27.12.2023 © Novelius Edebiyat
Yazar: Çağlar Ilgın Sakaoğlu
GÖZLERİN GÖRMEZ
“Seni kör eden, karanlık değildi hiçbir zaman.
Tatlı sözlerle, kibarlıkla kuruldu zihnine o azman”
Kadife pardösüsü, şık botları ve üç günlük sakalıyla ellili yaşlarında bir adam girdi tahta barakadan içeri. Sonbahar gelmişti. Ormanın derinliklerindeki barakanın çatısını sararmış otlar istila etmişti. Hava serindi. Ancak üşütmeyen bir serinlikti bu. İnsanı kandıran bir serinlik… Üstündekini çıkaran kişiyi üşüten, tekrar giyenin sıcaklamasına sebep olan bir serinlik…
Barakanın içinde gözleri ve elleri bağlı bir kız çocuğu vardı. Gözlerini örten kumaş ıpıslak… Sapsarı bir kızdı bu. “Ben küçükken sarışındım,” diyecekti büyüyünce. Çünkü herkes biraz sarışındır küçükken. Bilinçli insan, içindeki ırkçılık azaldıkça karartır tenini.
Adam, küçük kızın gözlerini açtı. Su yeşili gözlerle karşılaştı bunu yapınca.
“Korkma,” dedi. “Güvendesin, kurtaracağım seni buradan.”
Kız hiçbir şey demedi. Bir şey demenin, bağırmanın, çığlık atmanın ve ağlamanın bir işe yaramadığını anlayalı çok olmuştu. Birkaç dakika önce üç el silah sesi duymuştu.
Adam, babacan bir tavırla saçlarını okşadı kızın. Diz çöküp kızla aynı boya getirdi kendini. Bu küçük bedene daha yakından baktı:
“Sana söz, geçti hepsi. Şimdi o kötü adamlar duymadan seninle buradan kaçıp gideceğiz, tamam mı?”
Kız boş gözlerle bakıyordu. Gizemli ihtiyarın onu sürüklemesine izin vermişti. Bu sırada adam fısıldar gibi konuşmaya devam ediyordu:
“Bak gör, dünyanın en mutlu çocuğu olacaksın sen!” Pardösüsünü kızın üstüne yerleştirdi. Kızcağız bu koca kadifenin içinde kaybolur gibi oldu. Kendisi kadar ağırdı üstündeki. Ancak adamın boyu o kadar uzun olmadığı için yere değdirmedi üstüne atılan kıyafeti.
Kapıyı yavaşça araladılar. İhtiyar gözetledi etrafı. “Kimsecikler yok,” dedi. “Tam sırasıdır, gidelim.”
Eşikten geçtiler, küçük kız ayaklarını sürüye sürüye yürüyordu. Sanki hâlâ görmüyordu önünü. Ani bir hareketle, unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi, kendisini apar topar götürmeye çalışan adamı kolundan yakaladı. Bu an, kızın son birkaç saat içinde dünyaya en dolu baktığı andı:
“Ailemi de,” dedi.
Boğazı düğümlendi adamın. Gözlerini kapattı. Açtığında bir damla yaş aktı gözkapakları arasından.
“Aileni de,” diye yanıtladı. “Ama şimdi değil, küçüğüm. Sabırlı olursan kavuşursun onlara. Söz.”
Dökülmüş yaprakları hışırdata hışırdata yürüdüler. Bu ormanın ağaçları, en yakın köyde anlatılan bir efsaneye göre genç bir kadına tecavüz etmişti. Kalın, ince demeden o kadına yönelmişti ağaçlar. Ağaçların yanından geçtikçe ağaç kovuklarını yırtıcı birer ağza benzetti adam. Tüylerinin dikelmesine engel olamadı bu yüzden. Sonra bu hikâyenin aklına neden geldiğine anlam veremedi. Kimsenin görmediği bir tecavüz vakası, diye geçirdi içinden. Fark etti ki aslında kimsenin görmediği ama herkesin birbirine anlattığından ibarettir gerçek dediğimiz.

“Az kaldı, küçüğüm. Arabaya atlayıp gideceğiz buradan.”
“Ailemin yanına mı?”
“Şimdi değil. Ama göreceksin onları.”
Tekrar kızın boyuna gelmek için diz çöktü adam. “Ben verdiğim sözü tutarım,” dedi sevimli bir gülümsemeyle. Adamın gülümsemesi, ses tonu ve asil duruşu küçük kıza güven veriyordu. Yavaş yavaş üstünden o ölü toprağını atmaya başlamıştı kız.
Daha önce üstünde yüründüğü belli olan bir patikadan geçtiler. Anayola ulaştılar. Stabilize yol, asfalt değil. Dağın başında bir ormandan çıkmışlardı. Lüks bir araba gördü kız.
“İşte geldik,” dedi adam. “Otur bakalım arka koltuğa.”
Kızı oturttu, pardösüyü aldı üstünden. Kendisi de yanına kuruldu. Kel bir şoför beklemişti onları.
“Nereye gidiyoruz efendim?”
“Eve, evimize gidiyoruz Enver Bey!”
* **
“Beğendin mi yaptığını Allah aşkına,” diye sordu. “Göz göre göre ölüme yolladın herkesi. Ne suçu vardı ailenin?”
“Onların bir suçu yoksa bırak gitsinler.”
“Söylemesi kolay.”
Bırak gitsinler, diyen adam diz çökmüştü. Elleri arkadan bağlıydı. Dizleri çamura bulandığından, dökülmüş yapraklar yapışmıştı pantolonuna.
Arkasındaki, söylemesi kolay, diyen ise saatine bakıyordu.
“Vakit geldi. Karın başka bir ormanda, başka birisi tarafından öldürüldü. Tabii adamım karını oraya vaktinden erken götürdüyse yaşanmış olması muhtemel tatsız şeyler hakkında bir bilgim yok. Neticede insan vakti gelene kadar bir şeyi yapmamak üzere emir aldıysa, yapmaması söylenmeyen şeyleri yapmakta özgürdür değil mi? Ne yapalım, güzel kadındı zavallı. Çok şanslı adamsın derdim karın hayatta kalabilseydi. Başın sağ olsun Akil!”
“Şerefsiz itin tekisin sen! Öldür beni!”
Parmağını sallaya sallaya diz çökmüş adamın görüş alanına girdi adam. “cık cık cık!” sesi eşliğinde parmağını sallıyordu:
“Şerefsiz olan ben değilim, Akil. Verdiği sözü tutmayanlardan büyük şerefsiz var mıdır?”
“İki gün daha demiştim, iki gün daha bekleseydin…”
“İki günüm yok!” diye bağırdı öteki, soğukkanlı görünüşü silinmişti. “İki günüm yok benim! Hiçbirimizin yok! Var olduğunu sandıkların sana iki günün daha varmış gibi hissettiriyor. Karın iki gün sonra marketten şunlar alınacak dediğinde, kızının iki gün sonraki pazartesi okula gideceğini bildiğinde iki günün daha var sandın durdun. Geleceği var zannettin be Akil, bunu hatırlayıp umut ettin. Oysa aklından çıkarmaman gereken bir tek şeyin vardı, benim seni iki gün sonra öldürebileceğimi unuttun. Senden tek bir şey istemiştim, tek bir şey! Son bir ricaydı sadece. Eski bir dosta borcunu ödeyip gidecektin.”
“O borç bitmek bilmedi on yıldır. Öldür beni.”
“Ölüm, bir borcu bitirir mi sence?”
“…”
“Ben de öyle düşünmüştüm. Evlatlar, Akil, onlar devralır her şeyimizi. Gözlerimizin rengi, sesimiz, geleceğimiz olur onlar. Şimdi ben, senin geçmişte yapamadıklarını geleceğe bıraktıklarınla telafi edeceğim. Ödeşmiş olacağız böylece.”
“Hamdi, ne demek istiyorsun Allah aşkına?”
“Bir şey demek istemiyorum. Gözlerini bağlayacağım.”
Akil, alacalı bir karanlığı görüyordu şimdi. Gözlerini güneşte kapatanların gördüğü cinsten bir karanlıktı bu. “Bu renkli karanlık, gözlerim yeşil olduğu için,” diyebilirdi önceden oksa. Küçükken mavi gözlülerin dünyayı mavi gördüğünü sanmıştı, siyah gözlüleri karamsar bellemişti. Üç gün önce, küçükken kimselere geçerliliğini soramadığı bu düşünceleri duymuştu kızından. Nefesi düzensiz bir hırıltıya dönüştü kızını düşününce. Onun nerede olduğunu sadece şu karşısındaki adam biliyordu. Yalvarmak istiyordu. Hayatta kalabilmek için, hiç değilse kızını kurtarabilmek için yalvarmak… Oysa biliyordu bunun bir işe yaramayacağını.
Son on yıldır tanrı adı zikretmemiş bir adam samimiyetsizliğiyle salâvat getirecekti ki…
Kuşlar silah sesini duyunca kaçıştılar. Hangi kuşlardı bunlar? Bilinmez. Ölüyü yemeye geldiğinde akbabalar, sormalı onlardan, hangi kuşlardı bu kaçanlar.
Hamdi bağcıklarını tekrar bağlayıp ormanın derinliklerine ilerledi. “Ben ister miydim böyle olmasını be Akil!” diye düşündü. Sağ eliyle cebinin içinden bacağını kaşıdı. Kaşımak tatlı gelmişti belli ki, bir tahta barakanın önüne geldi kendini kaşıya kaşıya. Bir tereddüt ile ürperdi kapıyı açıp içeri girmeden önce. İç geçirdi, yapacak bir şey yoktu. “Gözlerin görmez küçüğüm,” dedi. “Bir bakmışsın baban oluvermiş en büyük düşmanın.”
S O N
Çağlar Ilgın SAKAOĞLU
Kapak Görseli: Jack Butler Yeats, In Kildare, 1936
Kare Görsel: Akseli Gallen-Kallela, Lost, 1886
Yazar Hakkında:

Çağlar Ilgın Sakaoğlu, 27 Kasım 2002 Gökçeada doğumlu. Aslen Bartınlı. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı ile Tarih bölümleri çift anadal programı üçüncü sınıfında okumakta. Üniversite eğitimiyle beraber yaratıcı yazarlıkla da ilgilenmeye başladı. Kindar Romancı adını verdiği ilk roman çalışması, Mythos Kitap etiketiyle okurlarla buluştu. Hâlen edebiyatın çeşitli alanlarında kalem oynatan Sakaoğlu’nun, Gözlerin Görmez adlı çalışması, sitemizde yayımlanan ilk öyküsüdür.
Daha fazla öykü için lütfen tıklayınız…
27.12.2023 © Novelius Edebiyat

