nagehan dermancı

Öykü: Portakal

12.12.2023 © Novelius Edebiyat

Yazar: Nagehan Dermancı

ÖYKÜ: PORTAKAL

Kaç yıldır bu köprünün altında yatıyorum? En son ne zaman sıcak çorba içtim? Hatırlamıyorum. Ama dünyaya sustuğum gün, her karesi ile aklımda…

Sultan Dağları’nın böğrüne yaslanmış ilçede, dip dibe dükkânların oluşturduğu arastaya uyku mahmuru girdim o gün. Kalaycı ustalarının bir kısmı kepenklerini yeni kaldırıyordu. Bir kısmı sabah kahvelerini yudumluyor, bir kısmı da kendi aralarında horata ediyordu. Bizim gibi demirci dükkânı pek azdı arastada.  Demirci dükkânının toz, pas ve kir kokusu genzimi yaksa da ustamın gülen gözleri, taşan neşesi içimi ısıtıyor dükkâna girince. “Goş hele portakal” diyor beni görünce. “Güdük Hamdi’den dahanlı büde gapta gel.” Ustamın sesindeki neşenin tınısı, dövülen demirin ahenkli ritmine karışıyor. Bana ilk portakal demeye başladığında, ustamın evine götürürken kese kağıdının içinden nefsime yenilip yediğim üç portakalın asidi midemi, tadı boğazımı yakar, adı boynumda asılı duran yaftanın ağırlığı ile boynumu bükerdi. Zamanla alıştım. Gecenin en koyu hali kadar kara gözleri, iri usta elleri, güldüğünde yüzünü güzelleştiren, güneşe bakar gibi kısılan gözleri, ağzından çıkan sözlere bal tadı ekleyen şivesi, boynu bükük Murat’ın idolü Nazmi usta.

Getirdiğim tahinli pideleri iki şeker attığı tavşan kanı çayıyla özendiren bir iştahla yiyordu. “Yi aslanım, yi gari,” diye kestane rengi saçlarımı okşuyor. İri mavi gözlerimi dikip, coşkusunun nedenini anlamaya gayret etmeme rağmen nafile. İşle ilgili bir rızık bolluğu olsa, bana söylerdi.  Ne kadar iş yapacağımızı açıklar, beni işe motive ederdi. Coşkun nehirler gibi çağıldıyordu da nedenini söylemiyordu.

O yaşlarda insan anlayamıyor doygun bir gecenin sabahının, hazzın üstünde kaymaya devam eden neşesini. Nazmi Usta’yı askerden gelir gelmez evermiş Seher Ana. Eşi doğum üzerine ölmüş, peşine bebesi de ölüp gitmiş. Çiçeği burnunda, delikanlı bir adam iken, taze karısının belini saracakken, bebek kokusunu içine çekecekken, bir kucak hüzün ile kalakalmış ustam. Benim peder bey de, daha ben kundaktayken, bir kiraz hasadı dönüşü traktörü devrilmiş. Can vermiş orada. Topraktan geçimini sağlayan babam toprak oluvermiş. Anam el kadar çocuğu ile tam köyüne dönecekken karşılaşmış Nihan’la. Bakmayın böyle Nihan diye anlattığıma, yüzüne bir şey diyemezdim. Şimdiki sağır eden suskunluk kadar olmasa da susardım yanında. Çok küçük yaşlarımdan bu yana kâmil insan gibi durdum yanında. Başlarda anam ile bana sahip çıkmış olmasının minnetinden susardım, sonra sonra gönlüme ağır gelen sevdası lâl etti dilimi.

nagehan dermancı

Gençliğin iliklerime kor alev gibi aktığı vakitlerdi. Hayatıma anlam veren de bu kirli paslı dünyayı ışıltılı, coşkulu bir panayıra döndüren de Nihan’dı. Anam haftada bir gün Nihan’la oturduğumuz apartmanın arka sokağındaki avluya kazanı kurar, Nihan’ın çamaşırını yıkardı. Temiz kadın, sakız gibi olacak çarşafları. Yastık kılıfları mis gibi kokacak, dantelli çamaşırları, ipek elbiseleri, kombinezonları üç su yıkanacak. Çamaşırın yıkandığı günler anamın elleri dirseklerine kadar kıpkırmızı olurdu.  Anam, evini siler süpürür, yemeğini yapardı. Pişirdiği yemeğin bir kısmı her gün bizim eve inerdi. Nihan’la aynı sofrada oturmasam da aynı yemeği yediğimizi bilmek bana mutluluk verirdi. Yemeği yedikten sonra, hareket ettikçe gıcırdayan somyaya kendimi atıp zihnimde yaşamaktan çoktan vazgeçmiş çiçeklerden taç yapardım saçlarına.

Öğleye kadar uyurdu Nihan, uyanınca mutlaka kahve içer, bir dal da sigara yakardı. Çoğu zaman bluzunun altından sarkmış sütyen askısı görünür. Aklım, o düzelttikçe kopçasına takılı kalırdı. “Daha küçücükken ah o mavi gözlerin yaktı beni Murat, alcan demi beni? Sen bari al,” der, şen bir kahkaha atardı. O kahkaha atınca, hayatımı ortaya koyarak kumar oynamışım da, mutfak masasına attığım zarlar düşeş gelmiş gibi sevinirdim. Kahvesini içince fincanı çevirir, geleceğe dair beslediği umutları fincanda görmeye çalışırdı. Görmeyi umut ettiğini, anneme de tırnağının ucuyla göstermeye uğraşırdı. “Bak kız Nazlı, balık değil mi,” der. Annemin boş bakışlarına aldırmadan atı murada, kuşu habere, kalbi ise hayatının içinde kuyuya seslenip bırakmış gibi sakladığı gizli sevdasına yorardı. Annem babamla birlikte umudunu, neşesini, en çok da sesini yitirmiş bir boynu bükük. Elini ağzına kapatır, başıyla onay verirdi.  Çıkmaz ki s….. falı diyen Nihan’a ağzını kapata kapata gülerdi. Nihan geceleri işe giderken, aynı araba, aynı saatte alırdı. Ardında yasemin çiçeği kokusu bırakırdı giderken. Arabanın sabaha karşı geldiğini bazen hırıltılı öksürüğünden, bazen işveli kahkahasından, bazı zamanlar topuk tıkırtısından anlardım. Bazı geceler yanındaki erkek sesini ustamın sesine benzetirdim. Ama nerden tanıyacaktı ki ustam, Nihan’ı? Delikanlı gururum bükerdi boynunu o vakitler, damarlarımdaki kandan olsa gerek, aklıma türlü delilikler gelirdi.

Bir Nihan, bir Nazmi Usta; ıssız, kimsesiz hayatımızın kanlı canlı kahramanlarıydı. Nihan’ın bazı bazı huysuzluğu tutarmış, anam diliyle dişinin arasında tuttu yine esiriği derdi öyle zamanlarda. İki ziyade canı sıkkın olurdu anamın. Eline aldığı gökkuşağı renkli pazar çantasını Nihan’ın alışveriş listesindekiler ile doldurur, kendi çıkarmak istemez, benim elime tutuştururdu. “Çık da ver erzağını,” der. “Anam hasta çıkamadı de,” diye de tembihlerdi. Nihan bana bile mahcup bakardı öyle zamanlar… Elleri yaprak gibi titreyerek anama aldırdığı çerezden, meyveden koyardı önüme. “Arızalıyız be Murat, arızalı olmasak ne işimiz olur böyle işlerle” derken. Çatallanmış sesi gecelerin yorgunluğunu ele verirdi. “Artis olacam” diye evden kaçmış, çocukluğu yarım kalmış, kızlığı, sokaklarda kaybolmuş, kadınlığı ise ömrü boyunca başına bela… Bizim dükkân dediği pavyonun en eskisi imiş. “On dört yıldır Nazlı bana ben Nazlıya, birbirimize kol kanat olduk. Yapmasam iyi de oldu bi kere” derdi. Kendi ile konuşur gibi. Ayaküstü koyduğu akşam rakısını bir dikişte içerdi. Anason kokusu gün dönümünün kızılı ile benim ruhuma da rehavet verirdi. Ustam gelirdi aklıma Nihan’ın kat kat ak gerdanına bakarken. O, rakıya hiç su koymaz. Tek buz atar. Yüzünü de hiç buruşturmazdı. Nazmi Usta ile tanışalı iki yıl olmuştu. O zaman tesadüf sandığım tanışma hayatımın en güzel anısı. Kütüphaneden aldığım kitabı iade edecektim, dönüşte de Nihan’ın siparişi Tel Kadayıfı alacaktım. Çırak aranıyor yazısına bakarken, birden ustamla göz göze geldik. “Çalışmak ister misin aslan parçası,” diye sordu. İster miydim? Bilemedim. “Anam bilir,” dedim. “Gel o zaman bir çayımı iç,” Ben de çöktüm hasır tabureye adam yerine konulmanın gururu ile…

Nerden gelin? Nere giden? Kimsin? Nesin?.. Hepsini kendine özgü bol ünlemli, soru işaretli tonlamasıyla sordu. “Çok sevdim seni boncuk oğlan. Gel, çırak dur yanıma,” diye ekledi. Önce yalnız yazları çalışacaktım. Sonra sonra okul çıkışları da gider oldum. Esnaf da kol kanat gerdi. Okulun açıldığı hafta herkes cebime harçlık koydu. İçine içine sustukları anama dert oldu. Hastalanan anamın hastane masraflarını ustam karşıladı. Ah! Bir de adımı portakal koymasaydı…

Okuldakiler duyacak diye ödüm kopardı. Ustamın koyduğu adın yanına sıfat eklerler. Çalışkan, akıllı, maviş değil de portakala yakışacak sıfatlar. Tatlı, ekşi, sulu… O gün ustam, “Öğleden sonra git hele traş ol da gel. Saçın uzamış. Akşama da Nazlı bacımı al, bize gel. Size bir müjdem var. Seher anan da Arap aşı yapacak,” dedi.

Model erkek kuaförüne girdiğimde, içerisi homojenize biçimde yağlı kafa, ısınmış fön, yanmış saç kokmuştu. Yaşıtım olan bir bacağı diğerine göre daha kısa çırak, beni görünce ustasına baktı.

Usta, “Hayırdır portakal, nişana mı hazırlık,” diye sorunca, afalladım. “Sen mi yaptın len aralarını?”          lafı huzursuz etti. Akşamı sabırsızlıkla bekledim. Anamı da alıp Seher ananın kapısını çaldığımda Seher ananın pişirdiği yemeklerin kokusu takır tıkır sokağın başında bizi karşıladı. Seher Ana neşesizdi. Ama ustam sabahki neşesini bir çeyiz sandığını taşır gibi akşama kadar taşımıştı.

Daha önce hiç yemediğim, bana yemeyi öğretirken sofraya yan peşrev oturmuş, “Bak Murat! Gaşığa hamuru alcan, çorbaya bandırcan sulu sulu, Arap aşını yutcan, curk,” diyor, gür kahkahası ahşap evin duvarlarına çarpıp oturduğumuz sofraya neşe olarak dağılıyordu. Seher Ana, yeşil gözlerini çok katmanlı bir geleceğe dikmiş, takma dişlerini ağzının içinde bir ileri bir geri oynatıyordu. Başıyla bi la havle çekiyor, ustama doğru bakmamaya çalışıyordu. Ustam, çayımızı içerken söze girdi. “Bacım,” dedi, Ana’ma. Nihan’ı alın da anamla, Mavras hamamında kırk tas su dökün.” Başımdan aşağı kızgın sular döküldü. İçimdeki hayal aynamın kırılması ile ayaklarımın dibine doğru eğilip baktım. Dipsiz kuyulara düştüm. Ölü balıklar gördüm. Jeton değil jetonlar hızlıca düştü. Sesi kulağım da çınladı. Daha önce anlayamadığım her şey anlam bütünlüğüne kavuştu. Nihan’ın falları çıktı. Ustamın, sıkıntılı ofları uzaklaştı. Nihan’ın yaşantısından duyduğu utancı yenmiş de ustam kırk tas su dökerek yuva kuruyordu. Bu gezegene dünya dememin sebepleri bir bir yok oldu. İçimden özüm çekildi. Fırlayıp çıktım evden. Nasıl vardım mahalleye, nasıl girdim apartmana?  O gece anamı, ustamı ve yaşadığım şehri son görüşüm oldu. Nihan mı? Yasemin çiçeklerinin kokusunda, sigaranın dumanın da bir bahar akşamının tazeliğinde her zaman, her demde…

S O N

Kapak Görseli: Paul Klee, Colourful Landsape, 1928

Kare Görsel: Maximillien Luce, Self Portrait at Easel, 1930

Yazar Hakkında:

nagehan dermancı

Nagehan Dermancı, 1980 yılında, Akşehir’de dünyaya geldi. Gazi Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih bölümünden mezun oldu. Aynı üniversitede yüksek lisansını tamamladı. Hâlen Tarih Öğretmenliği yapıyor ve Ankara’da yaşıyor. Edebiyatla yakından ilgilenen Dermancı’nın öykü ve yazıları; Litera edebiyat, Mahal edebiyat, Novelius Edebiyat, LentoSinada ve Kafa dergilerinde yayımlandı. “Benim Aslan Babam” sitemizde yayımlanan ilk öyküsüdür. 

12.12.2023 © Novelius Edebiyat

Öykü: Portakal” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın