şükran varol kır

Öykü: Belki, Şükran Varol Kır

23.07.2023 © Novelius Edebiyat

Yazar: Şükran VAROL KIR


“Bir yarım umuttur elimizde kalan
Göğüslemek için karanlık yarınları’’
Metin ALTIOK

Elindeki melamin tepsiyi düşürmemek için adımlarını yavaş yavaş atıyordu. Biraz hızlansa, uzun pazen eteğine ayaklarının dolaşmasından korkuyor, aheste devam ederken de yemeği soğutma riskini göze alamıyordu. Hava hafiften çiselemeye başlamıştı. Yağmur bastırmadan şantiyeye varmak istiyordu. Korkusunun asıl kaynağı yemeğin soğuyacak olmasından değil, kocasının ekşiteceği suratındandı. Yirmi yıllık evliliklerinde hiçbir şeyden memnun olmayan, yapılan her şey de mutlaka bir kusur bulan, ceketiyle bile geçinemeyen bir adama ömür törpülemek artık yorucu geliyordu. Nafiye, kocasının cam fabrikasındaki son iş gününde asâbiyetini de işçi tulumuyla birlikte soyunma odasının duvarına asacağını ve bir daha hiç giymeyeceğini ummuştu. Evlenirken kocasına ve evliliğine dair ne çok hayâl kurduğu geldi aklına.


Daha on yedi yaşındayken babasının yanında görmüştü kocasını. Askerden yeni gelmişti Kerim. Üç numaraya vurulmuş saçları henüz sivil uzunluğa erişmemişti. Hareketlerindeki çeviklik ve komut bekleyen duruşu Nafiye’nin hemen dikkatini çekmişti. O güne kadar hiç kimse, yüreğine bir sıcaklık düşürememişti genç kızın. Aşk dedikleri ağulu şerbeti içtiğini ise Kerim’le evlendiği gecenin sabahında anlamıştı. Kocası, onu fethedilecek bir kale, içeri sızacağı bir düşman menzili olarak görmüştü. Zapt ettiği düşman toprağı gibi hunharca debelenmişti kadının üzerinde. Galibiyetini ise ertesi sabah annesine verdiği al çarşafla cümle âleme göstermişti. Kale alınmış, burçlarına bayrak dikilmişti. Elde ettiği zaferle askerden yeni gelen Kerim’in rütbesi bir kat daha yükselmişti böylece.
Kerim, işçi tulumunu çıkarmış hemen ardında da lacivert üniformayı üzerine geçirmişti. Üniformalı işlere oldu olası hep hayranlık duyardı. Evlerine yakın bir fabrika şantiyesinde odası olan bir güvenlik görevlisiydi. Sabit telefonu, otuz yedi ekran televizyonu, plastik masası ve eski bir kanepesi vardı artık. Ama onun diğer insanlara tepeden bakmasının sebebi bunlar değildi belinde taşıdığı ve sevgisini vermekten gocunmadığı silahıydı.


Nafiye, bekçi kulübesinin önüne gelince tepsiyi nereye bırakacağına karar veremedi. Tereddüt ettiğini gören kocası “Ne bekliyorsun lan, sehpanın üstüne koysana tepsiyi. Kurt gibi acıktım. ’’deyince ağır hareketlerle tepsiyi bırakıp saklama kaplarının kapaklarını teker teker açtı. Taze fasulyenin kapağını açarken tepsiye kırmızı bir yağ damlası düştü. Yemeği domates salçasıyla yapınca çok ekşi, biber salçasıyla yapınca da çok tatlı olduğunu söyleyen kocasına içinden sinirlendi. Aklından bunlar geçerken parmağıyla yağ damlasını silmeye çalıştı. Kocası kızacak bir konu bulmanın rahatlığıyla kocaman harfleri karısının başına kaktı. “Ne sakar kadınsın, bir türlü öğrenemedin huyumu. Hazzetmiyorum işte lekeden.’’


Kadın, kocasının bu takıntılarını doksan dokuz taneli bir tespih gibi elinde taşımayı öğrenmişti. Ama yaşlandıkça hem tespihi koparıp atmak hem de dağılan boncuklardan kendine yepyeni bir kolye yapmak istiyordu. Ancak bunun için ne cesareti ne de gücü vardı. Nafiye’nin düğününde erkek kardeşi, gök boncuklu altın bir kolye takmıştı ablasına. Kerim, “Benden başka kime mavi boncuk dağıtacaksın lan sen!’’ diyerek bir hışımla boynundan çekip koparmıştı kolyeyi. İlk zamanlar sevmese kıskanmaz diyordu genç kadın. Ne de olsa seven insan kıskanırdı. Babası annesini, dedesi de ninesini kıskanmıştı. Asırlardır erkekler, sevdikleri kadınları hep çok kıskanmıştı. Ezberletilen bu dersi iyice bellemişti ailenin, mahallenin kadınları. Kıskanmaktan, dövmekten, sövmekten, kadın istemese bile zorla sahip olmaktan başka bir yol bilmiyordu bu tarafın erkekleri. Bilseler de zaten o yollar ya pavyondaki bir kadına ya da hayatını bedeniyle kazananlara çıkıyordu.


Yağmur sonrası çıkan güneş, tenleri ısıtmayı başarmıştı. Yurtsavur Mahallesi’nin esnafları, akşamı kovalayan ikindi telaşıyla dükkânlarını kapatmaya hazırlanıyordu. Nafiye, mahallenin manifaturacısına uğradı. Büyük oğlanın önlüğüne düğme almak için kutudaki fildişi iki düğmeyi avcunda çiftleştirdi. Birkaç raf ötesinde etine dolgun, kırmızı ojeli bir kadın dikkatini çekti. Gayet kibar konuşan kadın, kocasına öreceği atkı için yün çilelerine baktığını telefonun ucundaki kişiye anlatıyordu. Nafiye, kadının tırnaklarına bakınca seçtiği acı yeşil ipin kırmızıyla nasıl da uyumlu olduğunu fark etti. Telefon görüşmesini bitiren kadın, bu işlere yabancı olduğundan Nafiye’ye elindeki rengi gösterip onay beklercesine yüzüne baktı. Ayaküstü ıvır zıvırı içeren birkaç cümleden sonra Nafiye’nin ağzından, “İnşallah kocan hem senin hem de atkının kıymetini bilir,’’ temennisi çıkıverdi. Kadın röfleli sarı saçlarını eliyle hareketlendirip, “Bilmez mi ayol, eve geldiği zamanlarda, ellerime ayaklarıma lavanta yağıyla masaj yapar, sağ olsun.’’Nafiye, kadının cümlesinden kocasının her akşam eve gelmediğini çıkardı. Belli ki kocası işi gereği uzun yolculuklara çıkıyordu…
Nafiye, kendini kadının yerine koymak istediyse de bir türlü başaramadı. Ne Kerim elini ayağını ovacak kadar ince düşünceliydi ne de kendisi bu kadın gibi bakımlıydı. Bazı kadınlar doğuştan şanslı mı oluyor acaba diyerek kadının talihine imrendi, kendi kadersizliğine ise üzüldü. Kocası ona çiçek gibi bakıyor olmalıydı, ojelerinde en ufak bir bozulma dahi yoktu. Elini sıcak sudan soğuk suya sokmadığı belliydi. Beyaz bir çarşafı andırıyordu pürüzsüz teni. Kadın, Nafiye’nin teninde gezdirdiği bakışlarından kurtulmak istermiş gibi “Bu arada ben Alev, senin adın neydi canım?’’ diyerek aniden bir sohbete kulaç attı. Ancak derin bir konuşmanın ağırlığını kaldıracak zamanı yoktu ikisinin de. Ellerinden utanan kadın, seçtiği düğmeleri avcunda sımsıkı tutarak, “Benim adım Nafiye,’’ dedi. Alev, duyduğu ismi gereğinden fazla alaturka buldu. Aklına kocasının da alaturka bir isme sahip olduğu gelince zihninden geçen düşünceleri kuş taşlarmış gibi uçurdu. “Tanıştığımıza memnun oldum. Burada mı oturuyorsun canım sen?’’ Nafiye, cevap vermeden önce kadının yabancı olduğuna kanaat getirdi. Burada yaşayan kimse bunu sormazdı çünkü. “Evet, yirmi yıldır burada oturuyorum.’’ diyerek gönülsüzce cevapladı kadının sorusunu. Yeni tanıştığı kadına daha fazla malumat vermek istemiyordu. İlk kez karşılaştığı bu yabancıyla vakit öldürmemek için işini bitirip çıkmaya niyetlendi. Alev, alışveriş poşetlerini dükkânın girişine gelişigüzel bırakmış, ağzı açılan torbaların içinden dökülecek öteberileri hiç önemsememişti.


Kapı ağzındaki poşetler, Alev’in koca parasını hesapsızca harcadığına delaletti. Yokluk, mahallenin her köşesini tutmuştu. Nafiye, hiçbir zaman bu kadar poşetle eve gitmediğini, gidemeyeceğini düşündü. Canlarının istediği her şeyi almalarına imkân yoktu. Kocasının verdiği parayı bazen çocuklara okul harçlığı olarak pay ediyor, çoğu zaman da mutfağın ihtiyaçları için harcıyordu. Nafiye, tutumlu kadındı. Zaten kocası da kıvrandırmadan para vermezdi. Ne şanslı kadınlar vardı. Kadına iyi günler, deyip düğmelerin parasını tezgâhtara uzattı. Dükkândan çıktı. Yaşadığı hayatın yaşamak değil karın tokluğuna hayatta kalmak olduğuna karar kıldı. Eve geldi, çocuklar okuldan gelmek üzereydi. Mutfağa koşup akşamdan ısladığı nohutları düdüklü tencerede haşladı. Soğanları kesme tahtasında aynı büyüklükte küp küp doğradı. Zeytinyağında kavurduğu soğana bir yemek kaşığı biber, bir yemek kaşığı domates salçası ekledi. Tüm evi saran salçalı soğan kokusunu, kocası eve gelmeden yok etmeliydi. Geçen kış evdeki yemek kokusu çıksın diye tüm pencereleri açıp zatürre olduğunu unutmamıştı. O yüzden sadece mutfak penceresini ve balkon kapısını açtı. Nohutları tencereye alıp tekrar kaynattı. Kırmızı akrilik boya parlaklığındaki yemeğin altını kapattı. Yanına Kerim’in sevdiği şehriyeli pirinç pilavını yaptı. Hiçbir ayrıntıyı atlamadığı, her işi titizlenerek yaptığı için evin hanımından çok hizmetçisi gibiydi. Kerim; havadan nem kapardı. Nafiye, huyunu ezberlese de kocasının her yaptığı bir öncekinden daha ağır gelmeye, her yeni gün dünden daha da çekilmez olmaya başlamıştı.


Kocası vardiyasını gececi arkadaşına devretmiş, renklerine gönül verdiği takımın maçına geç kalmamak için evin yolunu tutmuştu. Sokak kapısının gıcırtısını duydu, Nafiye. Oturduğu yerden, yaşından beklenmeyen çeviklikle fırlayıp kapıyı açtı. Kerim’in yüzünden düşen bin parçaydı yine.


“Nerde lan terliklerim? Hâlâ ne bekliyorsun?’’


Vestiyerin üstüne koyduğu terliği parmağıyla gösterecek oldu ama daha işaret edemeden kocası montunu çıkarıp bir hışımla karısının yüzüne attı. Nafiye, yüzüne çarpan montta sigara kokusuna eşlik eden haftalardır ismini hatırlayamadığı güzel kokuyu yarım ciğer içine çekti. Nefes alıp verirken koku hafızası onu yanıltmadı, bu lavanta kokusuydu. Yerden aldığı montu vestiyere astı. Montun yakasında birkaç sarı saç teli gözüne çarptı, olan biteni anlamaya çalışıyordu. Kokunun çizdiği suret gözünde canlandı. Kocası çoktan içeriye geçmiş odanın havasızlığı ve sıcaklığından şikâyet ediyordu. Nafiye’nin gözleri doldu, kalbi sıkıştı. Kalbinin pompaladığı tüm kanın yüzüne hücum ettiğini hissetti. “Lanet olsun seninle evlendiğim güne. Bu da mı gelecekti başıma, Allah belânı versin Abdulkerim!“ diyerek kocasına içinden ilençler yağdırdı. Bir süre vestiyerin önünde bekledi, ne yapacağına karar veremedi. Arkasına bile bakmadan çekip gitmek istedi adını duymadığı, yollarını bilmediği şehirlere. Sonra çocukların atkıları çarptı gözüne, bakışlarıyla atkının sardığı boyunları sanki dudağının ucundaymış gibi öptü kokladı. Giderse çocuklar ne yiyip ne içecekti? Kolay olan gitmekti, zor olansa kalmak. Beynine her şeyin düzeleceğine dair bir işaret vermesi gerekiyordu. Çünkü aynı hayatın farklı olacağını düşünerek yaşamanın panzehri umuttu. O an bulaşık yıkamaktan çatlamış elleri ilişti gözüne. “Tırnaklarıma kırmızı oje sürersem belki…’’diye aklından geçirdi.

S O N

Kare Görsel, Alice Neel, Nancy, 1966

Yazar Hakkında:

şükra varol kır

Şükran VAROL KIR, 1985 Manavgat doğumlu. Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 2007 yılında mezun olduktan sonra Selçuk Üniversitesi’nde TDE Öğretmenliği alanında Yüksek Lisans yaptı. Öykü ve incelemeleri; Naifçe, Mahal, İshak Edebiyat ve Edabiyat Daima gibi mecralarda yayımlandı.

23.07.2023 © Novelius Edebiyat

Bir Cevap Yazın