal olarak Teyzeler ve Maymunlar’dan kopmayı bekledim. Şu anda masamda çalıştığım metinler var, önümüzdeki aylarda belirginleşecektir yazdıklarımın neye benzediği. 

Daha fazla röportaj için lütfen tıklayınız…

27.06.2023 © Novelius Edebiyat

Bir Cevap Yazın