novelius edebiyat

Öykü: Sır, Abdullah Karakaya

09.07.2023 © Novelius Edebiyat

Yazar: Abdullah KARAKAYA

Öykü: Sır

Dışarıdaki nemli hava etkisini kaybetmeye başlamıştı. Her çıktığım basamakta serinliği biraz daha fazla hissediyordum. Basamakları bitirip koridora ulaştığımda sırtımda hafif bir ürperti bile duymuştum. Otobüsün ışıkları kapalı olduğundan oturacağım koltuğu el yordamıyla bulmak zorundaydım. Çaresiz hâlimi gören muavin, daha fazla dayanamayıp, koltuk numaramı sordu. “Yirmi dört,” diye yanıtladım onu. Muavin alaycı bir tonla, ki ağzının kenarındaki o bir anlığına görünüp kaybolan mimik keyfimi kaçırmıştı, “Ağabey, sen tekli koltuklardasın. Yanlış kısımda arıyorsun yerini,” dedi. Omuzlarından tutup, “Ya aslında ben böyle biri değilim. Belki de senin yaşın kadar bir süredir otobüsle yolculuk yapmıyorum. Ayrıca bileti de karım aldı, o bilir bu tür işleri…” diyerek kendimi açıklamayı çok isterdim. Fakat bu açıklamayı anlamsız bularak, “Yol uzun. Hâlâ şansım var,” diye kendimi teselli ettim ve muavinin gösterdiği yere geçtim.

Kitap, defter ve diğer gereçlerin bulunduğu çapraz asılı çantayı boynumdan çıkartıp rafa yerleştirdim. Kısa bir kontrolün ardından yerime oturdum. Otobüs boş sayılırdı. Saate baktım. Kalkmasına on beş dakikadan fazla vardı. Dışarıdaki nemli sıcak, on beş dakikalık zorunlu beklemeden daha caydırıcı olduğu için otobüsten çıkmamayı uygun buldum. Kafamı geriye yaslayıp gözlerimi kapattım.. Tüm fişleri çektim. Kapıyı kilitledim. Araba otoparkın kapalı kısmında… Oyalanmak niyetiyle yaptığım işleri sırasıyla kafamdan geçiriyordum.

abdullah karakaya

Üniversite yıllarından beri otobüsle yolculuk yapmamıştım. Gerçi üniversite zamanı da okulla, yaşadığım şehrin arası yaklaşık kırk beş dakikalık mesafede olduğundan, tam olarak otobüs yolculuğu denemezdi benimkine. Daha çok şehirler arası otobüsü kısa süreliğine meşgul etme olabilir. Fakat şimdiki büyük meydan okumaydı. Yaklaşık on dört saatlik yolculuk. Gecenin karanlığından öğle vakti güneşin tepeden gelen yakıcı ışıklarına dek. Gerçek otobüs yolculuğu buydu işte. Çantaya alınan kitaplar, belki aklıma bir şeyler gelir diye yanıma aldığım kalem, defter ve yol için hazırlanmış şarkı listesi. Hazırdım. En azından öyle olduğumu düşünüyordum.

Asfalt… İnsanın doğanın üzerine beceriksizce resmettiği çirkin dövme. Birleşen, ayrılan, yuvarlaklar çizen, kimi zaman üzerinde delikleri olan ve uzayıp giden lacivert çizgiler…”

Sır, Abdullah Karakaya

Kalkış saati gelip herkes yerine yerleştiğinde, muavin elindeki yolcu listesiyle kontrole başlamıştı. Herkese önce numarasını sonra gideceği yeri soruyor gelen cevaba göre konuşmayı devam ettiriyor veya kesiyordu. “Kaptan tamam,” sesinin ardından otobüs sarsılarak çalıştı. İlk sarsılma sonrası motor daha az gürültülü ve sakin bir hâl alınca hareket ettik. Neredeyse her şehirde aynı olan otobüs terminalinin neredeyse aynı olan tüm insanlarını geride bırakarak asfalta çıktık. Asfalt… İnsanın doğanın üzerine beceriksizce resmettiği çirkin dövme. Birleşen, ayrılan, yuvarlaklar çizen, kimi zaman üzerinde delikleri olan ve uzayıp giden lacivert çizgiler… Üzerinde ilerlediğimiz asfalt da bunlardan biriydi. Biraz daha yeni gibi duruyordu sadece. Mesafeleri kısaltıp konfor sunmuştu. Ama elimizden farklılığımızı almıştı. Tek tip yollar tek tip maceralara çıkıyordu artık.

 Camdan dışarıya dalgın dalgın bakarken, içimden ışıklar sönmeden son kez içeriye göz atmak geldi. Dönüp baktığımda diğer yolcular çoktan içlerine gömülmüş, gözleri ya ellerindeki telefonlarda ya da yoldaydı. Az sonra ışıklar söndü. Muavin bir dahaki anonsa dek sürecek uzun süreli sessizliği öncesi son sözlerini söylemişti. “İsteyen oturduğu yerin üst kısmındaki küçük ışıkları kullanabilir.” Ben de öyle yaptım. Epeydir okumak istediğim kitabı bu yolculukta okuyabilirdim. Hatta belki diğer kitabı da. Yerimden kalkıp rafa uzandım. Çantanın içinden kitapları çıkarırken belki iyi bir şeylere denk gelir ve not alabilirim diye kalemle defteri de aldım. Yerime tekrar geçerken hangi kitabı seçeceğimi daha belirlememiştim. Zamanın bolluğu seçim konusunda kafamı karıştırıyordu. Daha fazla ikilem yaşamamak adına biraz da şansıma güvenerek daha ince olanı tercih ettim. Elimi şişe kapağını andıran yuvarlaklara doğru uzattım. Her ikisini de açtım. Sarı ile beyaz arası bir renk kaplamıştı ortalığı. Bir müddet gözlerimin ışığa alışmasını beklemiş, sonra ellerimin arasındaki kitabın sayfalarını kokladıktan sonra okumaya başlamıştım. Çocukluktan kalma bir alışkanlıktı. Kâğıdın o kokusuyla tanıştığımdan beri bırakamadığım bazen kalabalıkta yapmaya utandığım okuma öncesi ritüelim. Yayınevi, kitabın içeriği ve yazar ne kadar farklı olursa olsun koku hep aynıydı. Kokunun beni alıp gittiği yerde hep aynı yerdi. Mahallenin kitapçısı. Çat pat okurken aldığım bol resimli çocuk kitaplarının ardından ilk gençlik serüvenim klasikler ve sonrasında “Bir de bunlara baksana,” diyerek önüme konan dergiler. Kitap kokusu dediğim: çocukluğum, mahallem, ilk heyecan ve masumiyetin kokusuymuş. Yaşlandıkça daha iyi anlayabiliyordum.

İlk birkaç sayfa zor olmuş fakat sayfalar geçtikçe girebilmiştim kitaba. Otobüsten çıkıp sayfaların arasına geçmiştim. Işık çok güçlü sayılmazdı. Koltuk ise okumak için pek müsait değildi. Fakat hikâye aklımdaki sinemaya ulaşıyor, karakterlerin ses tonuna dek her şey yerli yerine oturmuş uyum içerisinde ilerliyordu. Ta ki, önümdeki koltuğun arkaya, bana doğru eğilmeye başlamasına kadar. Kısmen ters olan ışığın açısı iyice kaybolmuştu artık.  Çok rahatsız edecek kadar olmasa da kitap okumak için gerekli fiziksel durumu ortadan kaldırmıştı. Keyfim kaçmış, istemeyerek kitabı önümdeki koltuğun arkasındaki filenin içine bırakmıştım. Yolun devamı için müzik dinlemeye karar verdim. Tekrar raftaki çantayı almak için oturduğum yerden kalktım. El yordamıyla çantanın bölmelerinden birinin ancak dip kısımlarında bulabildiğim kulaklığı aldıktan sonra yerime geçip kulağıma yerleştirdim. “Bari bu sefer bozulmasa,” temennisiyle gevşeyip koltuğumda rahat bir pozisyon aldım. İlk notaları işitmemle birlikte  istemsizce, “Tam bir giriş parçası,” olduğu düşüncesi geçti zihnimden. Gülümsüyordum. Kaçan keyfim biraz da olsa yerine gelmişti.

Savaş zamanında geçen hüzünlü bir şarkıydı. Eski bir Sovyet askerinin akoru kaçmış gibi tınlayan piyanoya karışan titrek sesi. Şarkının içinde uzaktan uzağa duyulan top sesleri. Sözlerin arasında bir yerlerde duyulan derin bir iç çekme. Ruhunu ve aklını kemiren savaştan dolayı arkasında bıraktıkları. Köşe başında bekleyen ölümün korkusu. Melankoli de cabası. Aramızda bulunan zaman farkının her şeyi kolaylıkla ayırırken duygularımızı ayıramaması. İncecik bir camın iki yüzü; karanlık bir otobüsle ondan daha karanlık yol ve o incecik cam üzerinde gezinen notaların bana hissettirdikleri. Keyfimi biraz da olsa yerine getiren buydu. Hissetmek istediğim duygular birbirinin peşi sıra kulağımdaki ezgiye takılmış akıyordu. Asker kafasını gizlendiği siperin kirişine dayarken ay da köşeye dayadığı silahının kabzasında. Benimse alnım soğuk cama dayalı, gözlerim asfaltın parlaklığıyla beliren ayın yansımasında. Ayın asfalt hâli…

the  cranes are flying

Yerimizi tam olarak bilemesem de otobüsün hızı ve manevralarından, tepelerden inmeye başladığımız anlaşılıyordu. Yandaki koltukların tarafını göremiyordum. Kendi tarafımdan kesintili olarak görebildiğim ise koyuluğun aşağılara indikçe azalmaya başlamasıydı. Kestirebildiğim kadarıyla bir gölün kenarına iniyorduk. Gölü çevreleyen yola indiğimizde heyecanlanmıştım. İlk defa gece vakti bir göl görüyordum. Gecenin karanlığı göle indiğinde incelmiş, karanlığına sakladığı göl ancak bu şekilde ortaya çıkmıştı. Çevresine kurulmuş köylerin cılız ışıkları, evlerin sanki göl manzarasını kaybetmemek için yan yana dizilmiş hâlleri, kulağıma fısıldanan şarkılara tam yerinde eşlik ediyorlardı. Karanlık tüm farklılıkları alıp götürmüştü. Biraz önceki umutsuz sesin sahibi askerden, sözleri olmayan başka bir parçaya geçmiştim. Yolun kıvrımları ruhumun kıvrımları hâline gelmiş, ışık tuttukça ilerliyor, kafamı dayadığım cama aklıma gelen her şeyi yazmayı o kadar çok istiyordum ki.

Oturduğum yerden yükselmeye başladım. Otobüsten çıkıp gökyüzüne oradan da atmosferin tek tek her katına geçtim. Yükseldikçe önce otobüs küçüldü sonra yol sonra şehirler sonra dünya. Soluksuz kalmaktan korktum. Çocuksu korkuyla nefesimi tutabildiğim kadar tuttum. Dayanamayıp kendimi bıraktığımda nefes alabildiğimi görüp rahatlamıştım. Nefesimle uğraşırken farkında olmadan hızlanmış, aklımın alabildiği her yerden iyice uzaklaşmış ve güneşi bile göremez olmuştum. Nasıl gidebildiğim hakkında pek bir fikrim yoktu. Ama şikayetçi değildim. Samanyolu’nu geçip evrenin bilinmez kısmına geldiğimde bir anda durdum. Boşlukta hareket etmeksizin salınıyordum. Gözlerimin alabildiği her yer mucizeydi. Evren tüm ihtişamıyla gözümün önünde deviniyordu. Yok olan ve yeniden doğanlar. Her şeyden habersiz tüm dinginliğiyle devam edenler. Her boyut her anıyla gidip geliyordu.

Bir müddet şaşkınlıkla etrafı izlemeye koyulmuşken, birdenbire karşımda saçı sakalı birbirine karışmış biri belirdi. Boyunu aşan sopasına dayanmış, derisinin üzerinde garip şekiller bulunan, dişleri olmadığı için dudakları ağzına doğru büzülmüş, gözleri olmayan bir insan. Gözleri görmeyen değil, gözleri olmayan. Göz çukurları bulunmayan. İyice yanıma yaklaştığında her ne kadar korksam da uzaklaşmadım. Sanki aramızdaki mesafeyi biliyormuşçasına yerinde bir zamanlamayla sol elini açık hâle getirip avuç içi tam göğsüme değecek şekilde dokundu. Konuşmamıştı. Zaten istese de konuşamazdı. Çünkü gözleri gibi dili de hiç olmamıştı. Gerek de yoktu. Dokunmuş ve evrenin en başından beri olan her olayı en küçük ayrıntısına kadar anlatmıştı bana. Işık olmuştuk. Aynı anda her yere ulaşıp her yerden ayrılıyorduk. Hem her şeydik hem de hiçbir şey.

Keşişten başka bir şey olamazdı karşımdaki. Kelimelere ihtiyacı kalmayan. İnsanlığın aşina olmadığı bir dili, bambaşka bir dil kullanan. Göğsümdeki elin uzantısı olan koluna dikkatlice baktığımda, bir deri bir kemik kalmış hâliyle acınası duruyordu. Kafasında bir zamanlar beyaz olduğu belli olan rengi solmuş sarık, üstünde parça parça koyu renk yelek ve mevcut yamaları kadar yamanması gereken delikleri olan şalvarıyla benim zihnimdeki keşişti. Aslında ışıktan ibaretti. Aklımın kaldırabileceği görüntüyü evren karşımdaki keşiş haline getirip göndermişti. Elini göğsümden kaldırdıktan sonra sanki gitmek istermiş gibi parmağıyla karşıyı gösterdi. Karşıda ne var? Orada ne yapacağız? Asıl önemlisi oraya nasıl gideceğiz, diye düşünürken ellerimdeki gümüş kürekleri görmemle korku içinde düşürmem bir oldu. Ne zaman gelmişti bunlar? Biz ne ara sandala yerleşmiştik? Her cevapsız soru arkasından cevapsız onlarca soruyu getiriyordu.

Bir şey söylemeden sandala yerleşti. Ardından ben geçtim. O, ön tarafta gösterdiği yöne doğru oturmuş, benim tam ortaya geçip küreklere asılmamı bekliyordu. Oturdum. Gümüş kürekleri sandaldan aşağı doğru indirip önden geriye doğru hareket ettirmeye başladım. Yaptığım harekete ben bile inanmazken bana sırtı dönük keşişin her andan bu kadar emin şekilde hareket etmesi irademin dışında davranmama yol açıyordu. Hareket eden kürekler sandalı da hareket ettirmeye başlamıştı. Evrenin tam ortasında sonsuzluğun içinde yol alıyorduk. Arkasında olmama rağmen bacaklarının aldığı şekilden bağdaş kurduğunu anlayabilmiştim. Keşiş, ellerini üzerinde bulunan şekillere sırayla yerleştirip bekliyordu.

Yol boyunca girmesi gereken şifreler gibi elini üzerinden kaldırdığı her şekil bir müddet daha parlıyor, parlaması geçince de diğer şekle geçiyordu. Daha ne kadar kürek çekmem gerektiğini bilmiyordum fakat üzerindeki şekillerin durumuna bakılırsa yolumuzun bitmek üzere olduğunu tahmin edebiliyordum. Son parlamadan sonra sopasını durmam için havaya kaldırdı. Küreklere asılmayı bıraksam da sandalın süzülmesi devam etmişti bir süre daha. Sandal tamamen durduğunda kalkmak için kürekleri yerlerinden alıp sandalın içine bırakmış ve kafamı kaldırmıştım ki, keşişin sandalın dışında beni beklemekte olduğunu gördüm. Artık şaşırmıyordum. İnip yanına ulaştığımda bu sefer önden benim yürümemi ister şekilde eliyle yol verir gibi yaptı. Öne geçmiş henüz birkaç adım atmıştım ki sırtımda elini hissettim. Ve o anda gözlerim açık binlerce rüyayla beraber binlerce kâbus gördüm.

Keşişin avucundan sırtıma işleyen sonsuz sayıda gözün gör dediğiydi bu. Nesiller boyu geçmişimi ve geleceğimi tek bir anda görüp yaşadım. Gördüklerim arttıkça sırtımdaki acı artıyor, keşişin parmakları altında eziliyordum. Biraz daha böyle devam ettikten sonra keşiş elindeki sopayla iki defa yere vurdu. Acıdan sıktığım gözlerimi açtığımda etrafta yıldızlardan ve sırtımdaki ufak sızıdan başka bir şey yoktu. Parmak uçlarımda yürüdüğüm uçları sivri, parlaklığı yaklaştıkça artan yıldızlar. Koyu lacivert evrenin üzerine gelişigüzel serili. Kimileri çok ufak, kimileri devasa. Üfledikçe uçuşan kozmik kıvılcımlar. Yavaş yavaş hepsi karşımda toplandı. Sayısız yıldızın tek bir yıldıza dönüşüp parıldamasını izlerken ışıktan kör olmak üzereydim. Ufak kıpırdamaları gittikçe daha hızlanmaya başlamış, kâbus gören bir insanın göz hareketlerine benziyordu. Bir şey olmak üzereydi. Ben de eşiğinde habersizce duruyordum. Karşımda duran yıldızların hepsi göz açıp kapayıncaya kadar dağılıp üzerime doğru tüm hızlarıyla gelmeye başladılar. Yanımdan geçip geçmediklerini sivri uçlarının vücudumda açtıkları çiziklerden hissediyordum. Her çizik sonrası koyu lacivert evrenin rengi kırmızıya, tadı ise kana dönüyordu. Yükseldiğim tüm katmanları bir anda geçip otobüse tekrar gelmiş fakat hızımı kontrol edemediğimden adeta düşmüştüm. Şaşırtıcı olan düşmem değil, geri döndüğümde otobüsü yerinde bulamamamdı.

Her şey bitmişti. Sessizlik ve karanlık sardı ortalığı tekrar. Gözlerimi aralamaya çalıştım. Her yanım sızlıyordu. Sesler duyuyor ama neler olduğunu anlayamıyordum. Daha sonra kesik kesik gördüğüm kareler olmuş fakat neler olduğunu bir türlü çözememiştim. Mantığım aklımla olan bağını koparmış hiçbir neden sonuç ilişkisi olmaksızın olayların tümünü önüme sermişti. Her şey hızla geçiyordu. Evren, Sovyet askeri, kör keşiş, asfalt yol, muavinin alaycı gülüşü, notalar, yıldızlar, çizikler… Üşümüş ve çok susamıştım. “Buz gibi bir bardak su ne iyi olurdu,” diye geçirdim. Aslında hasta olma korkusundan elime almayacağım suyu şimdi bu şekilde istemem garipti. Üstelik bu kadar üşürken. Durumun nasıl üstesinden gelebileceğimi düşünürken keşiş ansızın yanı başımda belirdi. Onu görünce dışarıdan kendimi de görür hâle gelmiştim. Yerde yüzükoyun yatıyordum. Sırtımda oluşmuş bir el izi, susuzluktan çatlayan dudaklarım ve vücudumun çizik içindeki yerleriyle yerde yatan ben. Yere çömeldi keşiş. Sarığını yavaşça çözüp yere serdi. Üstüne nereden getirdiğini görmediğim bir yıldızı koydu. Kopararak küçük parçalara ayırmaya başladı. Ardından sarığıyla üzerlerini tamamen örtüp parçaları toz haline getirene dek sopasıyla ezdi. Her vuruşu kalp atışlarımdı sanki. Tamamen ezip toz haline getirdiğine emin olduktan sonra, ilkin bir miktarını başımdan ayaklarıma doğru serpip sonra kalan kısmını sırtıma, dudaklarıma ve çizilen her yerime özenle sürdü. Vücudum rahatlamıştı. O ana dek bana doğru çevirmediği suratını keskin bir şekilde bir anlığına çevirip avucunu açarak elinde kalan son zerreleri tüm gücüyle yüzüme üfledi. Ruhum da rahatlamıştı.

Hastane odasındaydım. Pencereden gelen ışığa bakılırsa sabah olmalıydı. Karımı fark ettim önce. Daha sonra çocuklar, annem ve babam. Herkes odanın içinde bir yerlerde oturmaktaydı. Kimi televizyona bakıyor, kimi esniyor, kimi dua okur gibi başı öne eğik mırıldanıyordu. Gözlerimi açtığımı gördüğünde, endişeyle bana bakmakta olan karım, “Buna da şükür,”

 Ağzımı açmaya fırsatı vermeden, “Bir şey deme. Dinlen sadece,” diye ekledi.

Bilincim gözlerimin hızına yetişememiş, hâlâ neler olduğunu anlayamamıştım.

“Ne dinlenmesi ne şükrü?.. Otobüs, Sen… Siz… Ben… Buraya nasıl geldim?”

Karım konuşmamdan hoşnut olmamış yüzünden sitem etmeye hazırlandığı görülüyordu.

“İlla konuşman lazım değil mi? İnatçılığın tutmasın yeter ki.” 

“Ya bırak söylenmeyi, anlat ne olmuş, ne oluyor?”

 Her cümlede artan heyecanım son cümlemde sinirli bir şekilde çıkmıştı. Karım durumu fark edip çok da bozuntuya vermeden, “İyi, nasıl istersen!” diyerek başlamıştı anlatmaya.

“Otobüsünüz gece yarısı civarında etrafından geçtiğiniz gölün olduğu tarafa doğru yoldan çıkıp yuvarlanmış, yuvarlanma sırasında da tüm camları patlamış. Yolcuların büyük kısmı bu yüzden farklı yerlere savrulmuş. Ölü yok fakat ağır yaralı sayısı fazla diyorlar. Seni de toprakla yolun kesiştiği yerde, cam kırıklarının üzerinde kendinden geçmiş bir hâlde bulmuşlar.”

“Verilmiş sadakamız varmış.” Annem sevinç gözyaşları içindeydi konuşurken.

“Hâlini gördüğümüzde çok korkmuştuk. Her yerin çizik ve morluklar içindeydi. Doktorlara defalarca kontrol ettirdik. Ciddi bir şey yokmuş. Asıl korkumuz sırtındaki. Neredeyse tüm hocalar baktı ama anlayamadılar. Sonra da bir şey bulamayınca düşmeye bağlı oluşmuştur deyip gittiler. Biz annenle memlekete haber vere…”

Duyduklarımdan dolayı ürpermiştim. Geri kalanları dinleyememiştim bile.

Babam anlatmaya başladığında ise öylece durmuştum. Konuşmadan, tepki dahi vermeden. Başka bir şey yapamazdım zaten. Yaşadığım şeye ne diyebileceğimi bile bilemiyordum. Sadece içten içe bir şeyleri hissedip anlamıştım o kadar. Düşüncelerim keşişten evrene, sandaldan yıldızlara, sırtımdaki elden sayısız göze dolaştı durdu. Zamanım etrafımdakilerle aynı odada aynı havayı solumaya zorlarken, zerrelerim çoktan çözülüp kaybolmuştu. Keşiş, lisanını öğretmişti. Ben de o lisanda konuşabilecektim artık. İnsanların sessiz bildiği, ölümlülere sır olarak verilen lisan. Olmayan kapıların gözcülerinin yeminine ortak olmuş, omuzlarıma aldığım yükün altında şimdiden ezilmeye başlamıştım.

“Göz çukurlarıma ve dilime ne olacak peki?”

“Anlamadım,” dedi karım.

Gözlerim tekrar ağırlaşmaya başlamıştı. Tatlı bir uyku bedenime yayılıyor etrafımdaki sesleri boğuklaştırıyordu. Hayatımın kaza öncesi kısmını mühürleyen sırra karışan ilaçların etkisiyle tekrar uykuya dalıyordum.

S O N

Yazar Hakkında:

abdullah karakaya

Abudllah Karakaya, 40 yaşında. Ege’nin cennet köşesi Aydın’da yaşıyor ve bir devlet kurumunda çalışıyor. İlk öykü çalışması Köpek, Yük Edebiyat dergisi Haziran – Temmuz 11.sayısında yayımlandı. Karakaya, edebiyatla kurduğu ilişkiyi ise şöyle tanımlıyor: “Edebiyat altıncı duyu organım. Gördüğüm, duyduğum, dokunduğum, tattığım ve kokladığım her şey onun süzgecinden geçerek bana ulaşır. Fikir ve duyguya dönüşüp yerini alır…”

09.07.2023 © Novelius Edebiyat

Bir Cevap Yazın