nevin ulusoy

İnceleme: Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi

17.10.2023 © Novelius Edebiyat

Yazar: Nevin ULUSOY

“SANATÇININ BİR GENÇ ADAM OLARAK PORTRESİ”- SANATIN ÇAĞRISI

edebiyat Kalplerimizde varlıkların, şeylerin derin anlamlarını elde etmek için bir hasret olduğunda, etrafımızda olup bitenlerin üzerine uçurumlu dalışlarda, kederli ve huzursuz oluruz. Ne yapmamız gerektiğini anlayana kadar kendimizi sakinleştirmemiz genellikle pek de kolay değildir, kendimizle ilgili bu bilgiye ulaşmak da pek zordur. Sanatın çağrısıdır bu, bilinenden yeni bir şeyler yaratmak, hiç kimse için değil, kendimiz için sadece belki de. Kalbin huzursuzluğu asla bitmez, daha fazlası için arayış bitmez çünkü. Bilir ama görevini kalp, neden burada ve bu anda olduğunu, çabanın boşuna olmadığını, hisseder, en derinlerde. Ruhun arzuları tatmin edildiği sürece sürüp giden dünyanın taleplerinin ne önemi olabilir ki? Gülümser kalp, yaşam da baldan tatlıdır, kalp gösterir çünkü yolu, düşeriz yola, kanat kanat.

James Joyce hiç şüphesiz yirminci yüzyılın en büyük yazarlarından biri. O büyüklüğe ulaşmak, bu evrendeki yaşantısında ne yapması gerektiğini görmek için çok çaba sarfetti elbette. 1882’de orta sınıf bir ailede doğdu Dublin’de. Küçük bir çocukken varlıklıydı ailesi, ama sonra işler epeyce değişti. Dokuz kardeşi vardı, kendisi en büyükleriydi. İki Cizvit okuluna gitti, bir kolejde de eğitim gördü, Dublin’de bulunan University College’dan mezun oldu. Sonrasında da ayrıldı Dublin’den, bir daha dönmemek üzere. Annesinin cenazesi için döndü sadece, kısa bir süreliğine. Bunların hepsinin izini epeyce otobiyografik olan “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nde sürebiliyoruz. Örneklerini bu romanda görebildiğimiz şiirler yazdı önce. Öyküleri “Dublinliler” başlığı altında 1914’te yayınlandı. “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” ilk romanıdır, yıl 1916.  Öykülerinde gördüğümüz gibi, her zaman Dublin ve oradaki insanlar hakkında yazdı Joyce. Dublin’den uzaktayken Dublin’deki olaylar ve insanlarla ilgili daha berrak bir görüş açısı vardı. Öykülerindeki insanlardan biri olmaktan kaçınmak istemişti Joyce bir nevi Dublin’den giderken, ne olması gerekiyorsa, nasıl olması gerekiyorsa öyle olmak için, yaratıldığı kişi olmak için. Dublin’in evrensel bir anlamı vardı kendince. Avrupa’da yaşadı, bir müddet İngilizce öğretti. Daha sonraki romanları “Ulysses” ve “Finnegan Uyanması” bilinç akışı tekniğinin başyapıtlarıdır ve bu yüzden de okunması neredeyse imkansızdır. Elbette yazarın kelime oyunlarının da bunda büyük rolü var.

james joyce

“Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” romanı “genç adam”ın, Stephen Daedalus’un çocukluk izlenimleriyle başlar. Aziz İstefanos (Saint Stephen) Hristiyanlığın ilk şehididir ve University College’ın bahçesine St. Stephen’s Green adı verilmiştir. Daedalus Yunan mitolojisinde Girit kralı Minos için ünlü labirenti yapan inanılmaz bir zanaatkardır. Labirentten kaçmak için de kendi ve oğlu İkarus için balmumundan kanatlar yapmıştır. İkarus güneşe çok yaklaştığı için balmumu erimiş ve Ege Denizi yutmuştur onu. Kahramanımızla yolumuz “Ulysses” romanında da kesişiyor. Stephen’ın çocukluğundan itibaren kiliseyle İrlanda milliyetçileri arasında sorunlar olduğunu görüyoruz, İrlanda İngiltere’nin boyunduruğu altında. Okula gittiğinde rahiplere hayranlık duyar, onlardan biri olmak ister Stephen, orada yaşamak ve ölmek ister, bir çocuk olarak ölmek belki de. Büyüdükçe farklı bir ışıkla görmeye başlar yaşananları, cevaplayamadığı, kendisinden büyüklere de soramadığı soruları vardır. Edebi zevki de başkaları için sorunludur, Byron’ı sevmekte, sevgisini belirttiğinde onun “sapkın” olduğu söylenmektedir kendisine. Edebiyatın ölçüsü budur işte, sanatçının dindar olup olmaması ve Stephen hiç mutlu değil bu ölçüyle ilgili. Yaşı daha da ilerlediğinde sokaklarda dolaşmaya başladığını görürüz, yapayalnız, yaşam yolunu bulma çabasında, önüne geçemediği arzularla kıvrım kıvrım. Bir tür dini programda kendisinden küçüklere yardım etme görevi verilir ona, içinde de günahın gizli ağırlığı. Rahiplerden biri uzun bir vaaz verir, vaazın esas konusu da cehennemin inanılmaz, hayal gücümüzün çok ötesindeki korkunçluğu:

“Kutsal bir azize… bir zamanlar cehennemden bir sahne gösterilmişti. Karanlık ve büyük bir saatin tik tak sesi dışında sessiz olan kocaman bir salonun ortasında duruyormuş gibi gelmişti ona. Saatin tik takı hiç durmuyordu ve bu azize saatin sesi hep, hiç; hep, hiç sözcüklerinin bitmeyen tekrarı gibi geldi. Hep cehennemde olmak, hiç cennette olmamak; Tanrı’nın varlığından mahrum olmak, hiç güzel görüntüden zevk almamak…; hep acı çekmek, hiç zevk almamak.”

Stephen korkunç bir dehşete düşer, tövbe eder, bu sonsuz acı tabloları kendisi için tahmin edilmez bir korkuyla titremesine neden olur. Bu korkutucu dilin etkisi çok da uzun süremez elbette, insan ancak kutsal sevgiyle duygulanıp davranış değişikliğine gidebilir. Daha sonra kendisine rahip olmayı isteyip istemediği sorulur, uygun bir aday olarak görülmektedir. Rahip ona rahip olmanın ne demek olduğunu hem bu dünyada hem de cennette sahip oldukları inanılmaz gücü açıklar. “Hiçbir kralın ya da imparatorun” sahip olamayacağı bir güçtür bu, “Tanrı’nın rahibi” olmak. “Cennetteki melekler, baş melekler, azizler, Kutsal Meryem bile, Tanrı’nın rahibinin gücüne sahip değildir: anahtarların gücü…”

Günah çıkarma, aforoz etme, ekmek ve şarap biçiminde Tanrı’yı sunağa getirme, “güç, otorite.” Evet, güç her şey demek ki, en güçlü olmak en büyük amaç. Etkilenir Stephen, ama yolunun başkalığının farkındadır. Toplumsal ya da dini kurallar onu ilgilendirmemektedir, kendi bilgeliğini edinmektir kaderi, “dünyanın tuzaklarında dolaşarak başkalarının bilgeliğini öğrenmek” ya da. Fikirlerini paylaştığında diğerlerinin onun İrlanda’nın bağımsızlığı için çalışmasını istediğini görür. Cevabı sanatçı ruhunu, bu ruhun ondan taleplerini belirtmek olur:

“-Bu ülkede bir adamın ruhu doğunca, uçmasın diye ağ atıyorlar üstüne. Sen bana milliyetten, dilden, dinden bahsediyorsun. Bense bu ağlardan kaçıp uçmaya çalışacağım.”

james joyce

Okulda bir arkadaşı inançlı olup olmadığını sorduğunda kişinin yolculuğundan bahseder, geçmişteki ve şu andaki hallerimizin farklılığından, şimdiki kendimize dönüşmek zorunda olduğumuzdan.

Joyce kendisi büyük bir sanatçıydı, bu enfes eserinde de gördüğümüz gibi sanat ve sanatçı üzerine de epeyce düşünce üretmişti. Bunca yıl sonra onun harikulade fikirlerinin sanatçının pürüzlü sanat yolunda ışıklar olduğunu biliyoruz. Sanatsal tutkuyu tatmin edecek yollar bulmak büyük engebelerle kaplı da olsa gerçek yaratı bilinciyle kıvrananların zihnini ve kalbini aydınlatmak için meşalesi hazır Joyce’un. Yeni yaratılar hissiyle ruhu alevler içinde sanatçının, ifade uğraşılarıyla sürekli huzursuz ne de olsa. Bu fikirleri ileri sürdüğünde sanat kariyerinin çok başlarındaydı yazar, kendisine yol gösterecek kimse yoktu. Sanatçının, sanatın ne olduğu, nasıl hisler uyandırması gerektiği başlıca meselelerindendi. Sanatın müthiş bir tanımını görüyoruz uzun bir tartışmadan sonra:

-” Sanat, sonunda estetik kaygısı olan, duyumlanabilir ve sezilebilir nesnelerin insan tarafından yaratılışıdır.”

Bir ırmağın ortasında bir kızı gördüğünde sanatın çağrısını inanılmaz bir derinlikte hissettiğine şahit oluruz. Bir süre izler kızı ve bütün benliği “kızın görüntüsünü” emer. İşte bunun için doğmuştur, bunun için evrendedir, bu yüzden nefes alır:

“Kızın gözleri onu çağırmış ve ruhu hop etmişti bu çağrıya. Yaşamak, yanılmak, yıkılmak, yenmek, candan can yaratmak!.. İleri ve ileri ve ileri ve ileri!”

nevin ulusoy

Ayrılmak zorunda olduğunu, kalbinin buyruklarını yerine getirmek için uçup gitmesi gerektiğini bilicindedir. Ancak ailesi de yardıma muhtaç ve ondan beklentileri var. Dindar bir Katolik olan annesi “tuhaf bir kafası olduğunu ve çok okuduğunu” söylediğinde bunun doğru olmadığını söyler. “Az okudum, daha azını anladım.” Aile ağlardan biridir, uçması gerekir, ağlardan uzaklara, yolculuğunu yalnız, yapayalnız yapması gerekir. Korkmaz, hedefi bellidir, yaşam amacı yüreğindeki kıvılcımdır, sanatın çağrısı ihmal edilemez. Yüreğinin, zihninin ışıltılarını saçtığında damlalar dökülür, ferah, yolunu bilir artık. Günlük hırgür sanatçıyı rahatsız etmiyor artık, çabalarıyla parlak bir şafak önünde. Yürek huzurluysa ne önemi var artık kaçınılmaz yeni sınavların? Van Gogh’u tek bir resim satamasa da parası olmasa da art arda resimler, hem de içinden geldiği gibi, gözlerinin önündeki doğadaki sonsuzluğu aktaran resimler yaptıran kıvılcım, İngiliz ressam John Turner’ı fırtınalı bir havada denizde yol alırken gemi direğine kendini bağlatıp fırtına eskizi çizdiren, Bukowski’ye basılıp basılmamasını düşünmeden her sabah işe gitmeden önce öyküler, yazılar yazdıran çağrı. Sait Faik’in “yazmasam deli olacaktım” dediği yer, kıvılcımla yanan yürek, Gauguin’e ülkesini, ailesini terk ettirip Tahiti’ye gönderen. Sanat dalgalarıyla, sanat ve sanatçı aşkına.

Yazar Hakkında:

Nevin Ulusoy, 1972 yılında İstanbul’da doğdu. Lise eğitiminden sonra yabancı dilini geliştirmek üzere İngiltere’ye gitti. Burada geçirdiği bir yılın ardından ülkesine dönen Ulusoy, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi ve bu bölümden mezun oldu. Yurt dışı ve yurt içinde özel sektörde çalıştı. 2021 yılında emekliye ayrıldı. Küçük yaşlardan bu yana edebiyatla iç içe olan yazarın, şiir, deneme, öykü ve roman türlerinde çalışmaları bulunmaktadır. Hâlen kültür sanat platformu Arsız Sanat ve Novelius Edebiyat‘ta yazarlık faaliyetlerine devam etmekte, İngilizce yazılarını ise kişisel bloğu, artidelight.com üzerinden yayınlamaktadır.

17.10.2023 © Novelius Edebiyat

Bir Cevap Yazın