30.07.2024 © Novelius Edebiyat
Yazar: Ahmet Furkan DEMİR
Bugün, günlerden yine buhrandı. Öğlen güneşi odanın içini gözleri kamaştıracak şekilde aydınlatıyordu. Rıfat, şişik gözlerini aralayarak nihayet uyanmıştı. Uykudan uyanır uyanmaz ani bir hışımla perdelere doğru yönelip, rengi sararmış delik deşik olmuş perdeyi tek hamlede çekiverdi. Geceden açık kalmış olan televizyonu kapattıktan sonra yatağının başucunda duran masadaki sigara tablasından bir dal sigara alıp yaktı. Sigarayı içine çekerken kafasını arkaya doğru uzatıp boynunu esnetmeye başladı. Perdenin deliklerinden sızan güneş ışınları, odanın içerisinde gezinen sigara dumanlarını iyice belli ediyordu.
Rıfat, pencereye doğru yönelip perdeyi araladı. Dışarıda alışık olmadığı bir telaş ve koşturmaca vardı. Daha fazla bakamayıp hemen perdeyi kapattı. Yüzünü yıkamak üzere koridorun sonunda bulunan tuvalete doğru yöneldi. Musluktan akan suyu avucu ile üç defa yüzüne çarptı. Yüzünü, kirden sarı renge dönmüş havlusu ile sildikten sonra bir süre aynaya baktı. Üzerindeki beyaz atlet delik delik olmuştu. Yüzü oldukça bakımsız ve kırışmış bir haldeydi. Beyaz sakalları iyice uzamış, birbirine girmişti. Diriliğini koruyan tek şey mavi gözleriydi. Saçları pamuktan farksızdı. Uzamış saçlarını eliyle geriye doğru taradı donuk bakışlarla kendisini seyretmeye devam etti.
Bir süre sonra gözlerini aynadan ayırıp az önce uyandığı odaya geri döndü. Yatağının karşı tarafında bulunan kahverengi tekli koltuğa oturdu. Derin bir iç çekti… Sol tarafında bulunan pencereye dönüp davudi sesiyle “Vakti geldi.” Dedi. Gerek yalnızlık, gerekse de gurbet hayatı Rıfat’ı son yıllarda insanlıktan çıkarmıştı. Burada ne bir dostu, ne de bir akrabası vardı. Birkaç yaşıt arkadaşı vardı ama onlarla da asla uyuşmuyordu. Onlar yaşadıkları zamana ayak uydurmuş, Rıfat ise geçmişe saplanıp kalmıştı. Ne onlar Rıfat’ı anlıyordu ne de Rıfat onları. Onun gibi olan üç beş hemşeri dostu vardı ama onların da sonuncusu henüz 2 ay önce ölmüştü. Rıfat yalnız kalmış adeta gurbet içinde gurbeti yaşıyordu. Belki de aylar olmuştu bir insanın yüzünü görmeyeli. Onun insanları burada değil, doğup büyüdüğü yerdeydi. O buraya ait değildi. Doğduğu şehre gidip eski güzel günlerine kavuşmalıydı. Eski dostlarına, eski anılarına…
Onu buraya bağlayacak tek bir neden yoktu. Hiç düşünmeden ayağa kalktı, dolabındaki eşyaları çıkarmaya başladı. Çıkardığı eşyaları dolabın üstünde yer alan tahta bavulun içine koydu. Zaten hepsi birkaç iç çamaşır, bir iki gömlek ve birkaç tane de pantolondan ibaretti. Takım elbisesi dışındaki tüm elbiselerini bavula koyup bavulu kapattı. Bavulu kapattıktan sonra hemen banyoya doğru yöneldi. Memleketine böyle gidemezdi. Sakallarını sinekkaydı kesip, sigaradan uçları sararmış olan bıyıklarını da hafifletti. Daha sonra kendisini soğuk bir duşun altına koyarak ferahlamaya çalıştı. Duştan çıktıktan sonra tarakla saçlarını taradı. Yan rafta duran limon kolonyasını da tüm bedenine serpiştirdi. Üzerindeki havlu ile odasına geldi. Askıda duran eski tip beyaz takım elbisesini eline aldı, bir an yüzünde bir tebessüm oluştu, dişlerinin ucu görünecek şeklide gülümsedi. Bu takım elbiseyi giymeyeli seneler olmuştu.
Takım elbisesini giydikten sonra ara koridorda bulunan boy aynasından kendisine baktı. Hiç de fena görünmüyordu eliyle ceketinin vatkasını tutup gülümsedi. Beyaz vatkalı ceketinin içine yine aynı renk bir gömlek giymişti. Gömleğini son ilmeğine kadar ilikledi. Yan dönüp beyaz kumaş pantolonunun ütüsüne baktı biraz kırışmıştı ama yine de güzel duruyordu. Pantolonunun cebinden cüzdanını çıkarıp içine baktı. Evet, parası vardı zaten emekli maaşı da daha yeni yatmıştı. Evdeki eşyalarına baktı acaba bunları satayım mı diye düşünse de memleketine duyduğu özlem onu sabırsız bir insana dönüştürmüştü. Her şeyi boş verip kapıya doğru yöneldi. Kapının önünde duran siyah yumurta topuk kundurasına baktı… Ayağıyla itekleyip, dolapta duran beyaz yumurta topuk kundurasını çıkardı. Kırık olan ökçesini eliyle düzeltip kundurayı sildikten sonra ayağına giydi. Hızlı adımlarla merdivenleri inip sokağa çıktı. Bayırın tepesindeki evinden aşağı doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Ana caddeye doğru inerken dükkân önünde oturan yaşıtlarına bakıp yüzünü ekşitti. İçinden, “ Şu edepsizlere bak sokağın ortasında kısa donla oturuyorlar hiç edep hayâ kalmamış. Benim memleketimde böyle mi hiç? Edep var hayâ var.” Diyordu.
Ana caddeye biraz daha yaklaştığında bir grup genç çiftle karşılaştı bu gençler mini şort giymiş el ele yürüyorlardı. Onlara dönüp kızgın bir ses tonuyla;
“ Evladım, edep yağmuru sizin tarlanıza yağmadı mı?” diye bağırdı. Gençler Rıfat’ı çok da kâle almadan kışkırtıcı şekilde başlarını sallayıp devam ettiler. Rıfat daha da sinirlenmişti, “ Fesuphanallah! Şunlara bak şunlara! Bizim gençliğimizde böyle miydi? Ne saygı kalmış ne insanlık.”
Ana caddede sinir küpüne dönen Rıfat ilk geçen taksiyi eliyle durdurup bindi. Taksiciye selam verdikten sonra sanki bir beladan kaçıyormuşçasına hararetli bir şekilde söylendi: “Otogara şoför bey evladım otogara…”
Gördüğü her sahneye sinirlenen Rıfat, nihayet otogara varmıştı. Hemen memleketine bir bilet alıp otobüse doğru yöneldi. Otobüsün kalkmasına daha yarım saat vardı ama heyecandan yerinde duramıyordu. Dayanamayıp koltuğuna gidip oturdu. Otobüs çalışmadığı için içi sıcaktı. Tam gömleğinin en üstündeki düğmeyi açmıştı ki çaprazında oturan bir bayanı fark ettiği için hemen tekrar ilikledi. Yüzünden akan teri silip muavine seslendi; “Evladım, şu ihtiyara soğuk bir su ver de hayır duasını al.”
Gelen suyu içtikten sonra bir nebze de olsa ferahlamıştı.
Başını omuzuna doğru eğip gözünü kapadı. Memleketini, çocukluk ve gençlik yıllarını, dostlarını, akrabalarını hayal ediyordu. Bir yandan da içinden şöyle diyordu:
“ Hele şu memlekete bir varayım… Nasıl olsa her şey eskisi gibidir oranın güzel insanlarıyla bir kucaklaşayım, bağrıma basayım. İnsanlık orada azizim buradakiler insanlıktan çıkmışlar hele o gençler… Edepten yoksunlar. Benim memleketimin genci öyle mi? Edep azizim edep… Eski dostlarımdan yaşayanlar da vardır elbet. Onlarla da görüşürüm. Bizim metruk ev ne durumda acaba? Canım ne olacak sanki küçücük şehir ev de elbet yerindedir.” İçinden yaptığı konuşmayı keserek çocukluğundaki ve gençliğindeki günleri hayal etmeye başladı derken yüzüne vuran araba farlarının ışığından gözlerini açtı. Hava çoktan kararmıştı. Biraz daha geçmişi yâd ederek düşünmeye başladı. Gün ağarmaya başlayınca yoldaki tabelalara baktı, memleketine az kalmıştı. Kalbi kıpır kıpır oynuyordu. Daha önce hiç bu kadar heyecanlanmamıştı güneş sanki yeni güne değil de onun hayatına doğuyordu. O da doğan güneşle birlikte yeniden doğuyordu.
Otobüs otogara girince Rıfat’ı iyice heyecan sarmıştı. Dizleri bağlanmış sesi kısılmıştı. Zor bela da olsa otobüsten indi. … Derin bir nefes çekerek: “ Ohh… Elhamdülillah.” Dedi. Bir süre etrafına baktı, şaşırmıştı. Burası eski garaj değildi. Etraftaki uzun binalara baktı buranın neresi olduğu hakkında en ufak bilgisi yoktu. Garajda duran taksilerden birine binip taksiciye buranın neresi olduğunu sordu. Taksiciden buranın “Karakömür” olduğunu öğrenince sağ avuç içini ağzına doğru götürerek dudağına vurmaya başladı. “ Sen ne diyorsun evladım, Karakömür bir köydü ne zaman bu hale geldi?”
Taksici alay edici bir tonla ekledi:
“ O eskidendi amcacığım sen bir gez hele Karakömür kendi başına bir şehir oldu.”
“ Fesuphanallah! Dostlarımızla pikniğe geldiğimiz, nar bahçeleri olan Karakömür nasıl bu hale geldi? Neyse evladım sen beni Haydarkapı Mahallesine götür.”
Rıfat, doğduğu mahalleye gidene kadar yolda gördüğü her şeyi ağzı açık bir tavırla izliyordu. Neredeyse gördüğü hiçbir yeri, hiçbir yapıtı hatırlamıyor, ilk defa görüyordu. Nihayet doğup büyüdüğü mahalleye gelmişti. Taksiyi mezarlığın yanında durdurdu. Mezarlıktan yararlanarak evine doğru gitmeye karar verdi. Mezarlığın duvarını takip etti. Onların sokağının hemen başında bir kahve olacaktı, Gâvur Abdo’nun kahvesi… Neyse ki kahve yerinde duruyordu ama eskisinden çok farklıydı. Sokağın başında durup içeriye doğru baktı… Sokak boyunca sağ ve sol cephede nahit taşından inşa edilmiş olan müstakil evlerin arasından yürümeye başladı. Gözleri dolmuştu. Şehir değişmişti ama burası hâla eskisi gibiydi. Ağır ve yorgun adımlarla yürümeye devam ediyordu. Çocukluğunun oyun yeri olan meydanı görünce dizlerinin titremesine mani olamadı. Dizleri, ihtiyar bedenini daha fazla kaldıramıyordu. Dizlerinin üzerine çöküp gözünün önüne gelen anları seyretmeye başladı. Nice ölü insanların siluetleri gözünün önünden geçiyordu. Nice anlar, nice yaşanmışlıklar bir film şeridi gibi gözünün önünde sahne sahne canlanıyordu.
Gözyaşlarını silip kendisini toparladıktan sonra meydanın karşısında bir bakkal gördü.
Bu bakkal Mahmut amcanın dükkânıydı. İçeri girip heyecanla Mahmut amcaya baktı lakin içeride yalnızca gençten bir çocuk vardı. Rıfat çocuğa dönerek , “Evladım Mahmut amcaya bakmıştım burada mı kendisi?” Dedi.
Delikanlı, elindeki telefondan başını kaldırmadan cevap verdi:
“Kendisi dedem olur ama yıllar önce öldü.”
Rıfat bunu duyduğuna çok üzülmüştü onun çocukluğunda Mahmut amca mahallenin tek bakkalıydı. “Peki, evladım burada benim çok iyi bir dostum vardı. Demirci Muharrem, tanır mısın?”
“ Nereden tanıyayım be amca çok soru sordun sende.”
Rıfat gördüklerine, duyduklarına inanamıyordu bu insanlara ne olmuştu böyle? Bu gençlere ne olmuştu böyle?
Rıfat dükkândan suratı asık, siniri tepesinde bir vaziyette çıkarak yürümeye devam etti. Az ileride gençliğinde dostlarıyla oturup plak dinlediği, oyun oynadığı bir kahve vardı belki orada eski dostlarına ulaşabilirdi. Hızlı adımlarla kahveye doğru ilerledi ki bir de ne görsün… Nice plakların dinlendiği, nice kasnakların şarkılarda yok olduğu, nice sohbetlerin döndüğü o kahve müzik müzesi olmuştu.
Rıfat ne yapsa, nereye gitse bir türlü mahallenin o eski ahalisini bulamıyordu. Eski evine gitmeye karar verdi. Kahvenin az ilerisinde yer alan nahitten metruk ev onların eviydi. Yıllardır boş olan evin dış cephesi hiç değişmemişti. Anahtarı olmadığı için çürümüş demir kapıya omuzuyla iki defa vurdu ve içeri girdi. Evin avlusunu görünce yine gözyaşlarını tutamadı. Anıları yine onu ağlamaya mahkûm etmişti… Avlunun ortasındaki çınar ağacı hâla eski heybetiyle duruyordu ama diğer ağaçlar kurumuş ve boyunları bükülmüştü. Çocukken oyun oynadığı avlu, ağaç yapraklarından ve çöpten görünmüyordu. Evin iç kapısını usulca açtı, 7 kişinin yaşadığı o odaya girmişti nihayet. Odanın köşe kısımları örümcek ağlarından görünmez haldeydi. Eski mobilyalar çürümüş olsa da yine de kullanılacak gibiydiler. Duvara asılı olan, camı kırık çerçeveye gözü ilişti… Ailecek çekmiş oldukları ilk ve tek fotoğraftı. 5 kardeş, anne ve baba… Fotoğraf, Rıfat’ın gözyaşlarına hıçkırık olmuştu. Saçları pamuktan farksız olan koca adam, oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi ağlıyordu.
O fotoğraftan geriye yalnızca kendisi kalmıştı. Evin en küçüğü olan Rıfat kalmıştı. Bir an durdu… Yeğenlerini düşündü ama onların da her biri bir şehre dağılmış, dünya meşgalesine düşmüşlerdi. Rıfat burada ne bir dost, ne bir akraba, ne de “babamın insanları” dediği, eski insanlardan birini bulabilmişti. Yalnızca eski günlere bir daha dönememenin, eski insanlara bir daha ulaşamamanın, ölenleri bir daha göremeyeceği gerçeğinin elemine kavuşmuştu.
Rıfat, bir yandan gözyaşlarını silerken bir yandan da evin içini temizlemeye başladı. Uzun süren temizliğin ardından biraz dinlenmek için uyumaya karar verdi zaten hava da kararmıştı. Rıfat gözünü açtığında gün doğmuş, güneş ortalığı kavurmaya başlamıştı. Dışarı çıkıp biraz hava almak ona iyi gelecekti. Dışarı çıkıp çarşıya gitmeye karar verdi. Gençken de sık sık giderdi zaten. Çok zorlanmadan çarşıyı bulmuştu. Bulmuştu bulmasına ama bu buluş ona yine elem olmuştu. Eskiden bu yolda yürürken selam vermekten kolu ağrıyan Rıfat’a, bu defa kimse selam vermiyordu. Ne bir selam alıyordu, ne de bir selam verebiliyordu. Yalnızca etrafına tuhaf tuhaf bakıp sözde modern gençlere hayret ediyordu. Buradaki gençler de geldiği yerdeki gençler gibiydi ne edep vardı ne hayâ…
Biri iki esnafa selam verip, bu dükkânların eski sahiplerini sormak istedi ama ne esnaflık kalmıştı ne de insanlık. Herkes bir sinirle, bir hışımla cevap veriyor; kimse kimseyi umursamıyordu. İnsanların üslupları, giyim şekilleri, hal ve hareketleri geldiği yerden farksızdı. Rıfat, bir an durup başını havaya kaldırdı. Kalabalıktan bunalmış, ruhu daralmıştı. Onun zamanında bu şehir sakin ve huzurluydu. Göğe doğru bakarak şöyle dedi: “Allah’ım! Bu insanlara ne oldu böyle? Nerede o benim kardeşten öte dostlarım? Nerede o benim samimi insanlarım? Nerede o hürmetkâr gençler? Nerede o sesiyle huzur bulduğum şehrim. Hani nerede rüzgârı ninni, güneşi merhem olan memleketim?”
Rıfat, bu kalabalığa daha fazla tahammül edemedi. Eskiden kafa dinlemek için şehrin yüksek kalesine giderdi. Yine öyle yaptı. Eskiden buradan tüm şehri görürdü ama bu kez göremedi çünkü şehrin ucu vardı bucağı yoktu. Binaların çoğu kaleden bile yüksek görünüyordu. Rıfat kendini hiç iyi hissetmiyordu. Saplanıp kaldığı geçmiş, ona kendi memleketinin gurbetini yaşatıyordu. Alnından soğuk soğuk terler damlamaya başladı. Nefes almakta zorlanıyordu. Etraftan gelen müziklerin yüksek sesi onun hırıltısını örtüyordu. Gömleğinin düğmelerini birer birer açmaya başladı ama bu onu yine de rahatlatmadı. Esen rüzgâr, sadece içinde yanan ormanın tutuşmasına yardımcı oluyordu. Bir an kaleden aşağıya doğru baktı. Gördüklerine inanamıyordu. Çocukluğu ve gençliği de aşağıdan ona bakıyordu. Aşağıyı biraz daha inceledi. Herkes oradaydı. Eski dostları; ölen kardeşleri, anne ve babası, mahallenin eski ahalisi… Hepsi Rıfat’a bakıyordu. Rıfat’ın kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Heyecandan bacaklarını hissetmiyor, kulağında derinden derine bir çınlama hissediyordu. Daha fazla dayanamadı bağırarak:
“ Bekleyin güzel insanlar! Geliyorum.” Dedi. Vücudunu öne doğru eğdi, sağ adımını ileri doğru attı, derken oluşan toz ve dumanla birlikte kendini derin bir boşluğa teslim etti. Rıfat, sonunda özlemini duyduğu o hayata, o insanlara ulaşmıştı. Artık nefes almakta zorlanmıyor, kalbinde bir ateş yanmıyordu.
Bedeni geldiği bu şehrin, ruhu ise memleketinin olmuştu.
S O N
Kapak Görseli, Edvard Munch, Sunrise in Asgardstrand, 1893
Kare Görsel, Paul Hamey, Beyond Redemption, 1891
Yazar Hakkında:
Ahmet Furkan DEMİR, 7 Haziran 2001 Tarihinde Şanlıurfa’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini doğduğu şehirde tamamladı. Hâlen Kayseri Erciyes Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi’nin Harita Mühendisliği bölümünde yüksek öğrenimine devam etmekte ve çeşitli gazete ve dergilerde editörlük, yazarlık ve köşe yazarlığı yapmaktadır. Babamın Kaseti adlı öyküsüyle “Novelius Edebiyat Öykü Seçkisi: İlkyazdan Düşenler” de yer almıştır.
30.07.2024 © Novelius Edebiyat


