19.01.2025 © Novelius Edebiyat
Yazar: Sidar Pürüz
Öykü: Anılarım
Birinci Bölüm
Yeşilliğin turunculaşmaya yüz tuttuğu bir eylül ayıydı. Sonbaharın iyiden iyiye kendini hissettirdiği, ılık yağmurların yağdığı, toprağın çamurlaştığı ve yoksulların kapıya dayanan kış yüzünden kara kara düşündükleri bir pazartesi günü evime eğitim bakanlığından resmi mühürlü bir mektup geldi. Kaleme alınma nedeni görev yerimin değiştirilmesi olan mektupta doğuya tayin edildiğim ve süratle hareket edip belirlenen tarih içerisinde görevime başlamam gerektiği bildiriliyordu. Bir yanlışlık olmalı, diye düşündüm. Çünkü böyle bir talebim olmamakla birlikte şimdiki görev yerime atanalı henüz üç ay bile olmamıştı ve bakanlık mukavelesine göre daha iki buçuk yıl burada kalabilirdim. Dolayısıyla muhakkak bir yanlışlık var diyerek bunu düzeltmek adına il müdürlüğüne gittim. Binaya girer girmez doğruca müdürün odasının olduğu kata çıktım fakat kapıdaki sekreter müdür beyin toplantıda olduğunu ve birkaç saat sonra gelmemi önerdi. Ama ben bir işim olmadığından ve tekrar onca yolu katetmek istemediğimden dolayı duvara sabitlenmiş sandalyelerden birine oturarak beklemeye koyuldum.
Nasıl bir toplantıysa dakika başı kadın erkek seslerinin karıştığı kahkahalar kopuyordu içeriden. Yarım saatin sonunda artık sıkılmaya başlamıştım. Tam ayağa kalkıp hava almak üzere bahçeye gidecektim ki odanın kapısı açıldı. Dışarıya göze batan dekoltesiyle bir kadın çıktı. Dudağındaki kırmızı ruju dağılmış ve çirkin bir görüntü oluşturmuştu. Kimseye bakmadan aceleyle ayrıldı koridordan. Bu sırada kendisiyle görüşmek istediğimi müdüre haber vermek için odaya yürüyen sekreteri izlediğimde yüzünün kan sıçramış gibi kızardığını fark ettim.
Bir dakika geçmeden elinde bir yığın mavi dosyayla odadan geri çıkan sekreter dosyaları masasına koyduktan sonra içeriye girebileceğimi, müdürün beni beklediğini söyledi. Meseleyi halledip bu kasvetli, pis kokan resmi daireden çabucak kurtulmak için fırladım yerimden ve hızlı adımlarla az önce dekolteli kadının çıktığı o odaya girdim. Beni badem bıyıklı bir adamın neredeyse tüm duvarı kaplayan kocaman portresi karşıladı. Onun önündeyse müdürün masası ve altın varaklı koltukları duruyordu. Mektubu cebimden çıkararak hazırladım ve müdürü şahsından çok makamına gösterdiğim saygıyla selamladım. Yanaklarından çenesine inen ter damlaları yüzünden suratı parlayan müdür zoraki duyulan umursamaz bir ses tonuyla, ‘‘Buyurun,’’ dedi. Kendisine durumu olanca açıklığıyla izah ettim. Gelen mektuptan bahsederek, doğuya tayinimin bir yanlışlık sonucu olmuş olacağını zira buradaki görev süremin dolması için bir hayli vaktimin bulunduğunu anlatınca, ‘‘Mektubu görebilir miyim?’’ diye sordu ve bir süre mektuba göz gezdirdikten sonra imalı bir tavır takınarak, ‘‘Bir yanlışlık yok, yeni göreviniz hayırlı olsun.’’ dedi. ‘‘Ama nasıl olur beyefendi, usule aykırı bu! Benim öyle bir başvurum olmadan, üstelik görev yeri sürem dolmadan…’’ diye itirazlar yükseltince müdür istifini bozmadan, ‘‘Sakin olun, sakin olun… Yüce devlet ricalimiz her şeyin en iyisini bilir!’’ dedi ve bundan sonra sesi konuşmaktan çok tıslayan bir yılanı andırdı. ‘‘Bakın mektubun üzerinde bizzat bakanımızın mührü var, bu da demek oluyor ki tayininizi yapan standart prosedüre uyan bir memurdan ziyade bizzat sayın bakanımız… Yani demem o ki sizin doğuya gönderilmeniz çok kıymetli bakanımız tarafından kararlaştırılmış. Anormal bir durum ama yanlışlık yok… Şimdi bir düşünün bakalım, son zamanlarda medarı iftiharımız olan değerli bakanımızın kulağına giden hainlikler yapmış olabilir misiniz?’’
Hainlik kelimesini duyar duymaz yüreğimde ne kadar öfke ve tiksinti varsa uyandı. Mektubu müdürün elinden atik bir el çabukluğu ile kapar kapmaz iğrentiyle çıktım odadan ve kendimi sokakta ‘‘Hain ha! Terbiyesiz herif!’’ diye sayıklarken buldum. ‘‘Hain senin ceddindir! Ve… ve arkanda asılı duran o portre…’’

İkinci Bölüm
Sinirden kendimden geçmiş bir arsızlıkla sayıklaya sayıklaya eve vardığımda güneş öğle sonrasına vurmuştu. Binanın pislikten kayganlaşmış merdivenlerinden bodrumdaki daireme indim ve titreye titreye bir kahve pişirdim. Daha ilk yudumu almaya kalmadan oda arkadaşım M. benim o anki halet-i ruhiyemin karşıtlığıyla içeriye girdi. Suratında inkâr edilemez bir dinginlik okunuyordu. Gür ve kıvırcık saçları alnından kaşlarına dökülmüş, kabarık ve dağınık sakalları çenesinden boğazına inmişti. Evvelki gün karıştığı kavganın gözünde bıraktığı morluk hâlâ belirgindi. Dinginliğine uyan bir sesle, ‘‘Bana da kahve koyar mısın birader!’’ diye rica etti. Cezvede kalan kahveyi onun fincanına boşalttım ve ikimizde pencerenin köşesindeki paslı sandalyelere oturduk. Mektubu gösterdim. Gözlüğünü takıp eğildi ve okuduktan sonra ‘‘Yaa,’’ dedi. ‘‘Demek sende nasibini aldın!’’ Hiçbir anlam veremeyerek sordum: ‘‘Ne nasibi? Ne saçmalıyorsun!’’
‘‘Duymadın mı?’’
‘‘Neyi?’’
‘‘Hani geçen hafta muhalif partisinin ilçe kongresi vardı,’’
‘‘Ee…’’
‘‘Sen de katılmıştın oraya, değil mi?’’
Sözlerinin nereye varacağını sezerek umarsızlıkla, ‘‘Evet,’’ dedim. ‘‘Katılmıştım.’’
‘‘Tamam işte! Oraya katılan herkesi başkentten uzaklaştırmak maksadıyla kolları sıvamışlar. Dernektekiler bugün durmadan bunu konuştular, hepsi mimlenmiş. Hatta aralarında senin gibi bir öğretmen vardı, onu da sürmüşler. Yazık, ‘Azizim çarşambaya nişanım vardı halbuki!’ diye sızlanıyordu çocukcağız.’’
Böylece olayın hulasası anlaşılmıştı. Resmen sürgündü bu! Demek o mendebur müdür bu yüzden benimle imalı imalı konuştu ve hışımla yanından ayrılmama neden olan sözü söyledi, diye düşündüm. Ardından M.’ye dönerek sordum: ‘‘Dışarı çıkacak mısın bugün?’’
‘‘Tabii, birazdan. Bir kızla buluşacağım.’’
Açıkçası kendimi zorlayarak tebessüm edip ‘‘Güzel,’’ dedim. ‘‘İstasyon taraflarına uğrayacaksan benim için doğu hatlarına bilet alır mısın? Yarın sabah yediye.’’
‘‘Elbette ama gerçekten gidecek misin? Ömrün boyunca başkentten ayrılmamış, bu şehrin kargaşasıyla beslenmiş adamsın sen. Doğuda sıkıntıdan patlayıp ölürsün be!’’
Doğru söylüyordu. Başkentin bohem günlerine, ölçüsüz imkanlarına, gençliğin ihtiyaç duyduğu heyecanı yüksek ortamlarına, kutlamalarına, toplantılarına ve sayamayacağım kadar fazla kolaylıklarına öylesine alışmıştım ki! Bir benzetmeyle durumumu açıklayacak olursam, doğal alanında özgürce yaşamını sürdüren bir yaban hayvanının yakalanıp daracık kafese hapsolması o hayvan için ne ifade ediyorsa benim için de doğduğum, büyüdüğüm başkentten ayrılıp hiç görmediğim taşrada görev yapacak olmam aynı şeyi ifade ediyordu. Şimdi dahi bir tedirginlik sanrısındaydım. Kuşkusuz bu tedirginliğime utanç verici düşkünlükleriminde katkısı vardı. Ancak yine de hoşnutlukla söyleyebilirim ki, doğruluğundan emin olduğum bu kararı vermemde düşkünlüklerim etkisiz elemanlardı. Çünkü mesleğimi, yani öğretmenliği hayatımı adadığım bir ödev olarak görüyordum. Yegâne amacım bu ödeve sadık kalmaktı. Genç olmamın dizginlenmesi zor arzularına başkentimizin daha tatminkâr yaklaşması bile bunu değiştiremezdi. Üstelik mülahazalarım ve ahlaki duruşumla neyin etik, neyin etik dışı olduğunu bilebilecek olgunluktaydım.
‘‘Haklısın. Sıkıntıyla ve yabancılaşma sancısıyla yıkanmış münferit günler beni bekliyor ama bunu yine de yapmalıyım. Öğretmenliğin benim için ne anlama geldiğini biliyorsun. O çekirdek akıllarıyla beni cezalandırdıklarını zanneden akılsızlar yüzünden istifa edecek değilim herhalde! Hem sen benim sıkılıp sıkılmayacağımı boş versene, kim bu buluşacağın kız?’’
M.’nin dudakları tutkuyla kıpırdadı. Derinden bir nefes aldıktan sonra çekimserlikle, ‘‘Üniversiteden…’’ dedi. ‘‘Rektör atamalarına karşı yürüttüğümüz eylemlerde konuşmacıydı. Orada tanıştık. Biraz fazla ben merkeziyetçi ama hiç de fena sayılmayacak bir güzelliği var.’’
‘‘Yaa,’’ dedim. ‘‘Ben merkeziyetçi olduğunu nereden anladın?’’
‘‘Şey… grupta ileri sürdüğü fikir kabul edilmeyince salonu hiddetle terk etti. Diğer fikirlerin tartışılmasına bile katılmadan hem de. Sanki tek doğru ve uygulanması gereken fikir onunkiymiş gibi!’’
‘‘Peki ya gerçekten o esnada oradaki tek doğru fikir onun söylediğiyse?’’
‘‘Olabilir dostum ama işler böyle yürümüyor.’’
‘‘Nasıl yürüyor peki?’’
‘‘Daha önce hiç bizim derneklere katılmamış gibi konuşma! Nasıl yürüdüğünü bilirsin, tartışmak ve çoğunluğun onayıyla.’’
M.’nin bu sözüne karşılık içten bir gülümseyiş ve doğrusu onun beni tanıdığını bildiğimden kurnazca bir kıkırdamayla, ‘‘Bilirim!’’ dedim. ‘‘Ama bu yöntemlerin pek bir halta yaramadığını da bilirim. Çünkü yaramış olsaydı sürüldüğüm ve hain diye yaftalandığım bir ülkede yaşamıyor olurdum.’’
M. alnını buruşturarak, ‘‘Hain mi? Nereden çıkardın bunu?’’ dedi. Batma eğilimine geçen güneşin şehrin çatılarına çarptığı ışığı odanın sol duvarını kızıla boyuyordu. Kafamı M.’den yana çevirerek, ‘‘Sabah mektubun aslını öğrenmek için resmi daireye gitmiştim. O baş koltukta oturan ahlaksız mektubu okuduktan sonra soruyla yumuşatarak itham etti beni.’’ diye cevap verdim.
‘‘Ahh-ahah-ha, aldırma… Onlar için mütehakkim olandan farklı düşünen ve otlakçılık yapmayan herkes haindir zaten. Hadi be! Epey vakit geçmiş konuşurken. Ben kaçıyorum. Üç çeyrek saat sonra kızla aşağıdaki barda buluşacağız. Merak etme unutmam biletini, yarın sabah yediye değil mi? Hadi hoşça kal!’’
M. iç kapıdan bozma dış kapıyı yavaşça vurup gittikten sonra duvara çarpan o kızıl güneş ışığı da sönükleşerek kayboldu gitti. Oda bu sönüklükle birlikte karardı. Bir süre karanlıkta öylece oturmaya devam ettim. Sonra gözlerimin karanlığa alışmasıyla temkinli adımlarla yürüyüp yatağıma uzandım. Öfkemin ve ürkek heyecanımın yorgunluğuyla olsa gerek, rahat bir uykuya daldım. Planım beş buçukta uyanıp bavulumu hazırlamak ve ardından tren garına geçmekti. Planladığım gibi de gerçekleşti.
Uyandığımda tanyeri ağarmaktaydı. Ufuk çizgisinden beriye doğru turuncu, açık sarı, pembe ve morun oluşturduğu rengarenk bir şölenle gökyüzü aydınlanıyor, tüm bunlar mavinin hükümranlığına kayıyordu. Başucumdaki masa lambasını yaktıktan sonra çeviklikle yekindim. Defterlerim, kitaplarım ve pek az yer kaplayan kıyafetlerimden başka üç beş parça öteberiyi de bavula dizdikten sonra mutfağa gittiğimde M.’nin çoktan uyanmış olduğunu gördüm, kahve içiyordu. Günaydınlaşma faslından sonra istememi beklemeden acı ve koyu bir kahve doldurdu fincana. Dünkü sandalyeye oturup ağır ağır yudumlamaya başladım kahveyi. Birkaç dakika hiç konuşmadık ancak sonra merakla, ‘‘Bileti aldın mı?’’ diye sordum. ‘‘Evet, işte orada!’’ dedi ve başıyla dolabın çaprazındaki sehpayı işaret etti. Ardından hoyratça bir burukluk hissettiğim o kendisine özgü tarzıyla sordu, ‘‘Harbiden gidiyorsun ha!’’ Bense sadece başımı sallamakla yetindim. Çünkü bunu daha dün akşam konuşmuştuk. Gideceğimi ve gitme nedenimi anlatmıştım. Yeni uyanmamın uyuşuk halsizliğiyle cevabını bildiği sorulara gevezelik edecek enerjim yoktu doğrusu. Sanırım o da bunu anlamış olacak ki kalkıncaya kadar ağzını açmadı. İkimizde sessizce ve düşüncelerimizle kahvelerimizi yudumladık. Ben hiç görmediğim, az sonra yola çıkıp gideceğim ve yarın ulaşacağım o uzak yerdeki yeni hayatım hakkında ihtimaller düşünüyordum. M.’nin ne düşündüğünü bilemem fakat mutlaka bir şeyler düşünmüştür. Nitekim herkes düşünür, düşünmekten arınanlar sadece toprak altındakilerdir. Ne yazık ki toprağın üstündekiler, yani bizler, o kadar şanslı değiliz.
Kahvemi bitirir bitirmez daha fazla beklemeden kalktım. Saatin yedi olmasına iki çeyrek kalmıştı. Sehpadaki bileti alıp ceketimin cebine yerleştirdim ve bavulumla birlikte olanca çabukluğumla çıktım evden. M. beni yolculamak için tren garına kadar eşlik etmekte ısrar etse de onu bunun lüzumsuz olacağına ikna ettim ve dört ay sonraki yılbaşı tatilinde tekrar görüşeceğimiz ümidini taşıyarak içten, samimi bir sarılmayla vedalaştık.
Gece yarısı şırıldamaya başlayan ve sabaha karşı durgunlaşan yağmurun taştığı sokakta su birikintilerine basmayıp paçalarımı ıslatmamaya özen göstererek gara doğru ilerledim. Bulutlar dağılmıştı. Kaldırım kenarları ve çöplüklerin etrafı güneşin altında kurumak isteyen tüyleri ıslak kedilerle dolmuştu. Turuncu kediler, siyah kediler, gövdesi beyaz kafası gri kediler… Hepsi de memleketin ahlakını kemiren yoksulluğa doğru orantılı olacak şekilde zayıftı.
İstasyona varmak için pazar yerine kümelenmiş çadırların oradan geçmeliydim. Çürük sebze ile motor yağı kokularının sindiği bu yolu geçip sonunda istasyona ulaştığımda Doğu Expresi hareket etmek üzereydi. Gişeye biletimi teslim eder etmez büfeden su ve sandviç aldım. Ardından doğruca trene bindim ve cam kenarındaki numaralı koltuğuma oturdum. Vagonun içi oldukça sade dizayn edilmişti. Koridoru uçtan uca kaplayan ve üstüne basılmaktan asıl rengini kaybetmiş kırmızımsı bir halı, koltukların ucuz işçilikten siyah muşambası, tavanın ve yanların uyumsuz renkteki kötü kaplamaları bütünüyüle zevksizlik sembolüydü. Kolumdaki kahverengi deri kayışlı saatime baktım, akrep yedideydi, yelkovan ise onu bir tık geçmişti. Birkaç dakika sonra raylardan tiz bir sürtünme sesiyle tangırtılar duyuldu ve lokomotif ağır ağır hareketlendi. İstasyondan uzaklaştıkça devasa meclis yapısı, gösterişli binalar, villalar, gecekondular, bacalarından dumanlar tüten fabrikalar, pazar alanları ve sonunda içinde namuslusundan hırsızına, katilinden hırsızına, iyi yüreklisinden hırsızına, üçkâğıtçısından hırsızına, haysiyet sahibinden hırsızına her türlü insanın barındığı başkentin kendisi bir bir küçülüp karıncalaşmaya başladı. Ve sanki varlığım da onlarla beraber küçüldü. Tuhaf bir burukluk hissederek bu şehri artık göremeyeceğim düşüncesine kapıldım. Anlık bir şeydi ve bir o kadar da anlamsız!
Ancak bundan önce gösterişsiz giyimiyle kasketli ve kısa boylu bir adam yanımdaki boş koltuğa acele etmeden yerleşti. Koyu gömleğinin üstüne giydiği siyah ceketinin cebinden altın bir zincir sarkıyor, diriliğinden olmuş parmaklarıyla bu zincirle oynuyordu. Kaşları kabarıktı ama yeni tıraş olduğu belli olan esmer yüzünde başkaca hiç tüy yoktu ve genç sayılmayacağı gibi yaşlı da sayılmazdı.
Üçüncü ve Son Bölüm
Tren ilerlerken kafamın içindeki düşünceler de tıpkı tren gibi ilerliyordu ama bir fark vardı ki düşüncelerim raydan çıkmıştı! Birbirinden bağımsız, daha önce hiç düşünmediğim, aklımın ucundan bile geçmeyen yüzlerce, belki de binlerce anlamlandıramadığım düşünce süratle girip çıkmaya başladı zihnime. Bir çılgınlık haliydi! Herhalde bu yolculukla yeni bir deneyim kazanmak üzere bilmediği bir yere giden organizmanın biyolojik bir tepkisiydi bu. O kadar kontrolsüzdü ki! Kısacık bir andı, saatime bakacak halde değildim ama kısacık bir an olduğuna kalıbımı basarım. Öyleydi evet! Öyleydi fakat bu kısacık an beni dağıtmaya yetti! Çünkü kontrolünü kaybettiğim aklımın kölesi olduğum o an her şey durmuş gibiydi! Tren durmuştu sanki! Yanımda oturan ve cebindeki zincirle oynayan adam donakalmıştı! O kadar gerçekti ki! Ama değildi, biliyorum. Sadece bana öyle gelmişti, hepsi bu!
Aklım zaaflarımdan acımasızca vurdu beni ama ne oluyor! Neden? Aklım benim değil mi? Ne diye adını koyamadığım, içimde bir yerlerde hissettiğim ruh dedikleri o belirsiz şeye yani bana, benliğime, duygusal hislerimin kaynağına işkence etmeye başladı ki birden? Saçmalık! Evet, kesinlikle saçmalık! Kontrolsüz aklının çılgın düşünceleri altında ezilen bir toy… İşte bu bendim! Ama zaaflarım da benim. Öyle değil mi? Aklım ne kadar bana aitse zaaflarım da o kadar bana ait değil midir? Bilmiyorum! Düşünemiyorum ki! Aklımın diktatörlüğünde özgürce düşünemiyorum artık! Olup bitenler de neyin nesi böyle? Deliriyor muyum? İnsan bir şehirden ayrılır diye delirmez ya! Yanımdaki adam nereye kayboldu? Her taraf niçin karanlığa büründü! Neredeyim ben? Az önce trendeydim! Yoksa değil miydim? Düş müydü hepsi, ha? Ya mektup? Hepsi düş olmalıydı. Evet, evet! Şimdi uyuyorum. Uyuyorum! Sabah uyanacağım ve bütün bunların bir kâbus olduğunu anlayacağım! Ama hayır! Olamaz! Böylesi gerçek bir düş… Mümkün mü? Hayır, düş değil bu! Bir oyunda hapsoldum! Zihnimin kurduğu rezil bir oyun bu! Bana acı çektiriyor, evet, kesin! Beni zaaflarımla iğnelemeyi kes artık! Onlar benim, atamam ki! Benim! Benim! Senin benim olduğun gibi onlar da benim! Güçsüzlük değil bu! Ayrıcalık, ayrıcalık evet! Durdur bunu! Ahh, yalvarırım! Onlarsız bir taşa dönerim! Taş! Bir kaya parçasına dönüşürüm! Zaaflarım, hassas noktalarım, bana insanlığımı hissettiren en büyük değerlerim! Ne olmamı istiyorsun? Bir makine mi! Sadece düşünen bir makine mi? Kes artık bu saçma oyunu! Onlar senden üstün! Ne? Acı mı çektiriyorlar? Evet, hem de çok! Ama ne olur acı çektiriyorlarsa? Bundan korkan mı var! Kim acının gereksiz olduğunu düşünecek kadar ahmak olabilir ki! Zaaflar ile onların menşei oldukları acıları kabul etmeli ve boyun eğmeli insan! Duyuyor musun? İğrenç mantık! Duygular senden üstündür! Duyuyor musun? Zaaflarım, duygularım… Onlar ve onların ıstırapları senden yücedir! Onlardan başka insanın insan olduğunu hissettiren ne var ki! Oysa sen, sen ufak hesaplardan başka bir halta yaramaz, çıkarcı bir pisliksin! Çıkarından başka hiçbir şey yoktur önemsediğin! İyi dinle beni! Çıkar senin Tanrındır! Ama duygular? Ama zaaflar? Ama hassas noktalar? Karşılıksız bir boyun eğmektir, çözülmektir… Çoğu kez sancılı olsa da çıkar ve menfaat uyandırmaz onları derin uykularından! Ama sen… Sen… menfaate köle olan bir kargasın! Eyy akıl! Eyyy mantık! İşittiniz mi beni kargalar! Haa? Ne dediğimi duydunuz mu?
Bu içsel serzenişlerden, bağırışlardan ve aklımın idaresini kaybettiğim o karanlık kavgadan birinin beni silkelemesiyle ayıldım. Güçlü birisi hem beni omzumdan tutup sarsıyor hem de ‘‘Beyefendi! Beyefendi! Bırakın kopartacaksınız! Beyefendi beni duymuyor musunuz? Kendinize gelin! Siz iyi değilsiniz! Beyefendi?’’ diyerek bağırıyordu. Delirdiğimi sandığım ya da rüya gördüğüm yanılgısına kapıldığım o karanlık, saçma denilecek kadar belirsiz andan ayılıp kendime geldiğimde ve yeniden trende olduğumu anladığımda büyük bir şaşkınlık geçirdim! Sağ elim adamın sırtındaki cekete yapışmıştı ve ilginç yanı bütün kuvvetimle asılıp çekiyordum ceketi. Nasıl olur da yırtılmadı doğrusu hayret edici fakat olup bitenleri algıladığım an elimi çekerek ayağa zıpladım. Trenin dikdörtgen camının yansımasından kendime baktığımda ter damlaları soluklaşan, hatta canlılıktan münezzeh olmuş bir bedende görülecek kadar soluklaşan suratımdan gırtlağıma süzülüyor ve dudak kaslarım şiddetle titriyordu. Böylesi bir yarı bilinçli baygınlık halini ilk kez deneyimlediğimden ötürü şok içerisindeydim. Bir dakika kadar öylece ayakta durdum. Olanlara en ufak bir anlam veremiyor, nedenini hiçbir şeye dayandıramıyordum.
Sonunda diğer yolcuların tecessüsle beni süzdüklerini görünce sessizce yerime oturdum ve sırf konuşmak, başka bir şeyle ilgilenip zihnimle yeni bir kavgaya girme olasılığını uzak tutmak için ceketinin kıvrımlarını düzeltmeye çalışan yanımdaki adamdan yumuşak bir sesle af diledim. ‘‘Beyefendi, çok özür dilerim.’’ Adamın bakışlarında deminki davranışımdan ötürü en ufak bir kızgınlık ya da ayıpsama emaresi yoktu. Bilakis hâlâ titreyen ellerimin ve çocuksuluğumun farkına varınca gözlerinde bir hüzün ışığı parıldadı. İlgi dolu bir sesle, ‘‘Ceket için mi? Tasa etmeyin, ziyanı yok! Siz iyi misiniz? Hâlâ titriyorsunuz ama az önce tamamen kendinizden geçmiştiniz.’’
Ellerimi titremelerini önlemek istercesine diz kapaklarımın üstüne koyup avuçlarımla kuvvetle sıktıktan sonra, ‘‘Teşekkür ederim, iyiyim,’’ dedim. ‘‘Anlık bir şeydi, sanırım nöbet geçirdim fakat şimdi endişe edilecek bir şey yok. Ceket için tekrardan özür diliyorum, zararınızı ödemek isterim.’’
‘Ne zararı yahu. Sadece biraz kırıştı o kadar… Şimdi boş verelim bunu. İlk gençliğimde bende sık sık nöbet geçirirdim. İllet yıllardı! Ya siz? Böylesi durumları sık sık yaşar mısınız?’’ Adam bunları söyledikten sonra önündeki koltuk ile ayakları arasına koyduğu meşin el çantasından temiz bir mendil çıkarıp bana verdi. ‘‘Buyurun, yüzünüzü kurulayın.’’
Gerçekten de bir mendile gereksinimim vardı. Çünkü alnımdan akan ter hâlâ durmamıştı ve bu ıslaklık rahatsız ediciydi. Çoğu toplum kurallarını aşırılıkla suçlayarak imtina ettiğimden, insanların içinde hoş görülmeyeceği kaygısına kapılmaksızın yüzümü ceketimin iç kumaşıyla da silebilirdim ancak nedense bunu düşünemedim ve adamın verdiği mendili memnuniyetle alıp kullandım. Ardından adamın demin sorduğu soruyu anımsayarak, ‘‘Hayır, daha önce hiç nöbet geçirmedim,’’ diye cevap verdim ve biraz da kendimi avutmak istercesine sürdürdüm konuşmamı. ‘‘Hem, doğrusunu isterseniz bunun bir nöbet olduğundan bile kuşkuluyum. Evden çıkarken kahvaltı yapmamıştım, galiba tansiyonum düştü ya da yükseldi.’’
‘Ahh, hayır… O kadar çok nöbet atlattım ki… Emin olun anlarım, bu kesinlikle bir nöbet haliydi. Üstelik tecrübelerimi de bir köşeye bırakalım, kendinizden geçtiğiniz o anlarda, muhtemelen hatırlamıyorsunuz fakat sayıklıyordunuz…’’
Yüz kaslarım tümüyle gevşekleşti. Hâlâ seyrek seyrek titreyen dudaklarım da birdenbire durdu ve aniden kaskatı olmuş gözlerimi kısarak telaşla sordum ama sesimde alakasızca bir sakinlik duyumsadım.
‘‘Ne? Sayıklıyor muydum?’’
‘‘Şey… ‘Zaaflar…’ diyordunuz, ‘Onları kabul etmeli.’ Bilinçsiz olduğunuz o birkaç dakikalık zamanda bunu sayıklayıp durdunuz.’’
‘Hııımm,’’ diye iç geçirdikten sonra gözlerimi cama çevirdim ve süratle yanlarından geçip gittiğimiz yerleri, kayaçlarla kaplı bir dağ yamacını, onun ötesindeki palamut ağaçlıklarını ve tren raylarının üzerine döşendiği tarihi taş köprünün altındaki nehir kıyısında su içen koyunları seyrederek düşünmeye başladım. Daha önce pek çok tansiyon hastalığından mustarip kişilerle tanışmıştım ancak hiçbirinden hastalıkları nüksettiğinde anlamsız sözcükler sayıkladıklarını duymamıştım. Demek oluyor ki bu kesinkes bir nöbetti. Hem bu tansiyon saçmalığını ne diye düşünüyorum ki ben? Bunun kendimi rahatlatmak için ortaya attığım bir saçmalık olduğunu bilmiyor muyum sanki! Evet, evet bu bir krizdi… Peki ama nedeni neydi? Gerilim mi? Doğru, dünden beri sinirlerim oldukça fazla bozuldu… Müdür denen o uçkursuzun terbiyesizliği, sürgünden farksız bu tayin işi, kalıcı olmasa bile yeni bir şehire taşınmanın ve yeni insanlarla tanışmanın hüzün, öfke, aitsizlik gibi karmakarışık duyguları… Hepsinden etkilenmiştim ve bütün bunlar birikmiş, böyle bir krizde sonuç kazanmıştı. Ama nasıl bir krizdi bu? İnsanın aklının kendi benliğine zoru olur mu hiç! Daha önce aklımın köşesinden dahi geçirmediğim o düşüncelerin birdenbire zihnime hücum etmesini ve onları kontrol edemememi isterik bir nöbetle açıklayabilir miyim? Ne sayıkladığımı söylemişti adam, ‘‘Zaaflar, onları kabul etmeli…’’ Saçmalık bu! Aklım başımda olsaydı asla böyle bir cümle kurmazdım. Zaafları kabul etmekmiş! Ahhahahh, ahhaha… Ne lanet şeylerdir onlar! Aç bir fare gibi bizi güçlü olduğumuz noktalardan kemirirler, kemirirler, kemirirler ve geriye sadece zayıflıklarımız kalır. Nesini kabul etmeli bunun? Saçmalık! İnsan zaaflarını yok edinceye dek törpülemeli karakterini. Öyle bir törpülemeli ki ödevden ve erdemden başka bir şey kalmamalı onda. Ödev ve diğer erdemler, yaşamak için bundan başka bir neden göremiyorum! İşte benim hukuki yollara başvurmayıp doğuya gidiş nedenim de bu: Ödev! Öğretmenlik eşittir ödevim. Ben ödevimi oluşturduğum özdeğerlerime uygunlukla yapmak için varım! Tek idealim bu! İdealistlik denilen şey bundan başka ne olabilir ki hem? Her neresi olursa olsun, gideceğim, görevimi yapacağım… Bunun dışında kalan her şey daha sonra gelir. Zaaflarmış! Zaaflar ödeve engel oluşturmaktan başka ne işe yararlar ki? Binlerce kez lanet olsun siktiriboktan zaaflara da ödevin önünde pürüz olan her şeye de!
Ahh, her neyse bütün bunları düşünmekten sıkıldım… işte anılarımı düzenlice yazmaya karar verdiğim iki gün öncesinden şimdiye başımdan geçenler, düşündüklerim ve hissettiklerim… Hâlâ trendeyim. Saat 10.32 ve çok yorgunum. Kafamı cama yaslayıp biraz uyumak istiyorum. Yarın öğretmenevine vardığımda o gün içerisinde olanları yazmaya devam edeceğim. Çok düzenli bir günlük olacak bu! Yaşlandığımda, hatta kim bilir, belki de daha erken kitaplaştıracağım. Bunları sonra düşünürüm. Şimdi o kadar çok uykum var ki… Sonsuza kadar kapalı kalsınlar istiyorum gözlerim.
SON
Okura Bir Not:
Bu anıların yazılı olduğu defter ∞∞/∞∞/∞∞∞∞ tarihinde, Demiryolları Genel Müdürlüğünün İHMALİ yüzünden meydana gelen tren kazasının molozları arasında bulunmuştur. Trendeki bütün yolcular ölmüş ve defterin kime ait olduğu hâlâ saptanamamıştır.
Kapak Görseli: Terence Cuneo, Atmosphere of Steam, 1968
Kare Görsel: Lily Furedi, The Subway, 1934
Yazar Hakkında:

Sidar PÜRÜZ, 2004 Yılında Tunceli’de doğdu. Tunceli Atatürk Anadolu Lisesi’nde ortaöğrenimini tamamladı.
Birtakım kişisel nedenlerden ötürü halihazırda Kanada’da yaşamakta ve edebiyat alanında hâlâ kendince üretim yapmaktadır.
Twitter: @Sidarpuruuzz
Daha önce yayımlanmış kitapları:
● Püf Çiçekleri, Red Yayınları, 2024
19.01.2025 © Novelius Edebiyat

