Öykü: Yaz Döngüsü, Rabia Coşgun

20.08.2023 © Novelius Edebiyat

Yazar: Rabia COŞGUN

Yaz Döngüsü, Rabia Coşgun


Onlar bizden değillerdi. Her sene hep aynı mevsimde, sıcakların ortalığı kavurmaya başlayıp da söğüt serinliklerinin elzem olduğu yaz döngüsünde gelirlerdi. Çalgıları, çengileri, giyimleri, kuşamları bambaşkaydı. Kadınlar rengarenk, dallı güllü elbiseler; erkekler şalvar tarzı pantolon, gömlek ve yelek giyerlerdi. Elbiseleri gibi yaşamları da renkliydi. Konuşurken bağırır gibi hep yüksek sesle konuşurlar, seslerini çerginin bir ucundan diğer ucuna ulaştırırlardı. Her daim neşeli, canlı, her daim cambul cumbuldular. Her günü düğün, bayram havasında karşılarlardı.


Sabahın erken saatlerinde köye gelirler, su kenarında boş ve düz buldu buldukları bir alanda çergiyi kurup bir kaç ay kalır, sonra tası tarağı toplayıp dört tekerli tahtadan at arabalarına yükler, kendileri de kâh arabada kâh yaya, çoluk çocuk yola düşer giderlerdi.


Onlar köye girdiğinde köyde de hummalı bir geliş gidiş başlardı. Kadınlar çeşme başında, erkekler köy ortasında ya da avlularda grup grup laf kovuştururlardı. Her ne kadar dürüst insanlar olduklarına içten içe inanılsa da yine de dışarıdandılar. Yabancıydılar. Her yabancı gibi onlar da köylülerin dışlayıcı yaklaşımlarından nasiplerini alırlardı. Aslında bir taraftan iyiydi çingenelerin gelmeleri. Köylüler ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Ama yine de bizden değillerdi işte… Yabancıya güven olmazdı. O nedenle bilhassa genç kızların ve kadınların tedbiri alınmalı, fazla ortalarda dolaşmamaları salık verilmeliydi.


O yaz yine gelmişlerdi. Sanki sayıları biraz daha azalmış gibiydi. Her zamanki gibi köyün aşağısında yer alan harman yerinde konaklamaya başladılar. Ayaklarının tozuyla, hummalı bir çalışma içine girip tez elden çadırlarını kurdular. Büyükler çergiyi hazırlarken, çocuklar da etrafa dağıldılar. Oynayanlar, ağlayanlar, koşuşanlar, tozun toprağın içinde yuvarlananlar… Bir taraftan kadınların yaktıkları ocaklardan dumanlar tütüyor, bir taraftan da çekiç sesleri harıl harıl karınca misali yaşam telaşlarına karışıyordu.


Yerleşir yerleşmez başladılar kalaylama işlerine. Her evden bakır siniler, kazanlar, maşrapalar, tavalar taşınır oldu. Kap kacağın biri gidiyor, biri geliyordu. Erkekler kalaylama yaparken, kadınlar da bohçalarını sırtlayıp köyün ilk evinden itibaren kapı kapı gezmeye koyuldular. Her gün iki üç eve giderler, avluda bohçalarını açmalarıyla çarşaflar, örtüler, renk renk kumaşlar ortalığa yayılır, özellikle evlilik çağındaki kızların elinde dolanır dururdu.

Ama gel gör ki gün çekilip akşam karanlığı köye inmeye başladığında harman yerinde öyle bir şenlik başlardı ki köylüler her ne kadar benimsemeseler de bu cümbüşe uzaktan ortak olurlardı. Bir taraftan ateşler yakılır, bir taraftan ateşin etrafında çalgı çengi derken cümbüş gece geç saatlere kadar devam ederdi.


Çingenelerin gelişiyle ortalık yine canlanmış, köylülerde de her yaz olduğu gibi o yaz da hareketlilik yeniden kendini gösterir olmuştu. Her ne kadar iç içe olmamaya çalışılsa da yaşam bir şekilde yolunu bulup aralarında örtük bir anlaşma şeklinde geçip gidiyordu. Günler hareketlilikle akıp giderken çingeneler arasında bir delikanlı vardı ki çoktan köyün kızlarının diline dolanmıştı bile. Gören bir daha görmek için fırsat kolluyor, görmeyenler sırf meraktan onu görebilmenin yolunu arıyorlardı. İsmi gibi kendi de belki şanslıydı Bakhtalo’nun. Uzun boyu, esmer yanık teninin yanında simsiyah parlayan gözleriyle genç kızların favorisi olmak, her gittiği yerde alışkın olduğu bir durumdu. O yüzden de bu ilgi alakaya şaşırmıyordu. Hercai bir delikanlıydı Bakhtalo.


Köy kızları arasında genç adama ilgi göstermeyen, önemsemiyormuş gibi duran bir Zeliş’ti. Bakhtalo’nun asıl dikkatini de işte bu sessiz ve umursamaz kız çekmişti. Beri yandan, bayağı da şaşkındı Bakhtalo. Gören görmeyen bütün kızların ilgi odağı iken, bu kızın kafasını kaldırıp bir defa bile kendisine bakmaması düşündürüyordu onu.


Zeliş, annesi ve üç küçük kardeşiyle dedesinin evinde yaşıyordu. Gün ışırken kalkıp işe koyuluyor, evin, ahırın, tarlanın tüm işlerini nerdeyse tek başına yapıyordu. Daha çocukken babasının evi terk etmesiyle dedesine sığınmak zorunda kalmışlardı. Küçüklükten hatırladığı şehrin ışıkları ve uzayıp giden yollar aklından hiç çıkmıyordu. Akşam olup da herkes köşesine çekilince o da pencerenin önüne geçip uzakların düşlerine dalıyordu.


Işıklı yollardan geçiyor, kalabalıkların içinde yürüyor hatta aklından hiç çıkmayan uçsuz bucaksız denizi bile seyrediyordu. Daha başka şeyler de düşlemiyor değildi, kendisinin bile düşünürken yüzünün kızarmasına neden olan. Ama bu gece çok daha başka, çok daha derin ve hülyalı hayallerin pençesindeydi Zeliş. Köyün genç kızlarının dillerinden düşüremediği Bakhtalo’ya daha fazla kayıtsız kalamamıştı. İster inat isterseniz de ısrar deyin bu duruma, öyle ya da böyle Zeliş’in dikkatini çekmeyi de başarmıştı genç adam. Hem de ne çekme! Esmer yüzü, gülümseyen gözleri, pencere önündeki düşbaz kızın hayallerinin en derinlerindeydi şimdi.


Zeliş, Bakhtalo’yu gördüğü ilk günden beri gecelerin olmasını iple çekiyordu. İlkin pınar başında görüşmüşlerdi. Tatlı dil ve bakışlarıyla Zeliş’in aklını başından almayı başarmıştı. Her gün pınara gidip sitillere su doldurup omuzda caggıl taşımak artık eziyet değildi. Sonra yavaş yavaş konuşmaya başlamışlar, en son duvar dibinde gece buluşmalarına kadar gitmişlerdi. Her gece olmasa da fırsat bulabildiği geceler beş dakikalığına da olsa duvar dibinin karanlığında buluşur olmuşlardı. Bu işe en çok bohçacı kızlar ve kadınlar aracılık yapıyorlardı. Delikanlının kendi ailesi haricinde neredeyse tüm çergi buluşmalarına tanıklık etmekteydi.
Küçücük hazırladığı bohçasını divanın altına itmişti. Gece iyice kararıp; köy, uykunun sessizliğine büründüğünde, evden son kez çıkacaktı Zeliş. Heyecandan eli ayağına karışıyordu. Nihayet başka yerler görecek, upuzun yollara girecek, belki denizi bile tekrardan seyredebilecekti. Ve en güzeli kendine ait bir evi, yuvası olacaktı.


Sabah olduğunda köyde bir hareketlilik peyda oldu. Zeliş’in dedesi, dayısı, annesi her tarafta aradılar ama Zeliş yoktu. Çingeneler de gitmişti. Henüz yeni sönmüş ateşlerinden yer yer dumanlar tütüyordu. Annesi dövündü, ağladı, ofladı, pufladı. Dedenin sinirden elleri titredi, kızdı, bağırdı, çağırdı. Nafile. Olan olmuştu. Ne ara, nasıl olmuştu onca tedbire, tembihe rağmen, kimsenin aklı da ermedi.


Bir hafta kadar sonra bir akşamüzeri, karanlık basmaya yakın çatal kapının çalınmasıyla Zeliş’in annesi oturduğu yerden irkildi. Kapıyı açtığında Zeliş ve Bakhtalo’nun annesi kapıdaydı. Bakhtalo’nun annesi Zeliş’in kendileriyle gelmesine sesini çıkarmamıştı. Ama bir türlü kabul de edememişti. Sırf bir kez daha dışlanmamak için miydi, bilinmez, Zeliş’in annesine bize ayak uyduramaz, o bizim gibi değil, demişti.


Zeliş, biten yaz döngüsüyle kapının ağzında kalakalmıştı. Onca hayal, ev, bark derken onlar gibi olmadığına hayıflanmıştı.

S O N

Yazar Hakkında:

Rabia Coşgun, 1975 yılında Çorum’da doğdu. Sırasıyla, Hasanoğlan Atatürk Anadolu Öğretmen Lisesi’nde ve Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde okudu. Yaşamını Ankara’da sürdürmekte, sınıf öğretmenliği yapmaktadır. Edebiyata gönül veren Coşgun’un öykü ve şiirleri çeşitli edebiyat ve kültür mecralarında yayımlanmıştır.

20.08.2023 © Novelius Edebiyat

Bir Cevap Yazın