Site icon Novelius Edebiyat

Öykü: Sahildeki Kadın 1. Bölüm

erhan metin

22.01.2023 © Novelius Edebiyat

Yazar: Dr. Erhan METİN

Yayına Hazırlayan: Mehmet BAHÇECİ

Şezlongun yanına bıraktığı çantasından yükselen sese doğru çevirdi başını. Çantasından çıkardığı telefonun ekranına baktı sonra. Gelen çağrı bildiriminde “Müdür Bey” yazıyordu. Görüşmeyi başlatmadan önce yutkunmaya benzer öksürük karışımı bir hamleyle boğazını temizlemeye girişti.   

“Merhaba Müdür Bey, buyurun…” 

“Müdür Bey,” diyerek başlattığı konuşması devam ederken, şezlonguna uzattığı bacaklarına vuran güneşin tadını çıkarıyordu.  

 
“Tamam Müdür Bey, siz nasıl uygun görürseniz öyle olsun. Masraftan çekinmeyiniz lütfen. Okulda özellikle Güzel Sanatlar Atölyesinin olmasını çok istiyorum. Müzik, resim ve heykel sanatları için… Ben en geç haftaya ilçede olurum. Yok yok hayır, kesinlikle! Karşılamaya gerek yok. Rica ederim, utandırıyorsunuz beni. Kendi aracımla geleceğim. Açılıştan hemen önce, ortaya koyduğunuz şaheserinizi bizzat görmek istiyorum. O köyün çocukları için geç kalınmış bir yatırımdı, ama kısmet bugüneymiş. Ellerinize, emeklerinize sağlık. Elbette elbette… Ondan hiç şüphem yok… Siz de sağlıcakla kalın efendim, görüşmek üzere,” diyerek sonlandırdı konuşmasını.  

Telefonu aldığı yere usulca bıraktı. Güneşe çevirdi yüzünü. Başını hafifçe geriye doğru yasladı. Kapadığı gözleriyle mazinin derinliklerine daldı. Önünde uzanan engin denize inat. Maziye dalmak, masmavi denizin serin sularına dalmaktan belki de daha cazip gelmişti. 
 
                                                                       

 

 
Leon, üzerine bir şeyler karaladığı meşin kaplı defteri, ceviz oymalı yuvarlak sehpanın üzerine bırakırken, içeri giren Zabel:  “Neler karaladın yine?..” diye sordu,  

 
“Bir şey karalamadım. Tatyos’un vefat tarihini kaydettim (16 Mart 1913). Kilise defterinden düşülürken çalgıcı diye kaydettiler onu. Onun gibi bir bestekârı böyle kaydetmek şaşılacak şey. Çalgıcı… Tövbe tövbe!”  

“Bence Tatyos senin kadar dert etmiyordur. Işıklar içinde gülümseyerek seni izliyordur gittiği yerden.” 
 
“On, on beş kişi ya var ya da yoktu cenazesinde. Pirinççi Gazinosunu, Al Yanak Mehmet Efendi’nin kıraathanesini lebalep dolduran onca insandan bir Tanrı’nın kulu bile yoktu. Tabii, gözlerim beni aldatmadıysa, Ahmet Rasim, Kemençeci Vasil, Şevki Bey… Tatyos’a son yolculuğunda Uzunçayır’a kadar eşlik edenlerdi.” 

“Sence yüzlerce insan eşlik etseydi fark eder miydi, Uzunçayır yoluna çıkmış Tatyos için?” 
 
“Bugün tersinden mi kalktın? Söylediklerimi ıskartaya çıkarmak için özel bir ihtimam mı gösteriyorsun yoksa?” 

“Ahh! Be Leon… Sen daha fazla üzülmeyesin diye söylerim, yoksa bilmez miyim onu ne kadar çok sevdiğini. Ama hayat devam ediyor. Bak bizler hayattayız, mutluyuz, huzurlu bir yuvamız, sağlıklı bir kızımız var. Tatyos şu an yanımızda olsa, inan o da: ‘Yalan dünyanın elemine kapılma Leon, al eline udunu, vur teline,’ derdi.”  

Zabel bu sözünün ardından duvarda asılı duran udu kocası Leon’a uzattı. Leon, Zabel’in söylediklerini başıyla onayladı. Udunu her zamanki gibi yavaşça okşadı. Sonra bağrına bastı. Boğaza nazır pencerenin önündeki sedire çöktü. Kaybettiği dostunun acısını onun bestesiyle unutmaya, terk-i diyar edişinin açtığı yarayı onun sözleriyle sarmaya başladı. 

“Gamze’deyim Deva Bulmam…” diye döküldü bu kez nağmeler Leon’un dudaklarından. 
 

***** 
 

Zabel, “Kederimiz, hüznümüz dağılsın dedik, sen kuruyan yaramızı da kanattın Leon. Babamı hatırlattın,” diyerek susturdu Leon’un udunu. “Diyarbakır’ı… Dar sokaklarında koşturduğum çocukluğumu… Canım babacığım, ne çok severdim onu. Bana boyalar alır, aldığı boyalarla yaptığım resimlere baktıkça mutlu olurdu. Dicle’nin üzerinde karşıya yolcu taşıyan sandalcıyı çizmiştim bir keresinde. O kadar çok beğenmişti ki… Sevinçten gözleri dolmuştu,” derken yerinden kalktı, odada bulunan kitaplığa doğru ilerledi. Uzandığı yerden aldığı zarfı Leon’a uzattı.  

 
“Unutuyordum az kalsın, bu sabah geldi,” diye ekledi.  

Leon, aldığı zarfı açmadan evirip çevirdi. Kimden geldiğine baktı. “Bogos’tan bu.” Açıp okumaya başladı. 

 
O, Bogos’un mektubunu okurken Zabel, Leon’un içmekten büyük keyif aldığı kahvesini pişirmek için mutfağa yöneldi. Hayır diyemediği tek şeydi közde pişmiş Türk Kahvesi. Leon’un yüzü; mektuba başlarken gülümsemeye, ilerledikçe düşünmeye, bitirirken ise durgunlaşmaya benzer hâller alıyordu. Mektubu okumayı bitirip zarfına yerleştirirken, iki fincan kahveyle odaya girdi Zabel. Leon’la göz göze geldiler bir an. Merakını gizleyemeyen Zabel,  “Ne diyormuş Bogos?” diye sordu.  
 
Leon, kararsızlıkla karışık, “Şey… Ne diyecek canım, selam kelam işte. Sofya’da bir konservatuvarda Türk Musikisi dersleri veriyormuş.”  

“Trablusgarp’ta değil miydi o?”  

“O seneler önceydi Zabel. İstibdat* (İstibdat*: monarşi, despotiszm) yıllarında oraya atabildi kendisini. Sonra Mısır’a, ardından Romanya’ya geçti. Anlaşılan bayağı zamandır da Sofya’da.”  

“İyi, sevindim hayatta olup mektup yazacak sıhhatte bulunmasına. Hadi iç kahveni soğutma.” 
 
Leon, fincandan bir yudum aldı. Tekrar Zabel’e baktı… Zabel bu bakışı çok iyi biliyordu. 

“Ne diyeceksen söyle, ağzında geveleme lafı Leon.”  

“Gitmeliyiz Zabel.” 

Zabel, Leon’un dilinden dökülen kelimeleri yanlış anladığını zannetti. 

“Ne dedin sen Leon?” 

“Gitmemiz gerekiyor…” 

***** 

“Gitmeliyiz diyorum sana Zabel. Osmanlı kaybediyor. Bogos mektubunda Avrupa’da olanları anlatmış. Burada birini duysak, beşini duymuyoruz. Harbin ne demek olduğunu en iyi biz biliriz, yalan mı? Baban Diyarbakır’da öldürüldüğünde sen neredeyse çocuk yaşlarda değil miydin? Tıbbıye’yi musiki için terk etmiştim ben. Ama devam edebildim mi sevdamın peşinden? Ne gezer… Kendimi birden 93 Harbinde, Erzurum’un Kızılay hastanesinde buluverdim. Savaş bu. Hiçbir şeye benzemez. Savaş başladı mı bir kez nerede duracağını ancak Tanrı bilir. İngiliz Doktor Ryan’ın yanında yardımcı hekimdim. Cepheden gelen askerlerin yataklarında nasıl sayıkladıklarını, acıdan nasıl feryat ettiklerini hâlen rüyalarımda görüyorum. Düşman kurşununa hedef olmasa, Kafkasların soğuğu vuruyordu o tazecik fidanları. Kiminin ayak parmakları düşmüş oluyordu hastaneye ulaşana kadar, kiminin donmuş uzvunu bizler alıyorduk. Yaşamanın ne demek olduğunu orada anladım ben. Yaşamak için elinden, kolundan, bacağından vazgeçmek ne demek bilir misin? Dr. Ryan, musikişinas bir subay olduğumu anladığında hastanede gördüklerimizi unutmak; ertesi güne moralle başlamak için rica minnet ederdi bana, ‘Çal şu udunu da unutalım şu zalim dünyanın gamını,’ diyerek.” 

Leon, masanın üzerindeki sürahiden bardağına su doldururken, sürdürüyordu konuşmasını:  

 
“Hatta bir keresinde, Ruslar Tahir gediğinde Osmanlı kuvvetlerini mağlup edip Alacadağ’a ilerlerken, Moskof’un açtığı yaylım ateşinden nasibini almış bir babanın, belki de bizim kızımızla yaşıt kızının resmini arayışına şahit oldum. Yarası o kadar büyüktü ki taşıdıkları sedyede ceplerine bakmamı, kızının resmini kendisine göstermemi istiyordu. Kolunun biri kopmuş, diğeriyse sallantıda… Kızının resmini kendisine göstermem için yalvarıyordu bana. Düşün! Kolunu ya da canını kurtarmam için değil, kızının resmini, kanlı üniformasının cebinden bulup ona göstermem için yalvarıyordu. Anlıyor musun beni şimdi Zabel?.. Tamam! Elbet bir gün öleceğiz, bırak da buna karar veren Tanrı olsun. Moskof’un silahından çıkan mermi yahut, Kafkasların soğuğu değil. Bugün Balkanlar kaynıyor, yarın alevler tekrar büyüyecek olursa, yine çağıracaklar beni, biliyorum. Gitmeliyiz, yaşamak ve kızımızı yaşatmak için gitmeliyiz!” 

“Nereye gideceğiz Leon? Kolay mı kurduk bu mutluluğu? Nazan’ımızı bu çatının altında büyüttüm. Seninle bu çatı altında güldüm, ağladım. Babamın acısını bu çatının altında seninle yaşadıklarım unutturdu bana. Ben, seninle, kızımızla dağladım o yarayı. Şimdi bu evi ne yapacağız? Hatıralarımız, anılarımız var her yanında.”  

“Ne anısı ne hatırası Zabel! Ölülerin hatırası olmaz. Anılar, hatıralar yaşayan insanlar içindir. Yaşayan insanlar anılarla, hatıralarla teselli bulur. Senin, kızımın olmadığı bir dünyada, her hatıra daha da yakacak canımı. 93 harbinde Dr. Ryan; ‘Ruslar çekilirken silahlarını komitacılara bırakacak, bu topraklarda çok kan akacak, Leon,’ dediğinde, ‘İmkânsız bu! Biz, Osmanlı’nın sadık milletiyiz; onlar canlarını, mallarını dahi bize emanet ederek hacca giderler,’ demiş, İngiliz doktora böyle karşılık vermiştim.  

Ama ne oldu? O haklı çıktı. Baban o olaylarda gitti aramızdan. Osmanlı Bankasının Devrimci Ermeni Federasyonu üyesi olan Ermenilerce basılmasını hatırla. Basanlar ellerini kollarını sallayarak Marsilya’ya varırken, İstanbul’da, kendi halindeki Müslüman ahali bizlere hücum etmedi mi? Hacı Lütfullah Efendi bizim önümüzde durmasaydı, şimdi ne sen olurdun ne de ben. İki ay önce Babıali’yi basanlar, Al-i Osman’ın Harbiye Nazırını herkesin önünde alnının orta yerinden vurup, Sadrazama istifa dilekçesi imzalattılar Zabel!  

Bogos, İttihatçıların eskisi gibi olmayacağını haber vermiş mektubunda. Böyle giderse Osmanlı savaşa girecek. Bu ateş Balkanları da aşacak. İşte o zaman biz istemesek de o gün Hacı Lütfullah Efendinin mâni olduğu şey gerçekleşecek. Çaremiz yok, bir an önce evi satacağız. Fincancılar Yokuşu’nda, Tüccar Aron’la konuştum. Onun parası yokmuş fakat temin edeceğine dair söz verdi. En azından gittiğimiz yerde işimize yarayacaktır o para. Güven bana, eğer şimdi gidersek bu toprakları mutlu mesut günlerimizle hatırlayacağız. Ama kalırsak… 

Öykünün ikinci bölümü 19 Şubat 2023 Pazar günü Novelius Edebiyat‘ta…

22.01.2023 © Novelius Edebiyat

Exit mobile version