21.09.2023 © Novelius Edebiyat
Yazar: Nagehan DERMANCI
Benim Aslan Babam
Hiç durmadan konuşuyor. Aramızda oluşacak sessizlikten korktuğunu anlıyorum. Kamyonu, inşaat malzemeleri satan dükkânının önüne çekiyor. On üç buçukluyu indiriyorlar. Biz de kamyoncuların gittiği lokantalardan birine gidip çorba içiyoruz. Çorba boğazımdan geçmiyor, ne kadar üzgün olduğumun farkında. Dün gece ben kamyonun içinde yatarken, onu kamyonun yanında mezesiz, susuz, rakı içerken gördüm. Hem içti hem sessiz sessiz ağladı. Biliyorum, benden daha çok canı yanıyor. Ama ona da öfkeliyim. Dün öğleden sonra tahtını, tacını, onurunu, her şeyini kaybetti. Gözümden akan yaşlarla o da düştü. Şimdi karşımda gözleri kan çanağı. Yenmiş tırnakları, yakası eskimiş, kirden kararmış gömleği her zamankinden daha da garibanlaştırmakta onu gözümde. Dünden bu yana kamburunun tümseği artmış. Gözlerinin feri sönmüş. Ciğeri dağlanmış. Bir telaşla, gereksiz birçok cümle kuruyor. Kaçmak istiyorum. Uzaklaşmak. Bir daha hiç karşılaşmamak. Yağlı masaya, konan sineklere bakıyorum. Sigarayı sık nefeslerle içiyor.
“Ekmek teknemizin başına gidelim,” diyor.
Kamyona yeniden tuğla yükleniyor. Bu defa yedi buçuklu. Yaşadığı utancı herkes biliyor gibi, tuğlayı yükleyen hamallarla, yeşil, derin bakan gözlerini kaçırarak konuşuyor. Güçlükle nefes alıyor. Yaşının ve kötü yaşantısının beraberinde getirdiği rahatsızlıklar, çalışması, hele de gece gündüz şoförlük yapması için hiç uygun değil. O da fena hâlde kaçıyor. Acılarından, anılarından, utançlarından…
Gözümü turuncu tozdan ayırmadan tuğlanın tozuna bakıyorum. Affetmem mümkün değil, biliyorum. Ne teselli olabilir uğradığım hayal kırıklığını tamir etmeye? Yutkunurken, âdem elması hareket ediyor. Yutamıyor, yutkunamıyor. Acısı, tuğlanın turuncu tozuyla adeta genzine yapışıyor. Öksürüyor sarsıla sarsıla…
Kamyon yeniden yola çıkmaya hazırlanıyor. Gideceğimiz mesafenin uzak olmasına seviniyor. Onun sessiz sevincine, içimden ortak oluyorum. Gün, yavaş yavaş geceye dönüyor. Akşamın kızıllığı, yolumuzu kızıla boyuyor. Eskilerde kalmış, zengin günlerini anlatıyor. Zihnindeki anılarını doğru mu hatırlıyor, emin olamıyorum. Solmuş, unutulmuş anıları -artık ne kadarı doğruysa- ona hayat üflüyor. Canlanıyor. Başımı camdan dışarı uzatıyorum. Günün sıcaklığı azalsa da, nem üzerime babamın mutlu anılarıyla yapışıyor. Altımızdan kayan çizgilere bakıyorum. Hacdan gelen dürbünlerdeki, bastıkça kayan resimler gibi, sıcaktan sararmış otlara, gecenin karanlığında patozlardan çıkan sarı kabuklara, gecenin ışıklarına bakıyorum. Camları, balkon kapıları açık evlerin huzuruna, rahatına imrenerek bakıyorum. Susuyor. Yoruldu, biliyorum. Gözlerimin kapalı olması, onun da dinlenmesi için fırsat oluyor.

Gözümün önüne annem gelip oturuyor. Beyaz gerdanından bir damla ter göğsüne süzülüyor. Sımsıkı bağladığı saçlarını, eliyle kontrol ediyor. Telefonu, Bergen’in Yıllar Affetmez şarkısının melodisiyle çalıyor. Ekrana bakınca, yüzüne arsız bir tebessüm yayılıyor. Tedirgin bakan gözlerle bir bana, bir babama bakıyor. Koşarak, başka bir yerde telefonu açıyor. Fısıltıyla konuşuyor. Şarkının melodisi kulaklarımda, annemin görüntüsü uzaklarda, zihnimdeki görüntüler birbirinden bağımsız, adeta boşlukta….
Sonra parçalar birbirine ekleniyor. Bulamadığım parçalar yerine oturunca, görmek istemediğim tablo ortaya çıkıyor. Evlatlarının benimle oynamasını istemeyen annelerin, çocukluğuma bıraktığı soru işaretleri. Atıldığım oyunlardan sonra, çocukların yalnızca hakaret sandığım küfürleri… Yaşadığım dışlanmışlıkların nedeni, yapboz tamamlanınca gözümün önünde; ben kitapların ardına saklanmışım, babamsa yollara vurmuş kendini.
Daha fazla dayanamıyorum. Gözlerim kapalı vaziyette, “Annemi ilk kez nerede gördün,” diyorum. Duymazdan geliyor. Başını camdan tarafa çeviriyor. Dili damağına yapışmış, belli. “Yanından suyu uzat,” diyor. Kendi olduğu taraftaki camdan esen yel, kırlaşmış saçlarının önünü havaya kaldırmış. Suyu içiyor, elinin tersiyle bıyıklarını siliyor. Yine konuşmuyor. Dayanamıyorum. “Biliyor muydun!” diye bağırmaya başlıyorum. “Biliyor muydun onun böyle bir insan olduğunu?” Adeta haykırıyorum.
Etki altındaki bir medyum gibi, öte alemden haber verir gibi anlatmaya başlıyor…
****
Sözde nişanlıydı. O zamanlar on dokuz yaşındaydı. Ama birileri pazarlıyordu. Görür görmez âşık oldum, acıdım, sevdim… Nişanlısı olacak çocukla lunaparkta tanışmış. Çocuğun niyeti belli. Alıp götürecek, nikahı altında aynı işi yaptıracak. Adamın sütü bozuk, niyeti kötü. Aramızdaki yaş farkını hiçe saydı. Lüks marka otomobilime, tıkır tıkır işleyen dükkânıma, bulunduğum çevredeki saygınlığıma hayran oldu. Nişanlısından kurtulmak istedi. Evimi, karımı, çocuklarımı unuttum. Otuz yedi yaşındaydım. Dünya karşıma dursa, ezer geçerim, dedim. Önce işlerime bakan adam hırsızlık yapıyor, başka bir göz lazım dükkâna, dedim. İşe aldım. Telefonlarıma bakacak, randevularımı düzenleyecek, dedim. Dükkândaki çalışanlardan zamanla kıskanmaya başladım. Aşk bacayı sardı. Aklım karıştı. Çocuklarım ayaklarıma kapandı. Dinlemedim. İtibarımı, evliliğimi, çocuklarımı, silkeledim. Başıma taç ettim anneni. Bir de erkek çocuk isteği içimde harlandı da harlandı. İşlerim bozuldu. Üstüne üstüne koştuğum her şey dağ gibi üzerime devrildi. Nefret ettim, yapma diyen herkesten. Maddi gücümü kaybettikçe bana olan sevgisi azaldı. Kaybettiğim her şeyi sen doldurursun zannettim.
“Muradımdın be oğlum,” dedi. Yorgun, yaşlı bedeni hıçkırıklarla sarsılıyordu. Göz yaşları, âdeta yanaklarına değmeden direksiyona damlıyordu. Ben de onunla bir oldum. Birlikte ağlıyorduk.
“Ne zamandır biliyordun?” Diye üsteliyorum. “Engel olamadım,” diyor. Eşimi ayrı, çocuklarımı ayrı kıskanırdı. Onun nefretine ortak oldum. Eşime de çocuklarıma da ölmeden kabir azabını yaşattım. Bir gece eşimi ve çocuklarımı, kendilerine bıraktığım evden sürüp çıkarttım. Öylece attım sokağa. Onları çıkarttığım eve de anneni oturttum. Mutlu olsun diye. O daire, son mal varlığımdı. Şeytana teslim olmuş bir ruh, adeta oyuncaktım elinde. Sonra işlerim bozuldu, işsiz kaldım. İnsanlar yaptıklarımı ayıpladıkça utandım, zamanla utanmaktan bile sıkılır oldum. Hepten uzaklaştım insanlardan. Yollara vurdum kendimi.
“Ne zaman öğrendin?” Diye haykırıyorum. “Yokluk içinde yaşarken, ara ara gelen bollukların nedenini biliyordun,” diye daha çok, daha çok bağırıyorum. Aramızdaki hararet, güneye doğru gittikçe dışarının sıcağı ile artıyor. Babam gözümde buharlaşıyor. Buharlaşırken anlatmaya devam ediyor.
“Biliyordum,” diyor. Hatta bazı geceler erken gelmişsem, yatak odasının ışığına bakıyordum. Eğer yanıyorsa kırmızı ışık, girmiyordum eve. Ne verebilirim ki ben ona diyordum, yaşlı adamım, vaat ettiğim hayatı yaşatamadım. Duramazdı, biliyordum. Yanımda kalsın istedim. Yüzleşmedim. Yüzleşemedim. Seni de yanında götürür sandım.
****
Bana söyleseydin. Alıp başımızı gitseydik, baba. Yatılı hasta bakmaya gidiyorum diyerek gittiğinde de biliyordun, başkalarının yanına gittiğini, değil mi baba? Nasıl yedin getirdiği parayı? Eğer dün okuldan erken gelmeseydim, o sesleri duymasaydım, seni kahvede bulmasaydım, anamı, başka herifle alt alta üst üste görmeseydim, keşke sen benim aslan babam kalsaydın…
Gönlünün yorgunluğu, bana karşı utancı diri tutuyor onu. Arabayı sağa çekiyor. Ağaran güne bakıyor. Bizim için aydınlık günler olmadığını o da biliyor. Kamyonun horlar gibi tekrar çalıştığını duyuyorum. Sabaha, aydınlığa çevirse de kamyonun direksiyonunu, aydınlığa varamayacağımız gerçeği güneşle birlikte yüzümüze vuruyor. Var gücüyle direksiyonu şarampole kırıyor…
S O N
Kapak Görseli: Xavier Bueno, The Dummy, 1948
Yazar Hakkında:

Nagehan Dermancı, 1980 yılında, Akşehir’de dünyaya geldi. Gazi Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih bölümünden mezun oldu. Aynı üniversitede yüksek lisansını tamamladı. Hâlen Tarih Öğretmenliği yapıyor ve Ankara’da yaşıyor. Edebiyatla yakından ilgilenen Dermancı’nın öykü ve yazıları; Litera edebiyat, Mahal edebiyat, Lento, Sinada ve Kafa dergilerinde yayımlandı. “Benim Aslan Babam” sitemizde yayımlanan ilk öyküsüdür.
21.09.2023 © Novelius Edebiyat
Nagehan hanımın müthiş bir edebi dili var, öncesinde bir iki öyküsünü daha okuma fırsatım olmuştu 🙏