Öykü: Yalnızlığın Dayanılır Hafifliği

03.07.2024 © Novelius Edebiyat

Yazar: Şenay ŞENTÜRK

Yalnızlığın Dayanılır Hafifliği

novelius edebiyat Bunu daha önce düşünmemişti. Aniden gelen, çıban başına toplanan sinekler gibi irinli et kokusuna üşüşen insanların yağlı, kayış kadar kaygan varlığı midesini bulandırmaya başladığında, hazırlıksız yakalandı. İlk kurbanı onu en çok görme hakkını başında taç kadar haklı taşıyan kız arkadaşı oldu. Birkaç gereksiz münakaşa çıkardı, baktı işe yaramıyor, alttan alıyor kızcağız, daha büyük bir suç işlemeye meyilli gözüktü. En sonunda gözüne sokarcasına sadakatsizliğini ispata girişti.

Gözyaşları, bol küfürlerin hakim olduğu cümlelerle beş yıllık esaret zincirini elleriyle parçaladı. Gelen gidenler oldu, bazıları aramakla yetindiler. Kız, eşyalarını ortak bir arkadaşına aldırdı. Çok kötüydü terapiye başladığını söylediler. Bu ani terk, bıcak gibi saplanmıştı küçük bedenine. Kanırtmadan çıkarılması ustalık işiydi, zaman alacaktı.

Ertesi gün son beş yılın en ferah sabahına uyandı Poyraz. Bedenine dolanan ince, narin kollar, her daim ısıtılması gereken ojeli, minik ayakaların sorumluluğundan kurtulmak ilaç gibi gelmişti. Yatakta gerim gerim gerinirken, uzun zaman sonra ilk kez deliksiz uyuduğunu fark ettiğinde, hayatının en doğru kararını verdiğini düşündü.

Kalktı, saat henüz yediyi gösteriyordu. Telefonun alarmı bile çalmamıştı. Kabaran saçlarında iri parmaklarını gezdirdi, mutfağa girip çay suyunu koydu. Tuba’nın aldığı sağlıklı kahvaltılıklar vicdan azabı gibi ona bakıyorlardı. Çekmeceyi açtı, gergin değildi. Önce bir gazete arandı, kedilere sunmayı düşündü. Hayır, onlara bu kötülüğü yapamazdı, tenezzül etmezlerdi de hayvanlar şunları yemeye. Gazete kağıdını buruşturup, çöp kovasına basket atarken, yüzüne alaycı bir tebessümün yayılmasına engel olamadı, gerek de yoktu zaten. Onu gözleyen bir çift mavi göz dolanmıyordu ortalıkta artık.

Serbestçe sesli güldü. Market poşetini çekti çekmeceden, ağzına kadar tıka basa doldurdu yiyeceğe benzemeyen şeyleri. Açılmamacasına düğümledi, kapının önüne koydu. Gerçek bir kahvaltı için lazım olan ne varsa, mutfak masasına dizdi. Bol baharatlı acı sucuklar kızarttı, iki göz yumurtaya emanet etti. Sabah sabah öpüşmek zorunda kaldığı Tuba’dan kurtulmuştu neticede. Üstelik henüz banyoya bile girmemişti, girdi zorunluluktan değil, bizzat kendi isteğiyle.

Birkaç hafta bu hafiflik bedenini kuş gibi uçurdu ordan oraya. Eve vaktinde gelip, vaktinde çıkıyordu. Netfilix’te vasat filmler izliyor, Tuba’nın berbat dediği dizileri huşu içinde takip ediyordu. İki bira çakıyor, fıstık kabukları sehpadan aşıyor, yerlere seriliyor, topla şunları diyen öfkeli kadın sesi duvarları inletmiyordu. Sabah bıraktığı yerde duruyordu, ne varsa hepsini alıp poşetlere dolduruyor, kapıcı Rüstem –en büyük yardımcısı- çöpünü alıp atıveriyordu söylenmeden. Cebine ara sıra sıkıştırdığı yüz TL’lerin bununla ilgisi yoktu, bu onun işiydi.

Ofisin en yaman müdiresi o sabah raporları neden geciktirdiğini sorana kadar her şey yolundaydı. Sadece bir gün geciktirmişti ve sabahın dokuzunda mahmurluğuna el koyduğu için kadını, yarasına üşüşen sinekmişçesine yapıştığı yerde ezerek öldürmek istedi, yapamadı. Gün içinde teslim etmek üzere sözleştiler. İnsanlara olan tahammülsüzlüğünü ofisin dışına asıp, çıkarken almak üzere bırakmayı öğrenmesi gerekiyordu ya da yeni bir iş araması. Raporlara bakmadan Kariyer Net’i açtı. Arama alanına home office, freelance iş ilanları yazdı. Çıkan listede kendisine uygun ne kadar ilan varsa başvurdu. Keyfi yerine gelmişti. Bir Türk Kahvesi söyledi. Keyifle yudumlarken, dev camından korkunç yaratıklara benzeyen, çirkince göğe yaklaşmış binaları izledi, içlerinde binlerce can çekişen Beyaz Yakalıları. Birkaç gün sonra tazminatını zar zor kopartarak, işten kovulmuştu. Sert amiri istediğinden değil elbette, bilinçli geliştirdiği kovulma yöntemlerinin her birini itinayla sergilediği için.

Freelance iş bulması uzun sürmedi. İlk iş günüydü evde, inanamıyordu. Tek bir insan yüzü görmeden sadece işe konsantre olup türlü badireler atlatmadan, sıcacık evinde para kazanmak. Her şey ancak bu kadar mükemmel olabilirdi. O gün yeni bir karar daha aldı, yemek yapma işine girişecekti. Önce kasaba gitti, yarım kilo kuşbaşı istedi. “Tuba Hanım yok mu? Hep o alırdı” dedi adam. İçindeki dinginliği tam ortadan kesen adamı öfkeyle süzdü. Mesajı almıştı kasap, etleri tombul parmakları arasında doğramaya döndü kafasını kaldırmadan.

Eve gelince, tek tek dolap kapakalrını açmaya başladı. Binlerce lira verip aldıları çeşitli boylardaki tavalara, değişik metaryalleriyle birbirinden ayrılan, hem aynı hem de çok farklı görünen tencerelere, büyükten küçüğe sıralanmış borcamlara… Hepsine göz gezdirdi. Tuba olsa bu yemek için hangisini kullanırdı diye düşündü o an. Ardından koşarak uzaklaştı düşüncesinden.

Bu evde misafir gibiydi. Uzak değil, yakın bir misafir. Patatesi soyacak uygun bıçağı bulamadı. Tuba’nın havucu tıraşladığı garip alete uzandı eli. İşte yeniden tüm canlılığıyla aşağıdan yukarı muntazam hareket eden parmaklarıyla incecik soyuyordu sebzeleri. Patatesi soyarken eli, onun eli oluyordu. Muntazam devinimlerin kötü bir taklidi olmaktan öteye gidemeyince, kabuklarla birlikte patatesin yarısı çöpteydi.

Özgürlük sarmalı içinde geçen günlere ağır geçirdiği gribi son verdi. Parmağını bile kıpırdatacak hâli yoktu. Televizyonlar yeni bir pandeminin kapıda olduğunu salık veriyordu. Özveri yüklü geçen düzen çalışmalarına annesi darbeyle karşılık verip, memleketten çıkageldi. “Bu ne dağınıklık böyle? Tuba topluyormuş senin kıçını.” Tavalar, tencereler ana ocağı düzenine geçerken, kanun hükmünde, kıyafetler cinsine göre yeniden dizildiler. Kapılar ovuldu, camlar parlatıldı. Tavuk Suyuna çorbalar içirildi. “Ne yapıyor Tuba? Gönlünü alsaydın kızın, kim bilir ne yaptın. Biz evlenecekler diye beklerken.”

Kadınları nasıl uzaklaştıracağını deneyimlemişti. Eli ayağı tutmaya başlayınca, bir iki ters laf salladı ortaya. Ertesi gün valiz kapının önündeydi. “Allah ıslah etsin oğlum, işin zor senin” diyerek çarptı kadın kapıyı. Kapının iç yanında kalmak her zaman güvenliydi. Sığınağına çekilip güzel bir uyku çekmeye niyet etti, çekti de. Sabah çekiç darbeleri, matkap sesleri bulut kadar hafif uykusunu bölmeseydi.
Sesler aynı tonda gün boyu devam etti. Akşamına hafifleyerek, yerini geçmeyen kulak çınlamalarına ve keskin bir baş ağrısına bıraktı. Beşinci gün masasına oturmuş, çalışıyordu. Telefonda konuştuğu müşterinin sesini bastıran matkaba daha fazla dayanamadı. Hızla merdivenlere yöneldi. Çıkmıyor, havalanıyordu adeta. Çizgili pijamasının üstünde kesik kollu beyaz tişörtüyle açık kapıdan daldı daireye. Matkaplı adam duvarda açtığı muntazam deliklere bir yenisini eklemek için metal çubuğu dayadığında, adamın elinden matkabı çrkti aldı Poyraz.

“Poyraz Bey, ne yapıyorsunuz?” Ev sahibinin çınlayan sesi, boş duvarlara çarparak tekrar ederken, çoktan matkabı camdan aşağı fırlatmıştı Poyraz. Asfaltın üstünde sağa sola dağılan parçalar, yoldan geçen arabalarca yeniden parçalanırken çıkan çatırtılar caddeye yeni bir ses cümbüşü getiriyordu.


Ev hanımları camlara, balkonlara üşüştüler. Ev sahibi polisi aradı. Matkapçı üstüne yürüdüğü sırada, salladığı yumruk boşa düştü. Ev sahibinin karısı “Poyraz Bey, sakin olun” diye bağırıyordu. Bu sırada ev sahibi arkadan beline bir tekme indirince yere yığıldı. Geceyi karakolda ifade vererek tamamladılar. Belindeki ağrı dayanılmaz olmuştu, iki Apranax’ıı aynı anda içti. Bilgisayarı açtı, sandalyeye oturmak kazığa oturmak kadar acı veriyordu. Yine de yılmadı, “sahibinden” adlı siteyi tıkladı, dairesini satılığa koydu.

***


Zaman geçiyordu, hiç durmazdı. Yaz geldi, dalgalar sahile vuruyor, vurmuyor okşuyordu sanki. Ege’de bir sahil kasabası, kasaba değil de köy. Kumlara bağdaş kurmuş suyun ezgisini dinliyor. Kuaförleri boykot ettiğinden beri kendi tıraşladığı kafasını arkadan öne okşarken, tatlı bir esinti geçiyor teninden. Dingin sabahların her gün yeniden başlayan huzuru bedeninden taşıyor, alışıyor zamanla. Bir yıldır her sabah yaptığı kahvaltının desenli örtüsünü seriyor kumsala. Kendi yaptığı ev ekmeğini poşetten çıkarıp, dilimliyor. Tam buğdayın kokusunu içine çekiyor önce. Organik zeytinlerin kaygan dokusu ağzında döndükçe, damağıdaki uyuşma zihnini canlandırıyor. İzmir tulumunun hafifliği yalnızlığını kutsuyor. Denizin sabah sakinleri birer ikişer koşturmaya başlıyor etrafında. Biriktirdiği kemikleri poşetle birlikte önlerine seriyor. Karnı doyan köpek sırayla yüzmeye koşuyor. Dudaklarından mutluluğa benzer bir gülümseme yayılıyor esintiye karşı.


Evin önüne dödüdüğünde minik tıpırtılar duydu, korktu. Tahta kapının aralığından avluya baktı. Beş yaşlarında bir çocuk iki yana açtığı kollarıyla esintiyi yararak tavukları kovalıyordu. Sessizce araladı kapıyı, onu henüz görmemişti. Ne yapacağını bilmeden bir süre izledi. Gözgöze geldiklerinde ellerini yüzüne kapayıp, kıkırdadı. “Hoş geldin” dedi. Çocuk minik yüzüne kapattığı minik parmaklarının aralığından bakarken dilini çıkardı. “Çok ayıp.” Tavuklarla birlikte o da evin sahiplerinden biriymiş gibi geçti yanından, içeri girdi. Bir süre ne yapacağını bilemeden oyalandı. Çıkıtğında pencereye dayalı masanın hasır sandalyelerinden birine kurulmuştu çocuk. Masanın üstüne yaydığı resim defterinde bir tavşanı çeşitli renklere boyuyordu. Kulakları pembe, bedeni gittikçe mavileşiyordu tavşanın. Köye geldiğinden beri ilk kez misafir ağırlamanın heyecanıyla mutfağa girdi. Dört yumurtayı metal kaseye kırdı, un , şeker, kabartma tozu ekledi. Kek fırına girdiğinde, vanilya kokusu iştahla bahçeye yayılmaya başladı. Her gün kapıya gelen taze sütü beş litrelik tencerede kaynamaya bırakıp, çocuğun oturduğu masanın karşısındaki sandalyeye kurulup, kollarını üstünde birleştirdi.


Sol elinde tuttuğu pastel boya hep aynı yönde ileri geri hareket ediyordu. Yüzüne bakmıyor, orada değilmiş gibi davranıyordu. “Bence ayaklarını gri yapmalısın” dedi. Ancak o zaman kafasını kaldırıp, yüzünü incelemeye başladı çocuk. Gri boyası yoktu, laciverti uzattı, defteri masaya ortaladı. Onu taklit edercesine iri parmakları arasında, iyice küçülmüş boyaya hakim olmaya çalışarak, tavşanın ayaklarına çalıştı. “Kek mi yapıyorsun? Neli? “Limonlu.” “Annem de yapar.”


Koşarak içeri girdi. Kek kızarmış, sütün yarısı taşmış, ocakta yüzüyordu. Hala fokurdayan sütü kepçeleyip, cam bardağa kurtarırcasına döktü. Keki çıkarırken parmağını yaktı, suya tuttu. Gereğinden fazla kızarmış keki, fokurdamaya bardakta da devam eden sütü beğendirememe kaygısı boğazında düğümlendi. Neyse ki çocuk oralı değildi. Telaşlı, sarışın bir kadın kapıdan hararetle girdi. “Burak, ödümü kopardın.” Nefes nefeseydi, belli ki onu ilk aradığı kapı burası değildi.


Çocuk ertesi gün de geldi. Menüde değişiklik gerektiğini düşünüp, şekerli krep yaptı. Bir sonraki gün vişneli pankek, giderek aşçılığı ustalaşıyordu. Birlikte çeşitli hayvanları boyuyor, anaokulundaki kızları çekiştiriyor, tatlı yiyip, taze süt kokusunu burunlarına, kendisini mideye indiriyorlardı. Artık annesi de telaş etmiyordu.


O sabah bir süre ne yapacağını bilemedi. Krep diye düşündü ama onu iki gün önce yapmıştı zaten. Elindeki malzemeleri inceledi, buzdolabını karıştırdı, üzümlü keke karar verdi. Umarım alerjisi yoktur diye düşündü. “Ah! Chen, üzümlü kekim” diyerek gülümsedi. Kek hazır, süt sıcaktı. Gecikmişti. Bekledi ve yine bekledi. Çocuk gelmedi. Oysa saat henüz erkendi. Bu sabah nedense erken uyanmıştı. İçinde tuhaf bir sıkıntı peyda olmuştu, değişen ve değişme ihtimali olan hiçbir şey yokken. Masada ne kadar zaman geçirdiğini bilmiyordu. Sarışın kadın tahta avlu kapısını tıkırdattı. “Poyraz Bey, Poyraz Bey.” Ancak o zaman derin düşüncelerinden sıyrılıp, nerede olduğunun ayırdına vardı.


Kadının kafası kapının aralığında, bedeni arkasındaydı. Rahatsız etmenin sıkıntısı vardı üstünde. “Biz gidiyoruz. Allahaısmarlılık demeye geldim. Burak uyuyor.” Denize girilmiş, güneş yanıkları tenlere mühürlenmiş ve tatil bitmişti. Valizler arka bagaja çoktan yerleşmişti. Burak babasının kucağında derin bir uykuda, bacakları yeri gösterircesine aşağı sallanıyordu. Tebessüm etti adam. Çocuğu arka koltuğa yatırdılar. Adam direksiyona, kadın yanına kuruldu. “Hoşçakalın” dedi kadın. Adam arabadan sarkıttığı kolunu ayıp olmasın diye kaldırdı. Egzos dumanı çıkmadı, sessizce uzaklaştılar.
Ah! Çocuk, üzümlü kekim.

ŞENAY ŞENTÜRK

S O N

Yazar Hakkında:

Şenay şentürk

Şenay Şentürk, 1980 yılında İstanbul’da doğdu. Trakya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat bölümümden 2002 yılında mezun oldu. Özel şirketlerde İnsan Kaynakları alanında uzun yıllar çalıştı. Evli ve bir çocuk annesidir. Geçmişin Gölgesinde (2020), Bitmeyen Kış (2022) adlı iki romanı yayımlandı. Öyküleri ise Yük Edebiyat, İshak Edebiyat, Litera Edebiyat, Truva Edebiyat, Rüya Senaristi gibi dergi ve dijital mecralarda yayımlandı. “Upanişadlar’ın Nişi” öyküsü Yük Edebiyat 2021-2023 seçkisinde yer aldı.

Kapak Görseli, Raoul Dufy, Regattas at Henley, the Rowers 1947

Kare Görsel, Aleksey von Jawlensky, Blonde Woman, 1911

03.07.2024 © Novelius Edebiyat

Bir Cevap Yazın