ahmet furkan demir

Öykü: Rüstem Ağa

12.08.2023 © Novelius Edebiyat

Yazar: Ahmet Furkan DEMİR

On sekiz saatlik yolculuğun ardından nihayet bir asır geride olan bu berbat yere varmıştım. Bacaklarım, boynum, belim… Her tarafım kaskatı kesilmişti. Güneş ortalığı kavuruyor, ter damlaları saçlarımın arasından enseme ve alnıma doğru süzülüyordu. Sıcak esen rüzgârın kaldırdığı tozlar gözümün içinde dans ediyordu. Beni gören herkes tuhaf bir şekilde bakıyor, küçümser bir edayla süzüyorlardı. Hâlbuki üzerimde sıradan bir takım elbise vardı. Etrafıma biraz daha bakınca beni neden yadırgadıklarını anlamam pek de zor olmadı. Buradaki herkes elli yıl öncesinin insanları gibi giyinmişlerdi. Herkesin üzerinde beyaz ya da siyah kandura, başlarında ise takke veya sarık vardı. Boyunlarından ayak bileklerine kadar uzanan bu elbise ince bir kumaştan yapılmıştı. Bazılarının ayaklarında ayakkabı varsa da çoğunluğu terlik giymişti. Bu havada ayakkabı giymenin mantıklı olmadığını terden sırılsıklam olan ayaklarıma bakınca daha iyi anlıyordum.


Bu geride kalmış kentin kalabalık ve tozlu sokaklarında usul usul yürümeye başladım. Hemen sağ tarafımda, nalbur dükkânını bekleyen yaşlı bir adam vardı. İhtiyarlıktan beli bükülmüş, sakalları ağarmıştı. Buruş buruş yüzü adeta kurumuş bir toprağı andırıyordu. Üzerinde beyaz renk bir kandura ve aynı renk bir takke vardı. On metrekarelik küçük dükkânın içinde envai çeşit malzeme satıyordu. Tüm ürünler arapsaçı gibi birbirine girmişti. Dükkânın içine doğru girip yarı kısık yarı çekingen bir ses tonuyla konuşmaya başladım.


“Rüstem Ağa’yı arıyorum nasıl gidebilirim?”


“Şuradaki sütçüyü görüyor musun? Onu geçince sağa dön. Karşına büyük kapılı bir ev çıkacak. Orasıdır Rüstem Ağa’nın evi.”


“Peki bey amca, çok teşekkür ederim.”


Çok geçmeden Rüstem Ağa’nın evine varmıştım. Kapısı iki yana açılan, avlulu bir evdi burası. Kapının hemen önünde genç bir adam duruyordu. Beni fark edince hemen atılıp ne istediğimi sordu. Rüstem Ağa’yla görüşeceğimi söyleyince beklememi istedi. Eve girip çıktıktan sonra içeriye buyur edildim.


Kapıdan girer girmez ince uzun bir koridorda yürüdüm, koridorun bitimi geniş bir avluya çıkıyordu. Avlunun hemen sağ tarafında iki oda, tam karşı kısmında da tahta kapılı başka bir oda gözüme çarptı. Avlunun sol kısmında ise yaklaşık bir metre yüksekliğinde bir eyvan vardı. Rüstem Ağa bu eyvanda oturmuştu. Hiç de kafamda canlandırdığım gibi biri değildi. Bir fil kadar iri, bir zürafa kadar uzun ve bir aslan kadar heybetliydi. Buradaki herkesin aksine sakalları yoktu sadece kalın bıyıkları vardı. Bıyıklarına kar düşmüştü. 60, bilemediniz 65 yaşlarında gösteriyordu. Kaşları, bıyıklarının yarısı kalınlığında ve siyah renkteydi. Üzerinde, önü sarı işlemeli beyaz bir kandura, bel kısmında siyah bir kuşak, başında ise bembeyaz bir puşi vardı. Sağ elindeki iri taneli tesbihi hızlı hızlı çekerek birbirine vuruyordu. Bu işi o kadar seri yapıyordu ki şak şak sesleri bir melodi şeklinde avlu içinde yankılanıyordu. Sol elinde ise nargilenin hortumunu tutuyor, bir yandan yanındakilerle sohbet ederken, bir yandan da nargilesinden nefesler çekiyordu.

ahmet furkan demir


Selam vererek yanlarına ilerledim. Rüstem Ağa ve yanındakiler de aynı şekilde selamıma mukabele ettiler. Rüstem Ağa tokalaşmak için elini uzattı. Bir an ne yapacağımı bilemedim çok geçmeden tombul ve kıllı ellerini sıkarak onunla tokalaştım. Tokalaşmadan sonra eliyle yanındaki boşluğu göstererek oturmamı istedi. Ben oturur oturmaz kaba bir sesle bağırmaya başladı:


“ Gülizarrr…! Gülizarrr…! Tez yemek hazırla misafirimiz var !”


Rüstem Ağa’nın ses tonu, fiziği ve heybeti ile paraleldi. Zaten böyle bir kalıptan da başka bir ses beklenemezdi.


“ Hoş geldin yeğenim. Hele anlat bakalım, kimsin ne gezersin buralarda?”


“ Efendim ben devlet memuru Mahmut, beni Şevket Tevfik Efendi gönderdi. Bir tayin iş…”


“ Hallederiz yeğenim hallederiz. Bunlar basit şeyler. Şevket Tevfik Efendi hatırı sayılır bir insandır. Hallolunur müsterih ol.”


Daha ben arzuhâl etmeden, cümlemi yarıda kesip halledeceğini söylemesi beni hem mutlu etmiş hem de kaygılandırmıştı. Bir anda yüzünü öbür tarafa çevirip misafirleri ile konuşmaya başladı. Karşımda duran siyah elbiseli adam, Rüstem Ağa’yı adeta bir ilah gibi görüyor ve pür dikkat onu dinliyordu. Rüstem Ağa; siyasi, sosyal ve askeri konulardan bahsediyor, etrafındaki misafirleri de çıt çıkarmadan onu dinliyorlardı. Bir ara siyah elbiseli adam Rüstem Ağa’ya savaş hakkında bir soru yöneltti.


“ Ağam, sınırda bayağı bir haraketlilik var. Ne dersin, savaş kapıda mı, önlem alalım mı?”


“ Yok canım, ne savaşı! Daha dün Paşa Hazretleri, Nazır Bey’le birlikte buradaydı. Yanlarında da eski mebuslardan Hulusi Bey vardı. Sağ olsun, misafirim oldular. Biraz hasbihal ettik. Bu konu üzerine de konuştuk. Hem bir şey olsaydı, Paşa bana söylerdi. Bilirsiniz, buralar hep bizim himayemizdedir lakin siz yine de önleminizi alın.”


Rüstem Ağa’nın esrarlı konuşması yavaş yavaş beni de tesiri altına alıyordu. Lakin koskoca Paşa nasıl oluyordu da böyle ücra bir yerde böyle metruk bir eve gelip bu insanlarla devlet sırlarını paylaşabiliyordu. Aklım bunu bir türlü almıyordu. Büyük ihtimalle de Rüstem Ağa etrafındaki insanları aldatıyordu zaten ne derse desin hepsi pür dikkat dinleyip tasdik ediyorlardı. Eyvandaki sohbet bir müddet daha devam ettikten sonra misafirler müsaade istedi. Rüstem Ağa’da onları uğurlamak üzere ayağa kalktı. Sanki bir insan değil de bir küheylan ayağa kalkmış gibiydi… Misafirlerini uğurladı ve yanıma döndü.


“ Kusura kalma yeğen seninle de ilgilenemedik. Gülizarrr…! Şu yemeği getirin misafirimiz yorgun besbelli.”


18 saat yolculuk yapmıştım ve doğrusu acıkmıştım. Gelen yemeği hızlı bir şekilde yedim. Önümdeki tabaklar kalktıktan sonra Rüstem Ağa elindeki tesbihi hızlı hızlı çekerken tekrardan konuşmaya başladı:


“Afiyet olsun yeğenim. İşte bunlar, hepsi de Allah’ın malıdır, bizim mallarımız değil. Estağfirullah, estağfirullah… İşte böyle, senin gibi gelen Allah misafirlerine ikram ediyoruz. Sübhanallah, Sübhanallah… Gülizarrr… ! Dilruba’ya söyle de tez kahvelerimizi getirsin!”


Çok geçmeden kahvelerimiz geldi. Kahveyi getiren kız çok genç ve güzel bir kızdı. Rüstem Ağa’nın nesi oluyordu tam olarak bilmiyorum ama yaşı torunu olduğu izlenimini uyandırıyordu. Belki de çalışan bir hizmetliydi. Belki de eşiydi.


Kahve faslından sonra tayin durumum için söze girdim. Yine henüz cümlemi tamamlamamışken Rüstem Ağa lafa atıldı:


“ O iş kolay yeğenim, bir telefon ederiz şimdi başkente tayin ederler seni istediğin yere lakin bu işler öyle hemen olmaz, sabır gerektirir, zaman gerektirir. Ehhh…! Bazı şartları da vardır tabii. Misal, şu arka sokakta bir Arif Efendi vardır. Pek garip, pek yoksuldur. Kimi kimsesi de yoktur haa! Ona biraz yardımda bulun, 10 altın parası ver. Bizim için değil haa… Kendimiz için istemiyoruz, Allah için…”


Tahminlerimde yanılmamıştım, Rüstem Ağa palavracının tekiydi. İstemiyorum, yan cebime koy demeye getirmişti. Doğrudan para almıyordu ama fakiri fukarayı kullanıp benden 10 altın alacak, üstelik işimi de yapmayacaktı. Bana kalırsa bu sahtekar adamın eli kolu filan da öyle uzun olmasa gerekti. Ama başka çarem de yoktu. Bu tayin işi için elim mahkum bu düzenbaz adama güvenecektim.


“Yeğenim, şimdi sen bana arzunu bildiren bir yazı yaz ve hüviyetini ver. Daha sonra git Arif Efendi’ye infakta bulun. Ben senin işini hâlledeceğim inşaallah.”


Hiç ümidim olmasa da çaresizce dediklerini yaptım. İşin garip tarafı nasıl olur da Şevket Tevfik gibi aydın ve ahlâk timsali bir insan beni böyle bir düzenbaza yönlendirir. Heyhat!


Arif Efendi’ye de 10 altın verdikten sonra uyumak için bir oda kiraladım. Hem yolun yorgunluğu hem de Ağa’nın vermiş olduğu sinir ile kafamı yastığa koyar koymaz uyumuşum, uyandığımda yeni gün yarılanmıştı bile. Kahvaltı dahi yapmadan hemen Rüstem Ağa’nın evine yollandım lakin evde yoktu. Adamları il dışına seyahate çıktığını söylediklerinde başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Bu adam 10 altınımı aldı ve il dışına çıktı şimdi kim bilir benim paralarımı nerelerde harcıyordur?


Ertesi gün yine aynı hışımla Rüstem Ağa’nın evine gittim yine yoktu. Sonraki gün tekrar gittim yine yoktu. Artık pes etmiştim. Olan olmuştu, bari şu hüviyetimi alayım da evime döneyim, dedim. Hüviyetimi almak için Rüstem Ağa’nın evinin yolunu tuttum, sinirden ve sıcaktan yüzüm nar gibi kızarmıştı.


Hızlı hızlı adımlarla ve öfkeyle eve doğru yöneldim, içeri girdiğimde, bir anda Rüstem Ağa’yı karşımda gördüm. Eyvanda oturmuş nargilesini içiyor, bir yandan da kahvesini yudumluyordu. Birkaç saat önce bulsam -muhtemelen- parçalayacağım adamı, o müthiş heybetiyle karşımda görünce, bir anda sakinleşiverdim.


Yine de dayanamadım, çok yüksek olmayan bir sesle, “ Rüstem Ağa! Rüstem Ağa! 10 altın istedin verdim, tayin işini yapacağım deyip kandırdın beni,” Dedim.


“ Ben senden ne zaman altın istedim yeğenim? Fakire fukaraya infakta bulun dedim, bana mı verdin sanki?”


“ Bu ne demek ağa, ben nereden bileyim o adamla ortak olmadığını?”


Bu sözümden sonra etraftaki adamlar bir anda başıma toplandı. Rüstem Ağa gayet asil bir şekilde eliyle işaret ederek adamlarını geri çekti. Hışımla ayağa kalktı.


“Bak evladım, biz ne kimsenin parasına tenezzül eder ne de kimseden bir şey isteriz. Muteber bir insan olarak tanınırım. Başkenttekiler bile sözümden çıkmazken, sen kim oluyorsun da benimle böyle konuşuyorsun?”


Rüstem Ağa aynı hışımla sol cebinden hüviyetimi çıkardı, diğer cebinden de bir zarfı. İki kâğıda da yüzüme doğru fırlatarak, “ Al bu hüviyetin, bu da tayin kâğıdın. İşin hâlloldu, istediğin yere tayinin gerçekleşti. Dua et, Şevket Tevfik Bey’in hatırı var yoksa bu edepsizliğin yanına kalmazdı.”


Hemen yere eğilip kâğıtları topladım. O an ne yapacağımı bilemiyordum. Rüyamda dahi göremeyeceğim tayin işim olmuştu. Mahcup bir edayla Rüstem Ağa’nın eline atıldım hemen. Elini öpüp başıma koydum.


“Bir cahillik ettim ağam, sizden çok özür dilerim. ”


“Şevket Tevfik Bey’in hatırı var arada. Hadi var git yoluna. Buralara tekrar yolun düşerse, çekinmeden gel, kapımız herkese açıktır.”


Rüstem Ağa’dan helallik aldıktan sonra yola koyuldum. Uzun bir yolculuk için tekrar otobüse bindim. Tayin işim artık olmuştu. Bu haberi hemen eşime vermeliydim. Rüstem Ağa imkânsızı gerçekleştirmişti.


Ne de dini bütün bir insanmış. Heybetinden belliydi zaten canım! İşimi hâlletti diye değil, gerçekten böyle bir insan Rüstem Ağa. İnsan kendini belli etmez mi hiç?


Başımı otobüsün camına yaslayıp, huzur içinde yeni hayatımı düşünmeye başladım. Tayinim gerçekleşmiş hayatım daha güzel bir hâl almıştı. Rüstem Ağa artık sıradan bir ağa değildi. O artık benim de ağamdı.

S O N

Kare Görsel: Osman Hamdi Bey, Yeşil Cami’de Kur’an Dersi, 1890

Yazar Hakkında:

ahmet furkan demir

Ahmet Furkan DEMİR, 7 Haziran 2001 Tarihinde Şanlıurfa’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini doğduğu şehirde tamamladı. Hâlen Kayseri Erciyes Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi’nin Harita Mühendisliği bölümünde yüksek öğrenimine devam etmekte ve çeşitli gazete ve dergilerde editörlük, yazarlık ve köşe yazarlığı yapmaktadır.

12.08.2023 © Novelius Edebiyat


Bir Cevap Yazın