Eser İncelemesi: Kıpırdamıyoruz, İsmail Güzelsoy

Kıpırdamıyoruz
Yazar: İsmail Güzelsoy 🇹🇷
Doğan Kitap - 328 Sayfa


Biz çiçeği burnunda bir edebiyat mecrası olsak da eserini inceleme bahtiyarlığına eriştiğimiz yazarımız İsmail Güzelsoy, kendisinden “usta” diye bahsedilmesini fazlasıyla hak etmektedir. Biz de yer yer bu sıfatla kendisini zikrederek, sanıyoruz bir hakkı sahibine teslim etmiş olacağız. Zaten ‘Kıpırdamıyoruz’ yazarın yayımlanmış on altıncı eseri konumunda ve yirmi yılı aşkındır da yazarlık sanatını icra etmekte. (Şunu özellikle belirtelim: bu usta yakıştırmasını sadece yazarın eser sayısına ve geride bıraktığı yıllarına atfen yapmadığımız, yazılarındaki nitelik ve derinlik nedeniyle de kendisine ‘usta’ övgüsünde bulunduğumuz, yazımızın devamında anlaşılacaktır)

Yazarın eser kronolojisine göz attığımız vakit, şöyle imrenilesi bir durumla karşılaşıyoruz: kariyeri boyunca (bu nitelemeyi pek sevmesem de) çoğunlukla büyük yayınevleri ile çalışmış. Örneğin İletişim Yayınları, Alfa Yayın Grubu gibi köklü ve büyük yayınevleri. Hali hazırda ise yine başka bir “büyük” yayınevinden yani Doğan Kitap’dan eserleri çıkmakta. Bir diğer takdire şayan konu da İsmail Güzelsoy’un üretken bir yazar olarak ön plana çıkmasıdır. Neredeyse ortalama bir, bir buçuk yılda bir, yeni bir eseri okuyucuyla buluşturmayı başarmış. İşte bu gerçekten muazzam bir başarı! Başarıdan da mühimi ve dikkat çekici olanı, geri planda korkunç bir emek yatıyor olması gerçeği. Bu arada, yeri gelmişken belirtelim, incelememizin sonuna İsmail Güzelsoy kronolojisi koymayı uygun bulduk. İstedik ki, dileyen oradan baksın ve saptamalarımızın tutarlılığını kendi gözleriyle teyit etsin.

Paul Auster anlatımına aşina olanlar, ki, kendisini pek sever ve eserlerinden saygıyla bahsederim, İsmail Güzelsoy’un anlatım tarzına çabuk ısınacaklardır. En azından bende öyle oldu. ‘Kıpırdamıyoruz’ un henüz ilk beş-on sayfasını çevirmiştim ki, baş kahramanımız Settar’ın hayatını değil de Paul Auster’ın ‘Yükseklik Korkusu’ eserinin ilk sayfalarını okuyormuş hissiyatına kapıldığım oldu. Sanki birazdan Yehuda Usta çıkacak ve tıpkı Harika Çocuk Walt’un ellerinden tutup ona uçmayı öğrettiği gibi, Settar’ın hikâyesi de öyle bir yerlere doğru evrilecekti. Diğer yandan, Auster’ın evsiz Willy ile Kemik Bey (cins bir köpek) arasında kurduğu özel bağı, Kıpırdamıyoruz’un Settar’ı ile Dilidışarıda’sı arasında da kurmayayım mı? Alın size iki yazarın eserleri hakkında bir benzerlik noktası daha! Elbette konu olarak tamamen birbirinden farklı romanlardan bahsettiğimin altını özellikle çizmek isterim. Yükseklik Korkusu, Timbuktu ve Kıpırdamıyoruz eserlerindeki benzeştirdiğim noktalar, yazarlarının konuları ele alış ve şekillendirişleriyle sınırlı sadece. Sanki bir tür okur hissi bu. Bir tür önsezi. Hani şu: “böyle olduğuna kalıbımı basarım ama ispat edemem” dediğimiz türden bir şey.

İşte böylece (biraz da bu benzeştirmelerin etkisiyle) ‘Kıpırdamıyoruz’ gerek konu gerekse yazarın kalemini deneyimlemek açısından merakımı cezbetmeyi başardı. Kitaba ısınmam ve okuduğum metnin içine girebilmem adına çok çok faydalı oldu.

Ana karakterimiz Settar (durup kalmasıyla ünlü, bu durup dikilme-kıpırdamama bahsine detaylı değineceğiz) kendi geçmişini aydınlatma arefesinde olan bir genç adam olarak karşımıza çıkıyor. Aslında genç adam demekte de biraz aceleci davrandık zira kitabımız Settar’ın çocukluk yıllarını, bilhassa her gece içen, tuhaf yaradılışlı babasıyla ve sadık köpeği Dilidışarıda ile kurduğu ilişkileri eşelemekle başlıyor. Çok sonra, olaylar epeyce geliştikten sonra Settar, askerlikten terhis olmuş, işinde gücünde bir genç adam olarak karşımıza çıkıyor. Ve kitap boyunca ana karakterimiz Settar’la ilişki de bulunacak bir sürü yan karaktere sahip oluyoruz. Bu yönden oldukça zengin bir kitap. Gerçi onlardan yan karakterler diye bahsetmek ne kadar doğru olur, bilemiyorum. Çünkü bu romanın sevdiğim bir diğer yönü de karakterler arasındaki dengeleri kurmadaki başarısı oldu. Hem karakterlerin gerçekçiliği bakımından hem de roman içinde onlara biçilen rollerin ağırlığı bakımından. Orantı fevkalade güzel kurulmuş, tüm yük ya da yükün ezici çoğunluğu baş karakterin sırtına bindirilmemiş. Bu da okurun okuma zevkine katkı sunan bir artı değer yaratmış… Mesela en başta Settar’ı ve Zuhal’i, ardından da Bekçi Harun’u baş karakterler olarak andığımızı varsayarsak, Letafet’i, Firdevs’i, Kerim Amcayı ve Dilidışarıda’yı nereye koyacağız? Onlar da neredeyse roman boyunca bize eşlik etmiyor, onlarda neredeyse Settar kadar olaylarda söz sahibi olmuyorlar mı? O halde onları baş karakterlik mertebesinden itelemek hakkaniyete hiç de uygun düşmeyecektir. Bu kitap için şöyle ara bir çözüm öneriyorum: Yardımcı Başkarakterler Makamı! Ne başkarakter ne de yan karakter olabilmişler. Araftalar yani. Bir nevi Tüplü Ferrari gibi ya da Doğan görünümlü Şahin gibi oldu ama idare edin artık.

Kitabı okuyanlar için anlamlı, okumayanlar içinse muhtemelen anlam veremeyecekleri bir not: Canımız ciğerimiz Perva Melek’imizi mahsus, bilerek zikretmedim. O, eminim ki, bu romanı okuyup içselleştirenlerin kalplerinde yaşamaya ve yeşermeye devam edecektir. Doğrusu kitabı bitirdiğimde, Perva Melek’in çağrısına uysa mıydı Settar dediğim de çok oldu.

Hem (okuyacakların zevkini kaçırmamak açısından) kitabın konusuna değinmemeye çalışıyorum hem de kitabın konusuna değinmeden kitaptan bahsedebilmenin ne kadar zor olduğunu deneyimliyorum şu anda. Yani ne yapsam olmuyor. Öyle haldır huldur konuyu anlatmayışımın sebebi budur dostlar. Yoksa biz de bilirdik kısaca özetleyip geçmeyi. Adam sende demeyi…

Kitabımız, okurların damağında apayrı lezzetler bırakan üç ayrı ana bölümden oluşmakta. Kişisel sıralamam: 2-3-1 ya da 3-2-1 yönündedir. Yani aldığım lezzet açısından bir sıralama yaparsam bendeki durum bu şekildedir. Bu elbette görecelidir. Tartışılacak ya da üzerine konuşulacak bir mesele değildir. Ne yapalım yani, ben ya da sizler bu kitabın en çok ikinci bölümünü beğenmişsek, herkes de bizimle aynı fikirde olacak diye bir kaide yok ya… Her üç bölümde kendi içinde bütünlüğü olan, ana hikâye ile de son derece uyumlu, elbette farklı hız ve tempolarda ilerleyen bölümler. Bu üç bölümün mahiyetlerini şöyle bir ele alırsak: birinci bölümde, epeyce uzağımızdaki bir kütleye bakmakla yetindiğimizi söyleyebiliriz. Bu anlamda kitabı durağan ve düşük tempoda ilerleyen bir metin olarak değerlendirmekteyim. Kısacası, birinci bölümde uzaktaki bir buzdağını temaşa etmekle ve “dur bakalım neler olacak” demekle yetindiğimizi söyleyebilirim. İkinci bölümde ise gemimiz buzdağına yanaşıyor, yanaşıyor ve nihayet demirliyor, artık karadayız. Daha doğrusu bu beyaz kütlenin bir buzdağı olduğuna son derece eminiz. Fakat hatayı her şeyi çözdük sanmakla yaptığımızı da üçüncü bölümde anlıyoruz. Zaten üçüncü bölümlerde hep bunun için vardır. Üçüncü bölümlerin önemi biraz da şudur: bir ve ikinin bir sentezini sunar okura. Çünkü yazar birinci bölümde bir giriş yapmış, maharetiyle okuru tutmuş ya da kaçırmıştır. İyi yazarlar (iyi okurlara da denk gelmişlerse tabii) birinci bölümden metne okurlarını bağlamayı başarırlar. Sonra ikinci bölüm şuna hizmet eder: birinci bölümdeki temkinlilik hali gitmiş, yazar arap atı gibi açılmıştır. Cinayetler, hırsızlıklar, kazalar, gizemler…. Alır başını yürür. Metnin temposu son derece yüksek olur yani. Okurun ağzının suları kitabın sayfalarına akmak üzereyken ikinci bölüm bitiverir. Çok çok iyi yazarlar üçüncü bölümü fırsata çeviren yazarlardır. Onlar üçüncü bölümü atacakları son takla (akılda kalan son hünerleri) olarak gördükleri için en iyisini yapmaya çalışırlar. Ama çok çok iyi yazarların bile çok çok azı üçüncü bölümde şov yapmaya muktedir olur. Diğer yandan bilirler ki, bu noktada finali nasıl bağlarlarsa bağlasınlar, mutlaka “bu son olmamış, beğenmedim” diye burun kıvıracak dümbelekler olacaktır. Hülasa, çok çok iyi yazarlar şunu da bilirler ki, attıkları taş ürküttükleri kuşa değmeyeceği için böyle bir riske girmeye gerek yoktur. Tekrar o ilk sayfalardaki konfor alanlarına dönüp, yer yer ikinci bölümdeki atraksiyonları deneyerek, mümkün olabilecek en makul sonla finali yaparlar. Sanıyorum, yazarımıza “usta” dememin sebebi daha iyi anlaşılmıştır.

Dikkat ederseniz klasik, modern ya da yeni çıkanlardan olsun, her iyi eserin mutlaka bir ya da daha fazla derdi vardır. Fakirliğe, sisteme, aşka, şansa, kadere, Tanrı’ya, muktedir her kimse ona hatta kişinin kendi öz benliğine bile bir eleştiri getirir. Bir arayış ya da bir başkaldırı vardır. Bu Tatar Çölünde “beklemek” olarak karşımıza çıkar. Suç ve Ceza’da adalet, Tolstoy’un Diriliş’inde vicdan… Bu kitaptan (bu da pek soğuk bir ifade oldu) ‘Kıpırdamıyoruz’ isimli eserimizden benim okuyabildiğim en önemli mesaj ya da bu romanın gözümüze soktuğu en önemli dert (ki buna alt metin de derler) ‘iyilik ve kötülük’ kavramlarını kâh inceden kâh göstere göstere işlemesiydi. Bkz: Firdevs orospusunun yaptıklarına. Bkz: Bekçi Harun’un yaptıklarına… İyilik ama neye göre iyilik? Kötülük ama neye ve kime göre kötülük?… İşte burada (çok derin olmasa da) kitabın dokundurmalarını ben şahsen gördüm. Bir mit bir fenomen gibi işlenen bir diğer konu da (bunu yazarın çok daha iyi işlediğine inanıyorum) ‘durmak’ hadisesiydi. Yalnız öyle yalı kazığı gibi bir durmak değil mevzu bahis olan. Aslında o da var ama bizim kahramanımız Settar’ın durmaları çok daha hoş. Hatta bana sorarsanız anlamlı ve faydalı. Keşke bizlerde hani biraz durup, düşünebilsek, hayatımızı, alışkanlıklarımızı, insanların neyi nasıl yaptılarını ya da bizim neye nasıl tepkiler veriyor olduğumuzu şöyle bir sorgulasak. Çok daha güzel olmaz mıydı? Olurdu elbette. Settar demek bana kalırsa berabarinde kaos ve eziyetten başka bir şey getirmeyen kapitalist sömürü düzenine bir diklenmeydi. Ben öyle aldım. Belki de öyle algılamak istedim. Beri yandan, hadi onu da açık edelim, fotoğrafçılık mesleğinde sıkça kullanılan bir emir kipi vardır: objektifin karşısında doğru duruş ve ifadeyi alırken, fotoğrafçı “kıpırdama” der. Hah işte kitabın adı ve Settar’ın mevzusu da tam olarak oradan geliyor işte. Kıpırdamıyoruz!

Hadi bakalım, biraz da böğründen kıl taşan, atlet don yola fırlamış tır şoförü edasıyla yorumlayalım. Şaka şaka… Devam ediyoruz çizgimizi bozmadan… Açıkçası birinci bölümün sonlarına doğru bir parça sıkıldığımı hissettim. Ama ikinci bölüm aktı gitti. Sonra üçüncü bölümün başlarında, üçüncü bölümün lüzumsuz ilerlediğini, zaten gizemlerin ikinci bölümde anlaşıldığını falan düşünerek bir daha sıkıldım. Tam suratım asılmışken, üçüncü bölüm bir açıldı, pir açıldı, sormayın. Ben, (güya kendisini çok dikkatli bir okur sanan ben bir kez daha görmüş oldum ki, hiç de zeki bir okur değilmişim) ters köşelerden ters köşeler beğendim. Hele şu Perva Melek olayı var ya…

Ve bir de kıyamet metaforu var tabii. Romanda önemli bir yer kaplayan bir hadise de 60’lı yılların İstanbul’unda, kopmasına sayılı günler kalan kıyameti, Settar’ın yaşamı özelinde okuyoruz. Gerçekten bu da romanın yapısına uygun düşen, okuma zevki katan bir olguydu. Gerçi bu tür işlerden de sıkılmadık değil hani. Zira Hollywood ürünü pek çok dizi ve sinema da yıllar yılı işlene işlene cılkı çıkarılmış, tüketilmiş bir mevzudur bana kalırsa “armageddon” konusu. Onun için bu klişe olmasa da olurdu diyorum. Ama yazar uygun bulup koymuş ve ana konuya da bir zeval gelmemiş. Hatta metne değişik bir tempo kattığını bile söyleyebiliriz.

Kitapla ilgili (bir eleştiri mi yoksa övgü mü olduğuna emin olamadığım) tek saptamam ise her şeyin bir şekilde bir yerlere bağlanmış olması haliydi. Yani bazı konularda isterdim ki, okurun hayal gücüne bırakılsın. Her şey bir neden sonuç içerisinde okura sunulmasın… Ya da isterdim ki, mesela Şevrole Murat, (roman da yine bulunsun, o anlamda hiçbir sıkıntı yok) Letafet’i bulmaya onunla gitmesinler. Neden böyle söylüyorum: Çünkü böyle olduğu vakit iç sesim bana şunu fısıldıyor: “Bak bak, yazar burada Şevrole Murat’ı devreye soktu. Onu, uyduruk bir kalası kendine araba edinmiş bir meczup olarak tanıtmıştı daha önce. Ve şimdi de onun bu durumundan yararlanarak önemli bir olayı, yani Letafet’i bulma hadisesindeki kritik bir düğümü, onun uyduruk arabasının yardımıyla çözmeye yelteniyor. Sen de bunları yiyorsun, çünkü sen tam bir kafasızsın… Maalesef iç sesim bunları fısıldadı bana. Fakat bu durum biraz da benim ‘kıl’ bir okur oluşumdan da kaynaklanıyor olabilir. Hâsılı, koca kitap da takılacak bunu mu buldun da demiyor değilim kendime.

Sözlerimi usta yazarın çok etkilenerek okumuş olduğum eserinden, yani ‘Kıpırdamıyoruz’dan alıntılarla bitirmek istiyor ve diyorum ki, iyi ki, kitaplar var.

Kavuşamadığın bir sevgiliye ihanet etmemen en büyük erdemdir.

Yıllarca vicdanımı sızlatan yaranın kabuğu kopuvermişti işte. Ben annemi öldürmemiştim yani, öyle mi?

İnsanın en büyük keşfinin kendisi olduğunu biliyordum artık.

Fotoğraf çektiren herkes zamanda seyahat eder.

İçimizde biriken her şey dünyaya akmaya çalışır ve biz onları uzaktan izlemekle yetiniriz.

Oradan uzaklaşmak, gitmek, doğmadığım günlerdeki hiçliğin hazzıyla sarhoş olmak istiyordum.

Bir incinmiş ruhlar bahçesiydi hayat ve ben gördüğüm, anladığım her şeyden pişmandım.

Sana lanet olsun karanlık yürekli zaman. Git ve azmış cellatlarını emzir o pörsümüş memelerinle.


Eser boyunca yazarın başucu kelimeleri:

1- Mızırdanmak,

2- Mırıldanmak,

3- Vınlamak (İsmail Güzelsoy’un yarattığı rüzgârlar hep vınlayarak esiyor)

4- Kikirdemek (şahsen ben genelde kıkırdamak derim buna)

BONUS! Canımın işi (Canımın içinden türetme pek hoş bir Dilidışarıda hitabı. Okuyanlar bilir.)


KRONOLOJİK SIRASIYLA İSMAİL GÜZELSOY ESERLERİ:

Seni Seziyorum (Kitab-ı Mukadder)

İletişim Yayınları – Temmuz 2000

Roman – 213 Sayfa

Ruh Hastası

İletişim Yayınları – Temmuz 2004

Roman – 215 Sayfa

Rukas

Everest Yayınları – Şubat 2006

Roman – 200 Sayfa

İyi Yolculuklar

Everest Yayınları – Eylül 2007

Roman – 455 Sayfa

İstanbul’un Gezi Rehberi

(İki Günde Pera ve Boğaz)

Alfa Yayın Grubu – Haziran 2009

Gezi – 275 Sayfa

İstanbul’un Gezi Rehberi

(İki Günde Tarihi Yarımada)

Alfa Yayın Grubu – Haziran 2009

Gezi – 320 Safya

Değil Efendi’nin Renk ve Koku Meselleri

Doğan Kitap – Nisan 2010

Roman – 312 Sayfa

Saf

Mephisto Kitabevi – Mart 2013

Roman – 312 Sayfa

Değmez

Doğan Kitap – Nisan 2015

Roman – 376 Sayfa

Gölge

Doğan Kitap – Eylül 2006

Roman – 296 Sayfa

Çıt Yok

Doğan Kitap – Mayıs 2017 (İlk yayımlanma: 2011 Mephisto Kitabevi)

Roman – 256 Sayfa

Sincap

Doğan Kitap – Mayıs 2017 (İlk yayımlanma: 2005 Alfa Yayın Grubu)

Roman – 236 Sayfa

Hatırla

Doğan Kitap – Şubat 2018

Roman – 360 Sayfa

Süslü Hatıralar Sahnesi

Karakarga Yayınları – Ekim 2018

Roman – 168 Sayfa

Öksüz Ağaçların Çoban

Doğan Kitap – Mart 2019

Roman – 216 Sayfa

Kıpırdamıyoruz

Doğan Kitap – Ekim 2020

Roman – 328 Sayfa

23.01.2022 © Novelius Edebiyat – Mehmet BAHÇECİ

Eser İncelemesi: Kıpırdamıyoruz, İsmail Güzelsoy” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın