24.09.2023 © Novelius Edebiyat
Yazar: Ökkeş Can KILIÇ
Öykü: Satmıyorum!
Telaşlı adımlardan yükselen sesler, sabırsız sürücülerin korna uğultularına karışıyordu, Kuru ve sıcak havayı; kuvvetli, bariton bir ses doldurdu; “Satmıyorum!” Süt beyazı taşların İtalyan motifleriyle süslendiği, önünde altı büyük kolon duran; etrafı ise çeşit çeşit mitolojik tanrı figürünü andıran heykellerle süslenmiş devasa binanın önünden gelmişti bu sert ses. Kısa süreliğine civardaki tüm gözler buraya çevrildi. Yere küçük bir seyyar tezgâh açan adam, önündeki iyi giyimli bir beyefendiyle hararetli hararetli tartışıyordu. Sözlü olarak başlayan bu tartışma, iki tarafın da ufak ama sert dokunuşlarla birbirini daha çok tahrik etmesiyle gitgide daha sakıncalı bir boyuta evriliyordu. Tehlikenin farkına varan birkaç yürekli insanın araya girmesiyle, daha çirkin bir hâl almadan kavga nihayetlendirildi. Böylece, meraktan yavaşlayan insanlar da tekrar hızlanmış, cadde normal nabzına dönmüştü.
Tartışmayı, karşı kaldırımdaki bir çay bahçesinin terasından takip eden iki arkadaştan biri,
“Seni insan içinde bu denli kızdıracak ne söylemiş olabilir!” diye sohbetten bağımsız yakındı.
Karşısında oturan arkadaşı, gözlerini kısıp sol kaşını “anlamadım” dercesine kaldırdı.
“Ne öyle boş boş bakıyorsun, görmedin mi karşı kaldırımdaki kavgayı? Neyi, niye satmıyor merak ettim diyorum.” diye karşılık verdi arkadaşının bu sessizliğine.
“Ben de bir şey zannettim!” dedi diğer arkadaş, mağrur bir tavırla.
“Ne yani sen merak etmedin mi?”
“Birbirini hiç tanımayan bir müşteri ve satıcının kavga etme sebebini niye merak edeyim?”
“Bağırma sesi ta buraya kadar ulaştı, bu denli neye kızmış olabilir, en nihayetinde alelade bir satıcısın sen… Bunu merak edebilirsin mesela!”
“Aksine, hiç merak etmiyorum!” diye burun kıvırdı diğeri, koruduğu mağrur tavrıyla.
…
Henüz on dakika bile olmamıştı ki aynı ses yine yankılandı.
“Satmıyorum!”
Tartışmanın alevi; önceki seferin aksine, civardaki insanların erken müdahalesiyle daha fazla harlanmadan son bulmuştu. Bir kibrit misali; aniden alevlenen tartışma, hemen o anda sönüvermişti.
İki arkadaşın konudan konuya sıçrayan muhabbeti de hemen o anda kesilmiş, odakları yine tartışmadan tarafa kaymıştı.
Merakı hep diri olan, “Şimdi de mi merak etmiyorsun!” diye tekrar coşkuyla sordu.
Dumanı taze tüten çay bardağının kenarına, kaşığının ucuyla nazikçe vuran arkadaşı ise,
“Elbette hayır,” diye sürdürdü önceki kararlılığını.
“Amma garipsin!..” diye azarlar gibi söylendi meraklı olan, ardından birkaç anlamsız homurdanma eşliğinde ayağa kalktı.
Gitmek üzere arkasını döndüğü sıra dayanamadı, bir kez daha şansını denemek için arkadaşından tarafa döndü ve gayet ılımlı bir havada:
“Bana gerçekten eşlik etmeyecek misin?” dedi.
İhtiyatlı bir “cık” sesi çıkaran arkadaşı ise tüm ısrarları reddedeceğini şimdiden vurgulamış, sandalyesindeki rahatını güvenceye almıştı. Çayını yudumlamaya devam etti.
Meraklı olan, dişlerinin arasından bu sefer de kin dolu bir tını ve tavırla “İyi!” dedikten sonra hızla ayrıldı çay bahçesinden.
Etrafını saran bunaltıcı kalabalıkla beraber kırmızı ışığı beklerken henüz beş dakika bile olmamasına rağmen; boynundan ve alnından akan terler, kıyafetinin içinden tenine süzülmüş, vücudunu şimdiden yapış yapış yapmıştı. Terli, nedensiz bir pişmanlık da duydu o anda böyle bir işe kalkıştığına. Çok mu gereksizdi yaptığı? Hiç zahmet etmeyip geri mi dönseydi? Lakin geri dönüp hercai biri gibi görünmeyi de yakıştıramadı kendine. O, kendisiyle bu kısa bir çekişmeyi yaşarken, kırmızı ışık da çoktan yanmıştı. Etrafını sarıp sarmalayan kalabalıkla karşıya geçti. Karşı kaldırıma geçmesiyle, oraya buraya çil yavrusu gibi dağılan kalabalık, ihtişamlı binanın önünde yapayalnız bıraktı kendisini. Esirik satıcı da işte tam karşısındaydı. Rahatsız küçük taburesinde kambur biçimde oturmuş, küçük bir sopanın ucuna tutturulmuş müsvedde püsküllerle önündeki kâğıt demetlerinin tozunu alıyordu. Yayvan adımlarla yaklaştı yanına. Bir şekilde muhabbet başlatması gerekiyordu, zımbalı kâğıt demetlerinin üstüne yavaşça eğildi,
“Bunlar nedir?” diye sorarak muhabbettin fitilini ateşledi.
Elindeki püsküllü sopayı umursamazca taburesinin yanına fırlatan satıcı, biraz önceki esirik tavrından epey uzak şekilde,
“Öykü bunlar!” dedi.
“Siz mi yazdınız tüm bunları?”
Taburesinden kalkıp dizlerinin üstüne, bezin önüne çöktü satıcı. Hareketlerinde kuvvetli bir iştiyak vardı.
“Evet!” dedi. Ellerini kâğıt demetlerinin üzerinde raks edercesine gezdirirken, berhudar bir tınıyla da ekledi, “Hepsini ben yazdım! Hem de hepsini!”
Elini arka cebinde bulunan cüzdanına götürdü diğeri, kendinden emin:
“Pek güzel, hepsini satın alıyorum o zaman! Ne kadar?” Gururlu bir tavırla söylemişti bunları satıcıya.
Aniden ayağa kalkan satıcı, alıştığımız esirik tavrına bürünmüştü yeniden.
“Satmıyorum!..”
Civardakileri rahatsız edecek güçlükte tekrar bağırdı, “Satmıyorum!”

O saniye yanlarında beliren iri yarı bir adam, esirik tavırlı adamı kolundan kavrayıp birkaç adım geri çekti. Elini omzuna attı ve onu sakinleştirmek istercesine bir şeyler mırıldanmaya başladı. Esirik tavırlı adam, kendisini sakinleştirmeye çalışan adama aldırış etmiyor, tehditkâr işaret parmağını sallayarak,
“Satmıyorum!” diye bağırmaya devam ediyordu.
Tüm gözler yine bu tarafa odaklanmıştı. Caddeden akıp giden kalabalık, bu hengameye gözleriyle bir anlam vermeye çalışıyor. Ama bencil çağın gereği olsa gerek olaya müdahale etme gereği duymuyor, gözleriyle takip ettikleri karışıklığı birkaç adıma unutuyorlardı. Olayı hiç görmemiş gibi, kaldırımın ilerisinde bir yerlerde ezip geçiyorlardı. Menfi bir utanç duygusu, kendisini izleyen insanların tebelleş bakışları eşliğinde ruhunun en derinlerine işledi. Yakıcı sıcağın üstüne bir de öfkeyle karışık utanç duygusu eklenince avuç içlerine, parmak uçlarına kadar sırılsıklam terledi. Bulunduğu yeri terk etmek istiyor ama bilinci kapalı vücudu hiçbir şeye izin vermiyordu. Tüm sesleri boğuk boğuk duyan kulağı, esirik adamı sakinleştirmeye çalışan yapılı adamın borazan gibi sesiyle açıldı.
“Ne bekliyorsun birader, bas git işine hadi! Duydun işte satmıyormuş.”
Bu kavi ses tonuyla, sendeleyen bilinci kendine gelmişti. Arkasını döndüğü gibi terk etti o kaldırımı. Hafızasındaki bu tatsız anıyı söküp karşı kaldırıma bırakmasını sağlayacak bir süper güce sahip olmayı istedi diğer insanlar gibi. Kâh oflaya kâh poflaya çay bahçesine arkadaşının yanına döndü.
Arkadaşı hâlâ aynı sandalyesinde oturuyor, suratında alaycı bir kasılmayla, öfkeyle gelen arkadaşına bakıyordu.
“Eeee…” dedi, sustu yarısına kadar içebildiği çayını yudumlamaya devam ederken.
Arkadaşı cevap vermedi, kıpkırmızı olmuş suratıyla oturdu sandalyesine.
“Neler oldu, ne dedin de sana da bağırdı?”
“Bir şey olduğu yok. Açmış önüne alelade bir bez parçasını, güya öykü yazmış… Sanatçıdır destek olayım dedim. Satın alıyorum hepsini dedim. Bağırdı çağırdı ‘satmıyorum’ diye. Anlamsız… Ulan… Sanatçı değil mi bunlar… Ne yapsan… Yardım da yaramaz bunlara…” Gittikçe azan öfkesi cümle kurmasını zorlaştırıyordu.
Duydukları karşısında düşünceliydi arkadaşı, üstelemek istemedi. Garsona el işareti yaptı ve arkadaşı için bir bardak daha çay söyledi.
Yumuşak, nasihat verircesine ince bir ses duyuldu arkadan.
“Ah be çocuğum, sanata hiç parayla değer biçilir mi?”
İkisi de sesin geldiği tarafa döndüler. Beyaz gömleğin üstüne siyah blazer ceket giymiş, yer yer aklaşmış saçıyla, ömrünün yarısından fazlasını tamamlamış bir beyefendiydi konuşan. Devam etti sözüne,
“Paranın dostluktan aşka kadar her türlü şeyin sahtesini satın alabildiği bu çağda, sanatını paraya teslim etmeye hangi sanatçının gönlü el verir? Sanatını parasıyla yüceltmeye çalışan bir insan nasıl olur da kendisine sanatçıyım der? O zavallı adamın tek isteği; insanlar gelsin de öykülerini alsın, rastgele birini okusun. Sadece okusun. Hiç tanımadığı bedenlerin zihinlerinde şekillensin kelimeleri, bu ona yeterdi. Sanatçı ne yapsın parayı? İnsanlar yoğun hayat gündeminden, kendileri için damıttıkları kısacık zaman diliminin bir kısmını, sanatçının yapıtına ayırdıklarında, sanata ve sanatçıya olan borçlarını da ödemiş olmuyorlar mı zaten? Bakın arkadaşlar, bir borçlu varsa ortada, o da, sanatçılık iddiasında olup da şöhret peşinde koşturanlardır. Onlar hem vakit hem de para hırsızıdır…”
Öfkesi hâlâ diri olan araya girdi ve dayanamayarak çıkıştı:
“Ne konuştun be kardeşim, sen kimsin de böyle nasihat veriyorsun bize!”
“Ben,” dedi yaşını başını almış beyefendi.
“Ben, bu öykünün yazarıyım.”
S O N
Kapak Görseli: Laurence Stephen Lowry, The Crowd, 1922
Kare Görsel: George Schrimpf, Oscar Maria Graf, 1918
Yazar Hakkında:

Ökkeş Can Kılıç, 2003 Yılında Adana’da dünyaya geldi. Ailevi sebepler nedeniyle Zonguldak’ta başladığı eğitim hayatına yine ailevi sebeplerle Fethiye’de devam etti. 2022’de Ankara Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliği bölümüne yerleşmeye hak kazandı. Hâlen eğitim-öğretim hayatına Ankara’da devam ediyor. Edebiyata olan tutkusu ise lise yıllarına uzanan Kılıç’ın, nitelikli okur olma yolundaki en büyük destekçesi lise edebiyat öğretmeni olmuş. Zamanla kendi metinlerini oluşturmaya, öykü türünde kalem oynatmaya başlayan Kılıç’ın Satmıyorum! adlı çalışması, edebiyata duyduğu sevgisinin ilk meyvelerinden.
24.09.2023 © Novelius Edebiyat