02.04.2023 © Novelius Edebiyat
Yazar: Abdullah YAVUZ
“Hüznün isyan olmalıdır.”
Ahmet Telli
Belkıs’ın Başkaldırışı, Abdullah Yavuz
Belkıs’ı kendinden yirmi iki yaş büyük dayısının oğluna verdiler. Yüzüğü takıldı. Fatiha’sı okundu. Ancak o gönülsüzdü. Bir gecede yaşlanacak kadar gönülsüz. Aile büyükleri isteksizliğini zerre kadar önemsemiyor, zaman içinde diğer akranları gibi onun da kaderine razı olacağını düşünüyorlardı. Zaten kim boyun bükmüyordu ki çaresizlikten. Fakat Belkıs kimseye benzemiyordu. O gecenin sabahında ahdetmişti. Kimsenin yapmaya cesaret edemediği şeyi yapacaktı. Yüzüğü atacak, bu kaderi alt üst edecekti.
Belkıs ak tenli, göz alıcıydı. Ak tülbent takardı hep. Yuvarlak, ferah çehresini ve ipek gibi yumuşak, kınalı saçlarını sıkıca saran tülbent, ona üstün, güçlü, ulaşılması zor, eşsiz bir hava katardı. Yüzü gümüş gibi parlardı o vakit. İnsan bir kez gördü mü, ikinci kez dönüp bakma cesareti bulamazdı. Adamın kalbine amansız bir hançer gibi inerdi kapkara gözleri. Duruşu, bakışı, saçları, yürüyüşü bir başkaydı. Yürüdü mü, dalgalanan ak tülbentinin altından kalçalarına kadar inen örgülü, kınalı saçları hafif bir sallantıyla bedenine çarpar, gün ışığında tatlı tatlı parlardı. Canlı. Güçlü. Son derece güzel, narin ve cesur bir yapıya sahipti. Atları çok severdi. Kır bir atı vardı Belkıs’ın. Belli aralıklarla, özellikle yaz ve bahar aylarında, atını çıkarır, kırlarda yaman bir süvari gibi koştururdu. Korku nedir bilmezdi. Bir atlara, bir de tütün kokusuna hayrandı. Çok iyi sigara sarar, sardı mı da içerdi. Hemcinslerinden çok farklıydı. Eski mesel ve hikâyelerden hoşlanırdı. Yeter ki biri anlatsın, sabahlara kadar dinlerdi. Ne zaman aşiretin ileri gelenleri bir araya gelip çay ve yoğun sigara dumanı eşliğinde sohbetler etse Belkıs soluğu orada alır, aksakalları göğüslerine inen yaşlı adamları dinlerdi gece yarılarına kadar. İlk zamanlar erkeklerin bu sohbet ortamlarına katıldığı için garipsense de sonra herkes alıştı ve onu öyle kabullendiler. Şimdi yirmili yaşlarındaydı. İsteyeni, arzulayanı çoktu. Yaşlı babası ve abileri, bir gün biriyle kaçacak diye çok korkuyorlardı. Belkıs’ı istemeye gelenlerden bıkmış usanmışlardı. Bir yabancıya gitsin istemiyorlardı.
Dağın eteğine yaslanmış köyde taptaze bir bahar uyanmıştı. Toprak karlardan arınmış, yeşile durmuştu. Tabii sarı, mor, al, ak, eflatun, turuncu, pembeye… Çiğdem, kardelen, lavanta, lale, papatya, nevroz… Çiçekler coşkuyla patlayıp toprağı yarıyor, yeryüzüne esenlik katıyordu. Ahenk içinde.
Gün ışığında dağın etekleri, karşı tepeler ve köylerin düzlükleri bir halı desenine bürünür, keskin kokular yayar, parlar, can alırdı. Sürüler otlanıp meleşiyor, muhtelif kuş sürüleri bir alçaktan, bir yüksekten uçarak ötüşüyorlardı. Hüznün hiç yakışmadığı bu cennet ikliminin bir akşamında yine keder kazanları kaynıyordu. Belkısgilin evinde toplanan aşiret büyükleri, aksakallılar ilkin yemek yediler, ardından bakır çaydanlıklarda demlenen kaçak çay ve sigaralarla birlikte gene koyu, zengin bir sohbete daldılar. Eski insanların hikâye ve masallarını, yiğit adamların destan ve ağıtlarını, İslam dininin hayatımıza kattığı değerleri, peygamberlerin çetin yaşamlarını yavaş, ılık, ahenkli bir dille anlatıyorlardı. Ancak bugün Belkıs yoktu sohbet ortamında. Arka odaların birinde oturmuş bir acıyı kaynatıyordu göğsünde.
Odanın ön kısmında yaşlılar, daha gerilerde gençler oturuyordu. Tam ortada bir odun sobası yanıyordu. Tavandan sarkan soluk ışık var gücüyle odayı aydınlatmaya çalışıyordu. Farklı farklı hikâyeler, destanlar odaya farklı havalar katıyordu. Sözcük seçiminde titiz davrandıkça anlatıcılar, sohbet ortamı da gelişip güçleniyor, zenginleşiyordu. Sigara dumanına batmış insan siluetleri beyaz kireçle sıvanmış duvarlara titrek gölgeler halinde düşüyor, akabinde yok oluyordu. Misafirler, dayı tarafı ve köylülerdi. Şimdi bu sisli, puslu odada oturanlar arasında kırk dört yaşında, kısa boylu, saçı sakalı birbirine girmiş, sevimsiz, gösterişten uzak, zayıf bir adam oturuyordu: İsmail. Aşınmış, yanık yüzü, dikey ve yatay çizgilerle yol yoldu. Erken dönemde eşini kaybetmiş, üç çocuğuyla ortada kalmıştı. Bu gece Belkıs’ı bu heyecandan kıpır kıpır olan, aşk ve gönül hoşluğundan uzak adama vereceklerdi.
Odada ondan daha büyükleri, özellikle Şeyh İbrahim var diye sevincini saklamaya çalışan bir tavır içindeydi. Çaylar tekrar tekrar demleniyor, kadınlar bir odada, erkekler bir odada derin sohbetlere dalıp gidiyorlardı. Adıyaman tütünüyle doldurulmuş gümüş tütün tabakasını birbirine ısmarlayıp duruyorlardı. Durmadan içilen sigaraların dumanı halkalar halinde odanın tavanına yükselip dağılıyordu. Nihayet Belkıs’ın yaşlı dayısı söze girişti. “Yusuf ağabey, akrabayız. Aynı ağacın kökleriyiz. Kızımız Belkıs’a talibiz. Evinin kapılarını bize açtın, kalbimizi, gönlümüzü hoş ettin. Evin şen ola. Müsaadeniz varsa eğer, Allah’ın emri, peygamberin kavliyle kızımız Belkıs’ı, oğlumuz İsmail’e istiyoruz.” Böyle bitirince sözlerini sigarasını sardı büyük bir incelikle. Belkıs’ın babası Yusuf Bey aldı sözü: “Evim evinizdir. Ekmeğim, suyum sizindir. Baş göz üstüne gelmişsiniz. İki kaşımın arası Şeyh İbrahim’e yoldur. Kızım size kurban olsun. Size vermeyeceğim de kime vereceğim Belkıs’ı.”

Badıkan Aşireti mensuplarıydı odadakiler. Güngörmüş, nam salmış, misafir sever, büyük insanlardı. Yaşlıları iri yarı, babayiğit; gençleri tez canlı, hürmetkâr, saygılı olurdu. Yüzyıldan beridir birlik, dirlik içindeydiler. Kızı isteyen de, veren de Badıkanlıydı. Odada bulunanların en yaşlısı Şeyh İbrahim’di. Uzun sakalları ak aktı. Yüzü de öyle. Başında büyük, krem rengi bir sarık, aynı renkte uzun cüppesi vardı. Odanın en ön köşesinde, en kıymetli, en temiz, sadece özel misafirler için kullanılan safi yün döşekte oturuyordu. Etrafına birkaç yastık yerleştirilmişti. O konuştu mu evren duruyordu sanki. Şimdi Yusuf Bey, Şeyh İbrahim’e dönüyordu. Saygıda en ufak bir kusur etmeksizin, “Şeyhim müsaade buyurun, bir Fatiha okuyalım.” dedi. Büyük bir hayranlıkla Şeyh İbrahim’e, aksakallarına, her an uçup gidecek, dağılıp yok olacak bir sırmışçasına bakıyordu. Belkıs’ı çağırdılar odaya. Şimdi İsmail ile yan yanaydılar. Hayatta bu kadar uyumsuz bir çift daha görülmemişti. Kalbi daralıyordu Belkıs’ın. Soluğu yangın yeriydi. Yüzüklerini Şeyh İbrahim taktı. İkisinin başını da avuçlarının arasına alıp öptü.
O gecenin üzerinden tam iki ay geçmişti. Yüreğinin acıyla, kederle buruştuğu, ezildiği o sevimsiz gecenin. Şimdi artık kır atına pek binmiyor, kırlarda dolaşmıyor, baharın, serin, ılık havasını solumuyordu Belkıs. Yaralı bir ceylan gibi, bağ ve bahçelerin etrafında dolaşıyor, ağaçların altına çekiliyor, için için ağlıyor, ağlıyordu. Yüzü gülkurusu gibi solup gitmişti. Yemiyor, içmiyor, kimseyle konuşmuyordu. Öfke sigaraları yakıyordu art arda. Sabahlara kadar gökyüzüne, yıldızların ve ayın görkemine bakıp ahlar ediyordu. Saçlarını artık örmüyor, kınalamıyordu. Bir bahar, yazın gelişiyle nasıl solup gidiyorsa, Belkıs da mutsuz bir evliliğe açılan kapıya doğru adım adım yaklaşırken öyle solup gidiyordu. Vücudu ağrıyordu vücudu. Göğsünü yarmışlar da içine tuz serpmişler gibi, dayanılmaz acılar içinde kıvranıyordu.
Gün ağır ağır açılıyordu. İlk ışıkların parıltısı vuruyordu göğe. Belkıs geceden kalma baş ağrısıyla pencere kenarında duruyordu. Gözleri kıpkırmızıydı. Camdan, kocamış dut ağacına bakıyordu. Kendini en az onun kadar yaşlı hissediyordu. Her şeyden tam vazgeçmişken, birden, “Benim hayatımı mahvetmelerine neden müsaade ediyorum ki?” dedi kendi kendine. “Zorla mı? İstemiyorum kardeşim, istemiyorum. Korkunç insanlar! Görmüyor musunuz hâlimi? İstemiyorum işte.” Böylece gün aydınlanırken yüreği de ferahlamıştı. “Ahdim olsun, önüme çıkan ilk kişiyle kaçacağım. İnat değil mi? Mutlu da olsam da mutsuz da olsam…” İşte o gün verdi kararını Belkıs. Hiçbir güç durduramayacaktı onu.
İlkbaharın son günlerinde havalar iyice ısınmıştı. Bir akşam vakti evlerinin aşağısındaki düzlükte, dereyi takip eden yoldan birkaç süvari Silvan yoluna doğru gidiyordu. Yusuf Bey fark etti onları. Yolu buradan geçenleri misafir etmeden bırakmazdı. Teşekkür edip yola devam etmeye çalışsalar da bırakmadı. Bölgenin tanınır, sözü değerli, Badıkan Aşireti’nin kıymetli önderlerindendi. Evi bereketli, misafiri boldu.
Belkıs, küçük, tahta pencereden onları izliyordu. Atlarından indiler. Belkıs’ın abisi Hasan atları alıp dut ağacının altına götürdü. Önlerine su ve yem koydu. Yağız atın alnında bembeyaz bir akıtma vardı. Kahverengi eyeri, işlemeli, göz alıcı üzengisi… Ata hayranlığından ne gence ne de diğer misafirlere bakmıştı. Çok sevdi onu. “Ak güvercin olup beni uçursan buralardan, götürsen sevinçler diyarına…” dedi. İstemiyordu anlaşılmadığı bir evde durmayı, yaşamayı.
Yemekler yenildi, çaylar kahveler içildi. Getir götür işini Belkıs ve abisi Hasan üstlenmişti. Bu vesileyle Belkıs, yağız atın sahibi olan uzun boylu, temiz giyimli, güzel yüzlü Ahmet’i gördü. O da şimdilerde biraz soluk fakat güzelliğinden pek bir şey kaybetmemiş Belkıs’ı fark etti. Ancak misafir olduğu adamın karısına, kızına bakmak yakışmazdı. Delikanlı ne kadar çabalasa da Belkıs’ın kara gözleri yüreğini dağlamıştı çoktan. Vakit ilerliyordu. Ahmet, büyüklerin yanında sigara içmemek için müsaade isteyip dışarı çıktı. Atlar dut ağacının altında kuyruklarını sallayıp duruyorlardı. Güneş batmak üzereydi. Sigarasını yakıp atına sokuldu. Yüzünü avuçladı, gözlerine baktı. Öptü, okşadı. Birden Belkıs belirdi. Kimdir, nedir demeden, nerden gelip nereye gittiğini sormadan, “Beni kaçır” dedi. Neye uğradığını şaşırmıştı Ahmet. “Beni kaçır. Kurtar beni, kurbanın olayım. Sana yâr, sana dost, sana yoldaş olurum. Gecen gündüzün, kokular saçan ak gülün olurum. Uğruna ölürüm.” Ağlıyordu. Kederliydi. Mahcuptu. Başını eğdi Ahmet. “Babanın misafiriyim. Yüzüne nasıl bakarım. Öldür beni. Fakat böyle bir şey isteme benden.” O zaman Belkıs dizlerinin üzerine çöktü. Ayaklarına kapandı “Kendimi öldürürüm. Allah’a yemin ederim, kendimi öldürürüm.” Bu çaresiz bakışlar Ahmet’in ruhunu yakıyordu ki Belkıs’a, “Ayağa kalk” dedi. Sağına soluna baktı. Kimse yoktu. Varsa da göremedi. Belkıs’ı tutup kendine çekti. Elma gibi kokuyordu. İşlemeli, kırmızı bir mendil uzattı Belkıs. Ahmet, mendilin ucundan tutup burnuna götürdü. İnsanı sevdaya boğan, deli eden bir kokuyla dalgalanıyordu mendil. Ahmet, gönlünü kaptırmıştı Belkıs’a. “İki gün sonra, gece saat üçte, derenin aşağısındaki badem ağacının altında seni bekliyor olacağım” dedi.
İçeri geçti. İşte o zaman çılgın bir sevinç, bir neşe geldi, Belkıs’ın göğüs kafesine oturdu. Kanatları olsa uçacaktı. Adını bile bilmediği genç bir delikanlıyla kaçacaktı. Hızlıca içeri geçti o da. Davranışlarında bir farklılık sezdi annesi. Ateş püskürtür gibi, “Nişanlı kızsın, bir yanlışını, ayıbını görürsem seni yakarım” dercesine baktı. Belkıs hiç oralı olmadı. Sonra da annesi içinden, “Genç kız, normal” dedi. Heyecanına verdi. Ne de olsa nişanlıydı. Ne olabilirdi ki. Misafirler müsaade isteyip kalktılar. Atları getirdi Hasan. Yola koyuldular. Kapıda Yusuf Bey, kızı Belkıs, oğlu Hasan misafirleri uğurladılar. Belkıs, yağız ata, üzerinde dimdik, çelik gibi duran Ahmet’e baktı hayran hayran. Ahmet de dönüp baktı. Her baktığında kalbinde yeni bir volkan alevi patlıyor, ciğerini, kalbini, soluğunu yakıyordu.
İki gün sonra gece vakti kıpır kıpırdı Belkıs. Herkes derin uykudaydı. Kalktı, bir güzel giyindi. Bohçası akşamdan hazırdı. Gıcırdayan oda kapısı aralık kaldı. Eyvandaydı. Babasının duvardaki tüfeğine baktı. Bu iş kanlı olabilirdi. Boynuna geçirdi. Çıktı. Hüznü isyana dönüşmüştü. Derenin kenarından aşağıdaki badem ağacına doğru ilerliyordu. Korkudan feleği şaşmış, kalbi patladı patlayacaktı. İçi içini yiyordu. Doğru mu yapıyordu? Kalsa daha kötü. Ya ölüm ya özgürlüktü. Yürüyordu. Suyun şıpırtısı ona eşlik ediyordu. Aşağıda, badem ağacının altında bir fener yanıp söndü iki kez. Belkıs adımlarını hızlandırdı. Geceye ay damlıyordu. Ve işte yan yanaydılar Ahmet’le. Sıkılgan, utangaç tavırlar içindeydi. Ahmet, tüfeği görünce şaşırdı, korktu. Gülümsedi sonra. Yağız at da oradaydı. Belkıs, yanaştı ona. Alnındaki akıtmadan öpüverdi. Suyla buluştuğunda nasıl yeniden can buluyorsa toprak, Belkıs da Ahmet’i ve yağız atı görünce öyle can buldu. Ahmet de giyinmiş, kuşanmıştı. Çapraz taktığı silah ve fişeklikle bir destan kahramanına benziyordu. Elbette kolay olmayacaktı Badıkan Aşireti’nden kız kaçırmak. Üstelik nişanlanmış bir kızı. Ata bindi Ahmet. Elini Belkıs’a uzattı. Bir sıçrayışta atın terkisinde buldu kendini Belkıs. Ahmet, atın dizginlerini sımsıkı kavradı. Bir kamçı vurdu. At dalgalandı. Karanlığı yırtıp gitti. Belkıs, sımsıkı Ahmet’e sarılmış bir bilinmezliğe doğru gidiyordu. Göklerde parlayan yıldızlar yağız atın ensesinde, sağrısında patlıyordu.
Sabah gündoğumu kıvılcımlandığında gök sarı, kırmızıyken Belkısgilin evinde kıyameti bir çığlık koptu. Köy halkı, aşiret önderleri, nişanlısı kaçan İsmail oradaydı. Duyan gelmişti. Ortalık yas yerine dönmüştü. Aslında Belkıs’ın kiminle kaçtığı biliniyordu. Anası iki gün önce eve misafir gelen genç delikanlıyla dut ağacının altında konuştuklarını fark etmişti. Ancak meselenin bu kadar büyüyeceğini vehmetmemişti. Doğrusu babası, abileri duyarsa Belkıs’ı çok feci döverler diye korkmuş, onları gördüğünü söylememişti kimseye. Şimdi bunun cezasını çekiyordu. Yusuf Bey öfkeden, kuduruyor, dağı taşı tutup avucunda eritircesine sıkıyor, tir tir titriyordu. Hem Belkıs’a hem anasına hem de genç delikanlıya ana avrat sövüyordu. “Evime davet ettiğim it yavrusu şerefimi, namusumu beş paralık etti” diyordu. Ölü değil, canlı istiyordu ikisini de. Bu niyetle Belkıs’ın abileri, birkaç silahlı adamla birlikte yollara düştüler. Bakmadık dağ, taş, vadi, ova, mağara, dere, tepe kalmadı. İki gün, iki gece sürdü arayışları. Hiçbir yerde yoktular. Sanki gökyüzüne çekilmişlerdi Ahmet’le Belkıs.
Bir ikindi vakti silahlı adamlar köyden çok uzaktayken bir ormanlık alandan geçerek dönüş yoluna girdiler. Yorgunluktan, açlıktan perperişandılar. On kişilik grubun en gerisinde Belkıs’ın abisi Hasan vardı. Küçük abdestini yapmak için atını aşağıdaki kayalıklara, dereye doğru sürdü. Atını bir meşe dalına bağladı. İşini gördü. Şimdi dizlerini bükmüş, avuç avuç su içiyordu. Karşı dağın gölgesine batmıştı dere. Serin orman ağaçlarının hışırtısı, kuşların cıvıltısına karışıyordu. Kıyıları emziriyordu ak köpükler. Birden, yakınlarda kişneyen bir at sesi duydu. Sıçradı. Silahına davrandı. Hızlı adımlarla derenin diğer yamacındaki kayalıklara doğru ilerledi. Sarp kayalıktı. Kuytu köşede bir mağara gördü. İyice sokuldu. Mağara ağzında yağız bir at duruyordu. Alnındaki akıtmadan tanıdı. “Vay şerefsiz” dedi dişlerini sıkarak. Geçti onu. İçeri girdi. Mağaranın arka tarafında iki karaltı gördü. Yakınlaştı. Oradaydılar. Uyuyorlardı. Tam tetiğe basacaktı ki İsmail’in şekilsiz, insanı insandan soğutan duruşu geldi gözünün önüne. Günahı kadar sevmiyordu onu. Belkıs’ın acı içinde kıvrandığı günleri düşündü. Yakıştıramıyordu onları. Peki ya namus? Onları gördüm ama vurmadım mı diyecekti babasına, aşiret önderlerine? Onu yakarlardı. Tekrar silahı doğrulttu. Yüzü seğirdi. Gözlerinden yaşlar aktı. Dudağını ısırdı. Çıldıracaktı. Yüreğine söz geçiremiyordu. Silahını bir doğrulttu, bir indirdi, bir doğrulttu, bir indirdi… Dizlerinin üzerine çöktü. Ne zaman tetikle buluşsa parmağı kaskatı kesiliyordu. İçi içini yiyordu. Bir iki adım gerileyip mağara duvarına yaslandı. Başını dizlerinin üzerine koyup bir süre öylece durdu. Ağlamaktan burnu tıkanmış, yüzü gözü yaş içinde kalmıştı. Biraz ferahlamaya çalıştı. Derken kalbine bir yumuşaklık, bir sıcaklık yayıldı. Bir silahına baktı, bir Ahmet ile Belkıs’a. “Aşireti batsın” dedi içinden. Kız kardeşine baktı, o eşsiz güzelliğine. Sımsıcak. Yürekten gelircesine. Birkaç damla daha gözyaşı döktü. Tam o sırada bir ses duydu. Birileri ona sesleniyordu. Mağaraya yakın bir yerde. Boğuk bir sesti. Zor duyuluyordu. Koşarak çıktı mağaradan. “Neredeydin Hasan?” diye sorunca abisi, “Şu çalılıkların arkasında hacetimi gideriyordum abi” diye cevapladı.
Dereden çıktıklarında Hasan’ın yumuşak kalbinde bir keder dalgalanıyordu. İki kardeş atlarına binip gittiler. Belkıs, Ahmet’iyle birlikte dağlarda kaldı.
S O N
Kapak Görseli, Konstantin Makovski, Herring Dish, 1867
Yazar Hakkında:

Abdullah YAVUZ, 1993 yılında, Diyarbakır, Kulp ilçesinin Kayhan Köyünde dünyaya geldi. İstanbul Aydın Üniversitesi Anestezi Bölümünü bitirdi. İstanbul Üniversitesi’nde Radyo Sinema ve Televizyon Bölümünü okumaktadır. 2019 yılında Kil ve Kül adlı şiir kitabı yayımlandı. Zonguldak Sanat Tiyatrosu’nda çeşitli oyunlarda sahne aldı. Şiir ve öyküleri Betik Sanat, Kibrit Fanzin, Yaşam Fanzin, Altıyedi dergilerinde yayımlandı. Belkıs’ın Başkaldırışı, sitemizde yayımlanan ilk öyküsüdür.
02.04.2023 © Novelius Edebiyat
“Öykü: Belkıs’ın Başkaldırışı” üzerine bir yorum