07.05.2023 © Novelius Edebiyat
Editörümüz Üzeyir Karahasanoğlu, Şair Mahmut Aksoy'un şiir anlayışı üzerine doyurucu bir yazı kaleme aldı. Şairin 2020'de okurlarla buluşturduğu Gazellertesi isimli eserinin de bir incelemesi sayılabilecek bu güzel çalışmayı ilginize sunmaktan mutluluk duyuyoruz.
Mahmut Aksoy bireyselle toplumsalı iç içe geçirebilen bir şair. Bunu sadece seçtiği temalar dolayısıyla değil, dil ve düşünce bağlantısıyla da görmek mümkün… Mahmut Aksoy’un okuru ters köşeye yatıran şiir vuruşu var. Öyle ki bir anda kendinizi sersemlemiş hâlde bulabilirsiniz…
Üzeyir Karahasanoğlu
“Köz” ile “Kül” Arasındaki Şair: Mahmut Aksoy
Üzeyir Karahasanoğlu’nun Kaleminden…
Mahmut Aksoy’un okuru ters köşeye yatıran şiir vuruşu var. Öyle ki bir anda kendinizi sersemlemiş hâlde bulabilirsiniz. Başıma geldi, bu nedenle filanca yerlerde durup düşünmeden -şair(ler)in sevmeyeceği dolaylı yollara ancak “şiir düşünen” okurlar meyleder- edemedim. Öyle ya, daha ilk dizeden sarsılan okur, nasıl tutsun kitap boyunca kendini! Dolayısıyla işi gücü bırakıp şiirlerin dünyasını düşündüğüm çok oldu Gazellertesi’nde ve bu sayede şiirlerin çatısını da kendimce çattım ki bence çok da hoş oldu.
Şairin birtakım imgelere yoğunlaştığını, bunları farklı biçimlerde birçok kez kullandığını görünce şiirini buralardan doğurduğunu hissediyorsunuz. İlk şiirden itibaren önünüzde beliren o sisli, puslu yola adımınızı atmanızla başlayan yolculuk, Gazellertesi’ni tamamladığınızda bitirdiğiniz bir serüven gibi içinizde kıpır kıpır soluyor. Taş ve toz arasındaki kadim şehre girseniz de çoğunlukla belli belirsiz yoldan götürüyor şair sizi. Yol toprak, bazen kolay bazen çileli, hatta bazen yol iz belli değil gibisinden silik, çoğunluk dapdar bir patika, yer yer dik yamaçlı uçurumlardan geçen tekinsiz bir istikamet… Yürümeden edememiş, yolculuğun anlık konforsuzluğu, yoruculuğu dahi sizi engelleyememiş de nereden nereye gelmişsinizdir. Sonra dönüp ardınıza, dolayısıyla notlarınıza, bakıyorsunuz ki -o da ne, kitabın her yeri notlarla kuşatılmış- belli sözcüklerin ısrarlı biçimde yinelendiğini görüyorsunuz. Her biri gizli kapılar açacak bir anahtar, şiirleri birbirine bağlayan bir işaret ve kitabı nakışlayan bir tekrir sanatı. Sus-, aksa- eylemlerinden üretilmiş sözcükler; çöl, dil, köz, kül… Yolculuğu tamamladığından biliyorsun, şairin gerçekle kardığı hayal iklimini ve bu iklimin “baş”la “son”unun “köz”le “kül” arasında bir yolculuk olduğunu.
Sus- eylemi, öyle çarpıcı kullanılarak başlıyor ki unutulmaz şiirin ölmez dizesini anımsıyorsun:
“Sus deyip adınla başlıyorum.”
Koca şairin yaşamaya sevgilisinin adıyla başlaması, ona nasıl büyük bir aşk beslediğinin göstergesidir. “Bismillah” diyerek Tanrı’nın adıyla işe koyulan insan, meşhur şiirde bu başlangıcı âşıkla yapar. Bu çarpıcı buluş beni hep sersemletmiştir. Mahmut Aksoy’un “hurda” şiirinde açılan sus penceresi de okuru farklı düşüncelere salıyor. “susma hurdalarında yapılma bir anıttır yüzüm” Ne olmuş, nasıl olmuştur da yüzü bu hale gelmiştir? Okura o en zor adımı, ilk adımı, attıran bu dize, şiire duyulan bir güvenin işareti oluyor aynı zamanda. Öyle ya, iyi şiir iyi dizeyle başlar!

Okur; susulan anlar, olaylar, durumlar arasında yola revan olurken ufak sezdirmeler belirir dizelerde: “kalbin aşağısına düştükçe boynuzlanan kederdendir” Ne var ki bu sezdirme, loş bir ışıktan öteye geçmediğinden, kalbin aşağısıyla bir yön işaretlense bile okurun yolda gitmekten başka çaresi yoktur. Yine de iki şeyden emin oluruz: Şair susma işinde mahirdir ve bu kitap belli ki okurda iz bırakacaktır. Okudukça öngörülerimiz pekişir. Örneğin şairin ağzı sıkılığının suskunluğun diyarından gelmesinden olduğunu bilir: “bunlar hep aynalarda yırtılan kalbin artıklarından” Okur dizelere titizlendikçe titizlenir ki zaten elinden başka ne gelir? Yeni dizeler bu arayışta takılır zihninin süzgecine: “kıl gibi balından çekildiğim hayat” Tereyağından çekilen kıl kadar kolay olmuşsa da sorumlulukların değil, hayatın tatlı yönlerinin dışına itilmiştir şair. Hayat közünün söndüğü, giderek küllendiği bir vakte erişmiş, bunu anladığındaysa söz ağzında aksamaktadır artık. Şairin gönül darlığı, yol ne denli puslandırsa da su götürmez bir gerçektir. Peki, nedir suskunluğun kaynağı? Adı dahi konmasa da çekilen bu çilenin -bile isteye susmak nasıl korkunç bir çiledir- nedeni, tarumar edilmiş sevgidir. Bu sevgisizlik; pek belirginleştirilmeden yarı açık, yarı kapalı anlatımla, yer yer lirik akışı bozan ve buna koşut biçimde kullanılan alışılmamış bağdaştırmalarla şiirsel neden(ler)e bağlanır.
Köz ve kül birbirlerinin neden sonucuyken bu ilişkiyi gizlemekse faili meçhulü değil midir aynı zamanda? Öyledir. Görürüz ki şairin közü, her şiirde sönmüş yahut sönmeye yüz tutmuştur. Bunu, kitaba adını veren şiirde daha farklı bir iklimle karşılaştığımızda da görürüz. Üstelik sadece söyleyicinin değil, onun yetiştiği suskunluğun yöresinin de közü sönmüştür. Oğlunu kefenlemiş ana sorgulayarak sorar: “Anadolu’da niye devlet yüklüdür bulutlar?”, “Anadolu’da niye yağmur niyetlidir lirik mermiler?” Anıştırmalarla, sezdirmelerle bu köz halinin nasıl küllendiğini görürüz. “boyunlarında Kürt kokusu alınlarında Türkçe / tırnaklarının altı isyan…” derken okurun zihnine yağlı urgana sürülecek gencecik bir boyun hissiyatı düşer. Alın yazısını mecburen Türkçe düşünür o çocuklar. Hâl böyleyken içlerinden kimileri de bile isteye isyana (k)atılırlar ki bu da bir tür alın yazısıdır. Peki, ne olacaktır? Cumartesi anası sorar, sorgular. Aldığı her cevap, geçmişin cevapsızlığıdır ki onlara edebileceği en büyük bedduayı eder: “şiir kurtarsın seni devletlim”
Mahmut Aksoy bireyselle toplumsalı iç içe geçirebilen bir şair. Bunu sadece seçtiği temalar dolayısıyla değil, dil ve düşünce bağlantısıyla da görmek mümkün. Kalıp sözlerle, örneğin deyimlerle oynayarak topluma mal olmuşu bireysele çevirirken bireydekini de topluma döndürebiliyor. Söz gelimi “ocağına incir (ağacı) dikmek” deyimini “ocağıma kal ağacı diktiler” diye kullanabiliyor. Lirik akışı kasten bozan bu kullanım, yapmacık durmak şöyle dursun, onun şiirine anlamsal bir zenginlik katarak yakışıyor. Birinin evini barkını dağıtmak anlamında kullanılan deyimi, birdenbire ve epeyce farklı bir bağlamda evinden barkından ayrılamamak anlamında kullanabiliyor. Ki sus- eylemi; bu uzaklaşılamayan, geçmişin yaşanmışlıklarıyla dolu o haneden söyleyiciyi ve okuru -kökleri olağanüstü kuvvetli bir incir ağacı kadar- sarsabiliyor: “susmanın kalın perdesi kalacak pencerelerde” Söyleyicinin geçmişle yatıp kalktığı “kal ağacı” dikilmiş o evde kala kala közünün söndüğünü, küllendiğini “ocağıma sus ağacı diktiler” dizesiyle görüyoruz.

Şairin köz ile kül arasındaki serüveni, toplumun zihniyet yapısının da bir göstergesi aslında. Öyle ki altı parçadan oluşan “okullar senfonisi”nde şair, adeta bir oda orkestrasını yönetir. Tellilerin, yaylıların, üflemelilerin ve vurmalıların arasına yerli çalgıları da ekleyerek… O yerli çalgılar ki tüm parçalarda tek ve belirleyici rolleriyle bizi sözle ritim arasında uyumlu bir yolculuğa çıkarırlar. Şairin s u s o k u l u konuşmaktan çok susarak ulaşır bize ki bu, şiirin doğasına gayet uygundur. Bir başka şiirde “artık uzun lafın cücesiyim” dizesinden az konuşan, hatta susarak konuşan bir söyleyiciyle karşı karşıya olduğumuzu hatırlarız. Dahası “bazı insanlar yutkunarak okunur”ken nasıl fazla konuşulabilir ki? t r a j e d i o k u l u bizi karşıladığında -heyhat- hiç garipsemeyiz doğrusu. Hayat böyle değil midir? O yutkunarak okuduğumuz insanlarla dolu yeryüzünde acıklı, feci olaylardan yakamızı bir an olsun kurtaramadık ki! Şiirlerin ikliminde soluk alırken bazen zorlanmamız bundan olsa gerek. Yoksa bütünlüklü bir yapı izleyen, gayet hareketli, dramatik yapısıyla okuru mest edebilecek dizeler bunlar. Yine aile ve devlet mağduru olmayanların gidebildiği g ü l o k u l u var ki oraya biz nasıl gidelim? d i k e n o k u l l a r ı ki çoğuldur, muhtemelen zincir okullarından olup bozkırın uzandığı her şehre yayılmıştır. a v c ı o k u l l a r ı da keza yaygındır ama şair, o kadar bu düzenin adamı değildir ki uzak durur buradan. Sonuçta hayatın kendisi tüm okulları içine alan zorunlu bir okuldur ve bu okulda her şey kurur, şairin közü körüklenmediği için küllenir: “insan yaşamakla küllenirmiş”
Geçmişle şimdiyi buluşturan bu bozuk gidişte şair ne yana düşer? Belki gökkuşağına belki bir yağmurun pırıltısına… “ben gök çalışkanıyım / baruta ve evraklara tembelim” demesinden biliriz ki onu asker kaputuyla bürokrasinin gelgiti arasına sıkıştırarak közünü söndüren, küllendiren, küllendikçe susturan yaşamak; olsa olsa acının zorunlu kılınmasıdır. Ne var ki acıyla da, küllerini çoğaltarak da olsa en başta zaman geçer. Ve biz okur aklımızla “içten içe yanmak olası mı” diye düşünürken yanıtımızı nihayet alırız: “insan s ö n d ü ğ ü yerlerinden / birine küllenecek yaşa geldiğinde / başkası içi k a l b i topallaşır” Öyle ya, kiri pası, çer çöpü, eski suretleriyle duradurur geçmiş. Geçmiş geçen bir şey değildir. Geçmiş hep kalır. Asla geçmez. Kalp bu, yenilendiğini sanır ancak! Oysa gidene içten yamalı bir gurbettir yaşanan. Vuslatsız, onarılmaz, kekeme, kısık sesli, cılız… Evet, öyledir, kalp aşağı düşülen yerde bile olsa onunladır.
İnceleme Yazarı Hakkında:

Üzeyir KARAHASANOĞLU, 1981 Ankara doğumlu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öykü, deneme, eleştiri ve inceleme türündeki yazıları Türkiye’nin önde gelen pek çok gazete, dergi ve edebiyat mecrasında yer buldu. Eşi Sevgi, çocukları Umut ve Ozan’la Zonguldak’ta yaşıyor, edebiyat öğretmenliği yapıyor. Kurmaca ile gerçeğin iç içe geçtiğini bilecek kadar hayal kuruyor, okuyor, yazıyor. Manos Kitap etiketiyle yayımlanan ilk eseri Geçmişi Beklemek, 2022 Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülü’ne değer görüldü.
07.05.2023 © Novelius Edebiyat