nevin ulusoy

İnceleme: Silahtar Bahçeleri, Zabel Yesayan

05.11.2023 © Novelius Edebiyat

İnceleme Yazarı: Nevin ULUSOY

“SİLAHTAR BAHÇELERİ”- MASAL ŞEHRİ DERLEMELERİ

edebiyat Bir şehir ne kadar öneme sahiptir bir yazarın, sanatçının, yaşamını üretmeye adamış birinin varoluşunda? İçinde doğup büyüdüğü, ilk adımlarını attığı, havası, suyu, insanları, evleri, sesleri, tatları kendisini beslemiş, gün gün nefesi olmuş şehir, biricik, çünkü onda var oldu. O biricikliği yine sanatıyla ışıldatmak, anıların ilk dokunuşlarındaki tazeliğiyle gözbebeklerinden kaleme, boyaya, taşa iletmek, ellerin gönülle birlikteliğinde, akışkan soluklarıyla, yaratı ışıltılarıyla. Bilinmezlikleri sanatla mayalayıp geçmişten geleceğe dantelsi yollar çizmek, masalın kayıp büyüsünü yeniden ele geçirmek. Bir hatırat okumak, hayran olunan bir yazarın ışıltılı dokunuşlarıyla soluklanmak, hele aynı şehirse beslendiğiniz ve gönül verdiğiniz. Murathan Mungan’ın “Üç Aynalı Kırk Oda” kitabında yazdığı gibi: “Zaman her yerde aynı geçmiyor” elbette. Bu şehrin, İstanbul’un soluk anları, çok bilinmeyen, belki unutturulmaya çalışılmış bir yazarın kalemiyle canlı renklerine kavuşuyor, biliyoruz ki “bazı mekanlar masalları vaat ederdi.” Mungan’ın deyişiyle. İstanbul ah, medeniyetler hüzmesi, kadim güzelliğin şehri, ne der Murat Gülsoy “Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi”nde: “Aslında bana sorarsanız İstanbul ne Osmanlı’dır ne Bizans ne şu ne bu. İstanbul sadece İstanbul’dur, kendi başına bir ‘entité’. Kimsenin ele geçiremeyeceği bir yer. Işığı, mevsimi, havası, denizi binlerce sene hep öyle kendine has renklerle, seslerle, kokularla kaim… İnsanlar burada nefes alırken, uyurken, rüyalarında bile İstanbul ince ince sızar iliklerine.”  Büyük yazar Zabel Yesayan o mucizenin büyüsünü nefes nefes taşıyor satırlarında kucağımıza “Silahtar Bahçeleri” hatıratıyla. Zaman ve mekân masalsı bir başkalıkta, ancak avuçlarımızda tuttuğumuz bir gerçeklik dokunuşu. Bir entelektüelin gözlerini açtığı dünya, zihninin ilk besinleriyle karşılaşıyoruz kitapta. Bu dünya bizim için de kayıp bir dünya, unutulmuş bir rüya belki.

nevin ulusoy

Zebal Yesayan’ı yine Aras Yayıncılık’tan çıkan “Son Kadeh” adlı romanıyla tanıdım. Derin anlatımı ve verdiği edebi lezzetle unutulmazlarım arasına girdi hemen roman. Yesayan, memleketimizin önemi yıllar geçtikçe daha iyi anlaşılan nefeslerinden, unutulmaz bir yazar ve aktivist. 1878’de Üsküdar’da dünyaya gözlerini açan yazar, kitabında da belirttiği gibi küçük yaşlardan itibaren kıvrak zekasıyla dikkatleri çekti. Öğrenimini Surp Haç Okulu’nda gördü. Üniversite eğitimi için Paris’e gitti. Üniversitede eğitim gören ilk Ermeni kadını olarak Sorbonne Üniversitesi’nde edebiyat ve felsefe bölümünü bitirdi. Yine İstanbul doğumlu ressam Dikran Yesayan’la evlendi, iki çocukları oldu. 1895’te İlk edebi eserleri olan şiirleri Arşak Çobanyan’ın dergisinde yayınlandı. Öykü, makale ve denemeler yazmaya başladı. 1907’de “Erdemli İnsanlar”, “Şnorkov martik”, daha önce dergilerde yayınlanan diğer eserleriyle birlikte yayınlandı ve çok beğenildi. 1908’de İstanbul’a döndü. 1915’te sürgün listesinde yer alan tek kadın aydındı. Bulgaristan’a, oradan Bakü’ye geçti. Ermeni mülteciler ve yetimler için yardım faaliyetlerine katıldı. 1933’te Sovyet Ermenistanı’na yerleşti. Ermenistan Yazarlar Birliği’nde yer aldı. Üniversitede Fransızca ve Ermenice edebiyat dersleri verdi. Ne yazık ki 1937’de Stalin’in Büyük Temizlik hareketiyle tutuklandı, 1942 ya da 1943’te bilinmeyen bir yerde öldü. Elimizdeki “Silahtar Bahçeleri” eserini Sovyet Ermenistanı’nda yazmış, kitap 1935 yılında basılmıştır.

zabel yesayan

Mıgırdiç Margosyan nasıl “Tespih Taneleri” kitabında doğduğu, büyüdüğü, yazarlığa doğru giden yollarının bulunduğu Diyarbakır’ın Hançepek Mahallesi’ni (Gavur Mahallesi) tatları, renkleri, kokuları, acıları, geçmiş yükleri, bitmeyen kederleriyle anlatır, Yesayan da doğduğu andan bilincinin etrafında olup bitenleri sezmeye başladığı daha bilinçli günlerinden, çocukluğunda hissedilen başka bir yaşantıya eğilimli mizacından yazarlığına giden yollardan geçirir bizi. Bizim için yalnızca büyük bir yazar ve aktivistin beslenip tomurcuklandığı bir zaman ve mekân değil anlatılan, bilmediğimiz, bilemediğimiz, yalnızca resimlerde, fotoğraflarda, kitaplarda görüp duyduğumuz, okuduğumuz bir masal şehri, gerçek olup olmadığını derinden düşündüğümüz zamanlar, zamansız bir şehrin bize en yakın büyülü yılları. Kalabalık bir aile, ahşap bir ev, evlenmemiş teyzeler, otoriter bir anneanne. Sevgisiyle ilk anlardan itibaren müşfik bir sarılış, bedenen ve ruhen, baba, her zaman o yaşam ferahlığı kucaklayışıyla kızının yanı başında. Sevgi tanımı ne çok şey söyler bize Yesayan’ın sığınağıyla ilgili:

“Herkesin sevmeye yetecek gücü yoktur. O yükün ağırlığını ruhunda mutlulukla taşıyabilmen için güçlü olman gerekir.”

zabel yesayan Զապել Եսայան
Zabel Yesayan – Զապել Եսայան

Farklı milletlerin yaşantılarını da aktarır bize Yesayan. Ermeni mahalleleri, Türk, Rum, öyle bir çeşitlilik, ancak zor zamanlar, anneannenin gençliğinde Yeniçerilerin zorbalığı, savaşlar, farklı milletlere uygulanan baskılar, çeşit çeşit zulüm. Kendisine aktarılan geçmiş şanlı zamanları, olayları ailesinin. Kendi ifadesiyle “…birbirinden farklı insanların bir araya gelmesiyle oluşmuş, farklı dönemlerde farklı imkanlara sahip olmuş bir ailede” yetişir Yesayan. Gözlerinin ilk gördüğü manzara da Silahtar Bahçeleri’dir. “O bağların, Silahtar Bahçeleri’nin, bahar sabahları alevli gülistanlara dönüştüğünü hatırlarım… Morsalkımların görkemli kaftanlar misali asma çardakları üzerinden yuvarlanıp yıkıldı yıkılacak haldeki evlerin perişanlığını gizlediğini hatırlarım… Bin bir yüzlü doğanın güzelliği karşısındaki ıstırabımı, onu kucaklamak ve dört bir yandaki güzel kokuları, renkleri, ışıkları ve rüyaları özümsemek için duyduğum nafile arzuyu hatırlıyorum.”

Evin içi neşesiz ve solgundur ama manzaranın aksine. Yoksulluk peşlerini bırakmaz ara ara refah dönemleri olsa da. Tiryakilik ve lodos da var elbette. Sabahleyin ard arda üç fincan kahve içmeden kendine gelemeyen anneanne ve teyzeler. Kafkaslar’da bir müddet kaldığından dolayı çaya alışmış, sabahleyin çayını büyük bir titizlikle hazırlayan, keyifle yudumlayan baba yine bir denge unsuru. O dönemde İstanbul’da çay içme alışkanlığı olmadığını, her evde fincan fincan kahve içildiğini, Beşir Ayvazoğlu’nun “Kahveniz Nasıl Olsun?” kitabında da ifade edildiği gibi burasının dünyanın bir numaralı kahve tiryakilerinin yaşadığı bir şehir olduğunu biliyoruz. Lodos melankolisi sonra, bütün İstanbul’u etkisi altına alan, ılık, yağmuru getiren, yağmuru getirirken gönle de hüzün serpen rüzgâr. Unutmamak gerek tabii, “gam dedikleri yürek nemi” Karin Karakaşlı’nın dediğince. Eğlenceler böler bu kasvetli günleri neyse ki. Kervanlarla gidilen piknikler, vahşi hayvanların olduğu ormanlar. Maltepe o zamanlar “Marmara’nın Asya kıyısında, sakin bir koyda gizli küçük bir Rum köyüydü…” Şimdi beton ormanlarının istilasıyla canı yanan güzelim şehir, kalpte derin bir sızıyla içini çekiyor insan, hayal bile edemiyor anlatılan yerleri. Birtakım gravürler, resimler bulup o manzaraları şimdiyle buluşturmak istiyor zihninde, o bambaşka lezzetleri hayalen de olsa yaşamak istiyor.

Okul yıllarının kendince yararları ve ıstırapları. Yoksul ve zenginlere gösterilen inanılmaz farklı davranışlar. Yemek saatlerinin dayanılmazlığı, zenginlerin çeşit çeşit yemekleri, yoksul çocukların bazen bir kuru ekmeğinin bile olmaması. “Yoksul bir kızın soğuktan yaralı parmaklarına cetvelle vurmuştu” bir öğretmen, Yesayan’ın ona saldırması, içinde yükselen “adalet ve hak duygusu”. Georges Bernanos’un unutulmaz eseri, Robert Bresson’un da sinemada ölümsüzleştirdiği “Mouchette” gelir gözlerimizin önüne. Ayağına büyük gelen sabolarıyla, soğukta, çamurda okula gidişi, öğretmeninin sürekli hırpalamaları, çevrenin hor görmeleri, onun küçücük kalbindeki onulmaz yaralar çaresiz yoksulluğundan değil midir? Yesayan’ın bu adalet duygusu babasının tutumundan da kaynaklanmaktadır. “Ne maddi durumun (özellikle maddi durumun), ne sosyal sınıfın ne milliyetin onun için bir hükmü vardı. Onun hor gördükleri, insan saymadıkları, haysiyet duygusundan yoksun olanlardı.”

NEVİN ULUSOY
Nevin ULUSOY

Yesayan yaşamında bir eşiği geçiyordur artık. “Deniz artık kıyısında çakıl taşlarıyla yarı çıplak oynadığımız engin bir su değil, meçhul rüyalarımın ve daha da meçhul arzularımın derinini oluşturan dalgalı bir mavi sahaydı.” Ruhunda yazmak vardır artık, şiirli bir sanat ateşi yanmaktadır ruhunda, yüzünde, bütün benliğinde. Ve okumak, okumak… Çevresiyle de son derece ilgilidir, siyasi sıkıntılarla birlikte özellikle o dönemde yaşayan genç kızların üzerindeki aile baskıları, özgürlük mahrumiyetleri, herkesin seçtiği yola mahkûm olmaları. O dönemde unutulmuş aslında önemli ve feminist bir yazar olan Bayan Düsap’la görüşme fırsatı bulur ve onun sözleri maalesef hala geçerliliğini koruyor:

“Erkek yazar vasat olmakta özgürdür, fakat kadın yazar asla.”

Zabel Yesayan’ın altın mirasının kaynaklarını buluyoruz bu kitapta ve kadın yazarların halen yaşamakta olduğu sıkıntıları yeniden gözlemliyoruz. Bu unutulmaz yazarımızın içten anlatımı, enfes tatlar veren eserleriyle bizi buluşturan Aras Yayıncılık da ne büyük bir güzellik içerisinde. Memleketimizin bu değeri sonsuz nefesi kadim güzel İstanbul büyüsüyle evrensel bir buluşmada. Sanatın bitmeyen ışığında çarpan yürek satırları.

Nevin ULUSOY

05.11.2023 © Novelius Edebiyat

Bir Cevap Yazın