06.04.2023 © Novelius Edebiyat
Yazar: Ferhat ÜZEL
“Her canlı ölümü tadacaktır,” yazılı taş kapıdan içeri girdim. İkinci sağ, dördüncü sol biraz da düz derken mezara ulaştım. Kenarları mermerlerle yapılmış dikdörtgenler. Sonrası hep toprak. Yanımda getirdiğim pet şişeye çeşmeden su doldurup toprağa döktüm. Sarılı-kırmızılı sardunyaları koklayıp okşadım. Sonra gözümü ziyaretine geldiğim mezar taşına diktim. Sıcak havaya rağmen esen rüzgârın kaldırdığı tozla beraber ter kokan bedenimde de öfke dolu bir toz bulutu oluşmaya başladı. Bir parçası hüzün, gerisiyse hep öfke. Ne dua ettim ne de bir hayır işledim. Çocukluğumun domates bahçesi komutanına bu sefer saydırdıkça saydırdım. Çöktüm taşın dibine bir de güzel ağladım.
Tulumbanın başında suyu çekmeden önce heyecanla, “Koşturuuun çocuklaaar,” diye seslenen ince, uzun, çalışmaktan kapkara olmuş bu adam dedemdi. Mavi boyaları dökülmüş tulumba, yanında bağlanmış bir kangal, tek katlı beyaz bir ev, önünde salkım söğüt. Evin sağında güzel bir kayısı ağacı, arkası yonca tarlası. Tarlanın sonunda ay çiçekleri. Akşamları çekirdekleri çıkarılan çaylı sohbetlerin esintisinde yemyeşil bir avlu. Sağa sola dikilmiş çam kokusu. Tulumbanın arkasındaysa dedemin eseri; domates bahçesi. Bol bol kuzen, annem, babam bir de ben…
Dedem, domates tarlasına suyu her çektiğinde kuzenlerle koşturur, izini sürerdik. Su, fidelerin arasından yavaşça ilerledikçe ‘dedem bunu nasıl yapıyor,’ diye hayrete kapılırdım. Bahçenin mimarı, benim içinse domates diyarının mucizevi komutanıydı. Tarlada işi bittiğinde, olmuş kayısıları bir torbaya toplar, evin girişindeki divana otururdu. Arka cebinden hiç eksik etmediği mavi çizgili mendiliyle alnındaki teri siler, kahverengi külahını başına tersçe oturtur, testiden besmeleyle bir bardak suyu içerdi. Biz yanına doluşunca da başlardı sorguya.
“İmanın şartı kaç, otuz iki farz ne?” Dualar, sureler… Kimine ‘Sübhaneke’ kimine ‘Fatiha’ kimineyse ‘Ettehhiyatü’ düşerdi. Bilene kayısı, bilemeyene fırça. Ancak dedem bizi hep öper, okşardı. Dilinden düşürmediği iki nasihat de onun esrarıydı:
Birincisi: “Hayatta ne istediğinizi bilin.”
İkincisiyse: “Hayat bir oyundur evladım, oyunu güzel oynayın.”
Bu iki öğüt uzunca süre benim hayata bakışıma yön verdi. Sonra ben bu bakışa ‘pratik yaşam felsefesi’ dedim. Aysel’e kadar çürüyerek devam etti bu bakış. Özellikle o ikincisi yok mu? Şimdi düşünüyorum da dedemin öğütlerini en çok ciddiye alan benmişim. Hiçbir kuzenimin böyle bir derdi yoktu. Her fırsatta oyun oynamaya bahane arayan ben, dedemin teşvikiyle oyun oynama meselesine başka bir boyut kazandırmıştım. Madem hayat oyun, o zaman bol bol oynamak lazım. Kâh şarkı kliplerini kendi kendime canlandırıyor kâh elimde bir sopayla büyülü diyarlarda sihirler yapıyordum. Hatta bir gün oyuna anne babamı da dahil etmek için kıyafet dolabına saklandım. İki saat boyunca sesimi çıkarmadan bekledim de bir türlü bulamadılar. Çünkü hiç aramamışlardı.

Dolaptan çıkıp, “Siz de oyun oynamayı bilmiyorsunuz ha,” diye çıkıştım bizimkilere. Annem kafama bir terlik, babamsa gömüldüğü televizyon koltuğundan gözlerini bana doğru devirip solgun bir gülümseme fırlattı.
Dedemin yanına gidip, “Annem hayatı hiç bilmiyor,” dedim.
“İyi de neden?”
“Mızıkçılık yapıyor da ondan, hıh,” dedim, kollarımı kelebek yapıp yere doğru iterek.
Dedem tarlanın ortasında yere çökmüş, gözlerimizi karartan güneşe rağmen dikkatlice bana bakakalmıştı.
“Onlar bilmezler evladım, sen git de kuzenlerinle oyna.”
“Ama hep köpeklere taş atıyor, kızların saçını çekiyor, bir de birbirlerini tekmeliyorlar.”
“İyi ya işte, oyun oynuyorlar.”
“Ama hiç hayat yok onların oyunlarında.”
“O zaman sen de kendi kendine oyna.”
Ben de kendi kendime oynamaya çalıştım. Ya nasihatleri yanlış anlıyordum ya da benim dışımda kimse o nasihatleri anlamıyordu.
Sanırım dedem o zaman anlamıştı söylediklerini ne kadar çok ciddiye aldığımı. Dedemin oyun konusundaki ikircikli tavrından ve şahit olduklarımdan sebep, oyun oynama fikrine kuşkuyla yaklaşmaya başladım. Yine de vazgeçişim kolay olmadı.
Dedem bahçede işi bitince siyah paltosunu giyer, kahverengi takkesini başına, siyah çarığını ayağına geçirip her gün mahalleyi saatlerce turlardı. Her köşe başında biriyle kavga edebilecek dinçlikteydi. Cebinden kuru üzümle sarı leblebiyi eksik etmezdi. Bir gün elimde sopa, büyü yaparken dedem beni görünce sinirlenip annemlere seslendi, “Şu çocuğu lunaparka filan götürün, tepemin tasını attıracak kerata,” diye… Yakışmazmış öyle büyücülü oyunlar bize.
Son zamanlarında dedeme, Aysel’le evimizde bakmıştık. Bir gün ıspanak yemeğini, “Dokunuyor bana, neden böyle yemekler pişiriyorsun kızım,” diye çıkışıp yemedi. Şaşırdım. Bir ara da oyun meselesini açtım. “Sen beni çok ciddiye almışsın yavrum,” dedi…
Dedemle sihir meselesinden aramıza mesafe girince “Hayat bir oyundur,” cümlesini babamla paylaştım. Sadece ikimizin konuştuğu bir dil oldu bize. Ancak oyunlarımızın çok azında kazanabildik. Bazen diyorum ki; keşke o dolabın içinden hiç çıkmasaydım da annemin uzak şehirdeki dostunda saklanma oyununu görmeseydim. Ya da dedemin salkım söğüdü kesip, evi kendinden yirmi yaş küçük yeni karısına hediyesi olarak verişini.
Babamın kalp krizi geçirmesiyle sonuçlanan bu oyunlardan sonra gerçeği aymaya başladım. Yine de babam kendine gelince, “Sıkma canını, dedem de annem de oyunun bokunu çıkarttı,” demiştim hastanedeyken…
O gün bugündür babamı ve beni yıkan bütün oyunlardan nefret ettim. Ne istediğini bilme meselesinde de çok başarılı olamadım. Mesela ilkokuldayken doktorculuk oynamak istedim, en saygı gören meslek diye. Elime paslı çivi battığında acilde kurşunlanmış amcayı görünce vazgeçtim. Sonra mimarcılık oynayayım dedim. Bağlı, bahçeli, salkım söğütlü; sinemalı, tiyatrolu, gülen insanlarlı şehirler tasarlamak için. Babamla lise sonda beton şehre taşınınca ondan da vazgeçtim. Doğru düzgün bir icra memurculuğu oynayabildim, bir de Aysel’le evcilik. Memurculukta hep başkalarının haykırışlarına tanık oldum. Hal böyle olunca oyun oynamaktan iyice tiksindim.
Anladım ki dedem beni kandırmış. Ne hayat benim anladığım gibi bir oyunmuş ne de istediğini bilmek mümkünmüş. Sadece bütün anlamalarım çok erken oldu. Bir de hep daha karanlık. Dedemin asılsız öğütlerle beni kandırışına, yıllarca isyan ettim. Böylelikle domates bahçemin kahramanına düşmanlığım arttıkça arttı. Babam, annem gittikten sonra televizyon koltuğuna iyice gömülünce, her gün bin tane dert bin tane tasa arasında gülmeyi unutunca, sonunda da Aysel benden ayrılınca… Canıma tak etti, koştum mezarlığa. Geçtim mezar taşının karşısına, gözlerimi diktim beni kandıran domates diyarı komutanına, bana adını verdikleri Talat dedeme. Başladım saydırmaya. Sonra da haykırdım, “Oyunun batsın,” diye…
S O N
Resim 1, Kapak Görseli, Jen Norton, Little Tomatoes, 2014
Resim 2, Kare Görsel, Graham Finley, Therapy with A Tomato, 2022
Yazar Hakkında:

Ferhat Üzel, yirmi sekiz yaşında, İnşaat Mühendisi. İstanbul’da yaşıyor ve eğitim hayatına, ikinci üniversite olarak Topkapı Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde devam ediyor. Çocukluğundan bu yana okumakla ve kitaplarla arası iyi olan Üzel, yazmak cesaretini sonradan kendinde bulanlardan. Domates Diyarı’nın Komutanı, daha önce bir öyküsüyle İshak Edebiyat‘ta boy gösteren yazarın sitemizde yayımlanan ilk öyküsüdür.
06.04.2023 © Novelius Edebiyat