Öykü: Mızıka

25.09.2024 © Novelius Edebiyat

Yazar: Cansu KUYUCU

ÖYKÜ: MIZIKA

novelius edebiyat Gümüş bir kaşıkla sundu. Bugün ortalıkta pek kimseler yoktu. Ezelden beridir düşmanı saydığı bir şişkoya onun deyişiyle patates çuvalı- boyun eğmeye razı olacak belki en son kişiydi. Kuru kambur topraklardan konu açıldığında çulsuzluğu bir yana, ”o güzelim çocuğun babası olmaya yaraşır mıydı bilemiyorum” dedi. Ağız dolusu ayranından içti. İçtiği her yudumda bıyığını ayranın köpüğünden sakınıyordu. Güçlü bir iradeye sahip olduğunun farkında olmasına karşılık onun için her ava giden avlanırdı. Ama bu sefer öyle olmamıştı. Sahte hesap kitaplar karşılığında keyif çatan kardeşi gül yetiştiriciliği yaparken o ise ıssız, sığ toprakların sahibi olmasıyla övünecek pek bir şey bulamadı. Düşüncelere dalmış bir haldeyken aniden irkildi. Daha fazla oyalanmak adeti değildir ve son lokmasını da ağzına attı. Saklanan göze çöp batar misali yetiştirmeye çalıştığı kardeşinin ileride keyfe keder sebeplerle arayı açmaya çalışması, yalanlarına karşılık tüm ahalinin ağzını bir tutmasıyla örgütlenen eşi dostu için art niyet aramak bir yana yaşanan bu olaylar karşısında kendini derin bir sorgulama içinde bulurdu. İlahi adalete inancı sonsuz olan biri için fazla kuşku da ona zarardı. Esasında ürkek bir camianın çocuğuydu o da kendisi de. Ot yastıklarına uzandı. İkisi ince bir çizgide ayrıyorlardı. Babaları üçü beş yapan biri iken kuyruğu diktiği her an yolları ayıran kardeşi ve o da her seferinde bu düzene alışmış biriydi.

Şişko ile yakınlığından her zaman hoşnutsuz olmuştu. Hilenin hurdanın gırla döndüğü -al,sat,takas yap- bu kasabanın merkezindeki tüm dedikoduları bir tek şişko bilebilirdi. Tombul, kirli,yağlı elleri, üzerindeki buruşuk gömleğiyle her sabah erken saatlerde bakkalın önüne tezgahını kurardır.Kasabanın tek ayakkabı boyacısıydı. Bahşişini esirgemeyen müşterilerini aklına mıh gibi kazırdı. Ukalalık etmek gibi olmasın ama zaten dünya düzeni böyle değil miydi?

Her şey tanıklık edilebilecek kadar açık değildi. Hali vakti yerinde denen biri için kavga dövüşün pek bir anlamı yoktur. Çirkinliği seyre dursun, sabahları hortlak gibi yol kenarında beliriverirdi. Zavallı Zeze hiçbir şeyden haberi yoktu ve üzerine düşen her görevi yerine getirdiği takdirde daima alacağı harçlığı düşünürdü. Yine bir akşam yemeği sazsız sözsüz geçiyordu. ”Senin kadar ahlaksız birisini görmedim ” dedi kardeşine. Zeze sofradan kalktı. Mutfağa gidip tuzluğu getirdi. Döndüğünde babasının yüzü perişan bir haldeydi.Boğazında çıkan o her seferinde adını unuttuğu çıkıntı da iyice belirivermiş ve kızarmıştı. Çok büyük bir patlak vermiş olacak ki daha önce amcasından her ne olursa olsun küfür yada hakaret duymamıştı. Ona keza babasından da. Gümüş kaşıkların sesi kesildi. Usulca masadan ayrılacaktım fakat hiçbir şeyden haberim yoktu. Hem de olsa bile ben böyle işlere karışamazdım. Zezeyi de yanıma alıp bahçeye çıktım. Onun bir şeyden haberi yoksa kesin benim olmalı diyerek ağzından laf almaya çalıştım. Zeze kır saçlı babasının başına düşen aklara bile içlenen bir çocuktu. Onun hassasiyetinin kaldırabileceği türden olaylar değildi bunlar. Anladım ki onu sıkıştırmanın bir anlamı yoktu. Hayatında sadece birkaç defa küfür duymuş olan Zeze’nin dengesi bozulmuştu. Onun için hayatın tek anlamı hoşgörü ve şefkatten ibaretti. Babası da benim kanaatimce bu kasabadaki en güvenilir adamdı ve düştüğü bu çelişkili durum tam bir muammadan ibaretti. Uzun bir sessizliğin ardından amcasının hızla çarptığı kapının sesine irkildik. Bu evin gideni geleni belliydi. Şükriye hanımın komşuları ve birkaç hatırı sayılır kişi daha. Zeze annesinin izni olmadan asla eve arkadaş çağıramazdı.

Zaten sokaklarda arayıp da bulamadığı şey yoktu. Amcasının yaptıkları bini aşsa da hala onun gözünde eğlenceli ve özünde iyi biri olduğuna inanıyordu. Eskiden olsa kuzeni ve onu ava götürürdü. Kuzeni henüz empati duygusunun yeterince gelişmemiş olduğu bir yaşta
olduğundan olsa gerek bundan keyif alırdı. Peki ya bilek güreşi? İşte onu çok severdi. Ta ki yalandan yenildiğini anlayabilecek yaşa gelesiye kadar.

Cansu Kuyucu

Zeze kuzeniyle gerçek bir dosttu. O Zeze’den biraz daha kurnazdı belki ama babasına çekmiş olsa desek bile babalarının yapıp ettikleri aralarını soğutamazdı. Zeze babasından sık sık ”İnşallah bu çocuk ona benzemez” lafını duyuyordu. Kasabadaki dedikodular onlara ağır geliyordu. O yüzdendir ki şişkoyu hiç sevmezlerdi. Ne zaman amcası dertleşecek birini arasa ağzında bakla ıslanmayan şişkonun yanında bulurdu kendini. Yine oraya gideceğini biliyordu.”Tezgahını toplamıştır,merak etme” dedi kuzenine.”Tamam artık” dedim ve kalktım.


Yemek için teşekkür ettim. ”Yarın sabah vaktinde bekliyorum.” dedim. Eve koyuldum. Öte yanda yatma vakti gelmişti. Giderken yol puslu ve sessizdi. İnce bir kar tabakası sarmıştı etrafı. Tek düşündüğüm Zeze ve onun bu muazzam hassasiyeti. Saçlarını bazen kendi kesiyor ve bu beni gülümsetiyordu. Bazen de hiçbir alaylı söze gülmüyordu. İçinde bir yerlerde kor ateş vardı ve hiç sönmeyecek koca bir yüreği. Sevgi, barınma ve yemek ihtiyacından öteye gitmeyen bir çocuktu .Babasının şehirden aldığı mızıkayı bir yaz boyunca çalmayı denedi fakat Şükriye hanım onu zamansız öten bir horoza benzettiği için elinden almıştı. Çok üzülmüştü ve ilk birkaç günü ağlayarak geçirmişti. Mızıka onun düş dünyasıydı.Yalnızca benim müsaademle yalnızca okula getirebilecekti.Bunu duyduğunda yakası paçası dağılmış bir şekilde yanıma gelip teşekkür etmişti. Sevinçten havalara uçmuştu.

Akşam oldu. Zeze uykuya dalmıştı. Babası son sigarasını yakıp kışın o soğuk havasına doğru üflüyordu. Düşüncelerini asla saklayabilen biri değildi. Bu zamana kadar Şükriye Hanım’la  hemen hemen hiç husumet yaşamamıştı. Evin iş bölümü yerli yerindeydi. Bu kurallar Zeze için de geçerliydi. Horozlar ötmeye başlamıştı. Zeze ilk önce mızıkasını çantasına koydu. Sonra harçlığını aldı. Yolları zikzak çizerek arşınlıyordu. İstiklal Marşı’nı okuyamayıp küçük düşeceğini düşünerek alay konusu olmaktan korktuğunu biliyordum. O yüzden onu işaret etmeye elim varmıyordu. Son derece duyarlı bir çocuk olan Zeze’yi kalabalığın içine karıştırmayı ve kendini kanıtlayabilmesi açısından ne yapabileceğimi düşünüyordum. Ona bugün bir sürpriz yapacaktım fakat nasıl karşılayacağını bilmiyordum. Cesaret vermek istiyordum ancak bunu aşamalı olarak gerçekleştirmem gerektiğinin farkındaydım. Belli hususlarda atılgan biri olmasına rağmen bu kadar duyarlılık ve sorumluluk onun yaşında biri için çok fazlaydı. Onu bam telinden vurmak istiyordum. Açıkçası kendisinde nasıl bir tepki uyandıracağını bilemiyordum.Sınıfa girdim uğultu kesildi.Her zaman sınıfa ilk girdiğimde onunla karşılıklı göz teması kurardık ve bu zamana kadar farkında olmadığını düşünmüyordum. En sevdiğim özelliklerinden biri de buydu. Fakat bu sefer aksi beklediğim tepkiyi vermedi. İlgi budalası olmayacak kadar büyümüş de küçülmüş biri gibiydi ama bu kadarını da istemezdim. Herkesin nereye oturacağına karar verirken benden oturmak istediği yer için izin aldığını hiç unutmuyorum. Kendi alanlarını biçer ve sınırlarını işgal ettirmezdi. Teneffüste bahçede köşedeki mandalina ağacının altında mızıkasıyla oyalanıyordu. İşte burayı çok seviyordu. Camdan onu izliyordum. Bütün gün hiç göz teması kurmadan ilgilenmemiştim. Artık son derse giriyordum. Önümüzdeki hafta 23 Nisan’dı ve bir şekilde Zeze’nin bu etkinliğe katılmasını sağlamak istiyordum.Önce onu yüreklendirebilecek bir ortam oluşturmalıydım.Onu bam telinden vurmak istiyordum. Bu benim nadir kullandığım taktiklerden biridir. Bu derste 23 Nisan öncesi provaları yapıldı. Şiir okuyan ve dans edenleri pür dikkat izledi. Tam o sırada bir şeylerden kaçmaya çalışır gibi koca gözlerini gözlerinizden kaçırır, uzun kirpikleriyle ağlamaklı bir çehreye sahip olurdu. Tam o bakışı yakaladığımda ”Zeze!” dedim. ”Buraya gel.” Ağlayıp ağlamadığını anlayamıyordum. ”Mızıkan yanında mı?” dedim. Bir an heyecanlanarak başına geleceklerden habersiz kem küm etmeden kısık bir sesle ” Evet.” dedi. Bana diyecektim ama vazgeçtim ”Bize biraz çalar mısın?” dedim. Başını öne eğdi ve şöyle dedi, ‘Fakat bu benim hobim.” Ne diyeceğimi bilemedim. Doğru yerden sıkıştırmıştım şimdi biraz daha ısrar etme zamanıydı. Çünkü küçümsenmekten ve alay konusu olmaktan korkuyordu. Biliyorum. ”Çalmanı istiyorum. Bu bir ödev.” dedim. Yüzünde daha önce hiç böyle korkuyla karışık pis bir gülümseme görmemiştim.Çantasından mızıkasını çıkardı. Minik minik adımlarla tahtanın önüne doğru ilerledi. Şimdi gözlerine baktım ve ”Haydi bakalım.” dedim. Önünde referans alabileceği hiçbir kağıt, defter,kitap yoktu. Sınıfı göz ucuyla süzdü, gözlerini kıstı, derin bir nefes aldı. Bana son bir kez daha baktı. Yaptığımın doğru bir şey olduğundan şüphe etmeye başlamıştım. Umarım hüsrana uğramaz ve taktiğim iyi sonuç verirdi.

Profesyonel bir edayla bir kaç defa denemelik üfledi. Sonra bu yaptığından bir anlam çıkarmaya çalışacağını ve konsantrasyonunun bozulacağını bildiğimden birkaç defa elimi masaya vurarak sınıfı sessizleştirdim.Doğaçlama bir performansa göre başladığı gibi bitirmesinde olağan bir yetenek ve tutkudan fazlası söz konusuydu. Korkusunun sessizlikten kaynaklandığını biliyordum. O yüzden zor aşamayı atlatmıştık. O kadar mutluydum ki sabırsızlanıp 23 Nisan’da kendisinin de yer alacağını oracıkta söyleyiverdim. Bana baktı, yere baktı, tekrardan bana baktı ve güzünde kocaman sıcacık bir gülümsemeyle ” Bu da bir ödev mi?” diyerek oyunu kazandı. O gün geldiğinde kötü bir sonuçla karşılaşırsa üzülecektim. Zeze tahsilini tamamladığında hayatına nasıl yön vereceğini kestiremiyordum ve onu bütün kalbimle çok seviyordum.

S O N

CANSU KUYUCU

Kapak Görseli, Gustav Klimt, An Island in the Attersee, 1901-02

Kare Görsel, Boris Grigoriev, The Portrait of A Young Boy, 1930

Yazar Hakkında:

Cansu KUYUCU, 1992 İzmir doğumlu. 2013’de Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nden mezun oldu. İzmir’de yaşayan Kuyucu, disiplinlerarası üretimine devam ediyor.

25.09.2024 © Novelius Edebiyat

Bir Cevap Yazın