gözen esmer

Öykü: Kayıp Şiirin Peşinde

23.04.2023 © Novelius Edebiyat

Yazar: Gözen ESMER

Öykü: Kayıp Şiirin Peşinde, Gözen Esmer

Bir mektup insanın kaderini nasıl değiştirebilir? Kimden geldiğini gerçekten bilmiyordum. Gerçi hâlâ pek bildiğim söylenemez. Aslında ilk iki gün hiç bakmadım. Bir iki kez yakmaya yeltensem de son anda vazgeçtim. Kırmızı zarfın ucunda hâlâ yanıklar durur. Başarısız intihar girişimlerime bunları da eklemeliyim. İsmi cismi bilinmeyen, tanınmamış bir şairden gelmişti mektup. Herhangi bir şiirini de bulamadım üstelik. Ne bir kitap, ne şiirinin yayınlandığı bir dergi ne de başka bir şey…


Ya bir şairden ya da yaşamayı inatla sürdüren bir hayaletten gelmişti mektup. Gerçi ikisi arasında da pek bir fark yoktu. Mektupta yazılanları hem merak ediyor hem de etmiyordum. Söylediklerinden, söyleyeceklerinden hem korkuyordum hem de korkmuyordum. Sanki mektubu açtığım anda karşımda belirecekti hayalet! Belki bir rüyaydı bütün bunlar. Belki de gerçekti. Belki de dünya diye bir yer de yoktu. Bilmiyorum. İki gün sonra nihayet mektubu açma cesaretini kendimde buldum.

Uykusuz ve yorgun bir sabahtı. “Hayalet”in yazdıklarını okumaya başladığımda önce yadırgıdım. Sonra öfkelendim ve öfkem üzüntüye dönüştü. Üzüntü yerini merhamete, merhametse dostluk duygusuna götürdü beni. Bundan üç, dört gün önce bir “hayalet”le dost olacaksın deseler, güler geçerdim. “Hayalet” mektubu şöyle bitiriyordu: Başka söyleyecek kimsem yok beni reddetme. Ve üç mısralık bir şiir:

“Geceyi yak, yolu yık, anlamı koru.”


En altta da bir işaret vardı fakat bunu olaydan bir hafta sonra koleksiyoner dostum Fahri’nin dikkati sayesinde fark ettim. Sıfır gibi bir şeye benziyordu. Ama neyi ifade ettiğini tam olarak anlayamadık.
Mektubu okuduktan sonra uyuyup kalmıştım, rüya sanmamın sebebi buydu. Soyunup dökünmeden, külçe gibi yığılmışım yatağa. Sabah, başucumda çınlayan bir telefonla uyandım, güneş gözümü delip geçiyordu, sevgilimdi arayan. Bir gölgenin kendisiyle konuştuğunu söylüyordu.

“Çok mu sarhoşsun,” dedim, biraz alaylı. Kızdı.


Fakat telefonu kapatmadı, bütün detaylarıyla olayı anlattı. Anlattıklarında anormal bir şey yoktu. Ya da o kadar inanmıştı ki bu efsaneye, gerçek sanıyordu. İnanmak bazen yalanı doğru, hayali gerçek yapabilir. Gölgenin giderken en son ne söylediğini sorunca inandım ona.


“geceyi yak
yolu yık
anlamı koru


Ne tesadüf!


Gökten üç elma değil, üç imge düşmüştü. Zamandan. Ve bir şey daha:
Mektubu açıklamak zorunda kalmıştım. Şimdi zayıf noktam hayalet düşmanım tarafından açık bir şekilde görülebilir. “Aşk iyi bir şantaj unsurudur tabii,” böyle demişti adli tıp uzmanı. Hem el yazılarını inceliyor hem de yazılanların psikolojik tahlilini yapabiliyordu. “Ama,” dedi, bu adam ya da kadın sana düşman değil. Takıntılı da değil. Sadece yardımını istiyor. Edecek misin?


“Etmeli miyim?”


“Bence etmelisin”


“Peki öyleyse,” dedim ve çıktım. Adli tıpçının daha fazla işlerime burnunu sokmasını istemiyordum, o yüzden de uzatmadım. Bir hayalete nasıl yardım edilir hiçbir fikrim yoktu. Aslında hiç kimsenin fikri yoktur.


“geceyi yak
yolu yık
anlamı koru”


Tekrar ettim, durmadan sayıkladım, belki bunların ne olduğuna dair bir şey gelir aklıma. Yok. Çamura saplanmış bir araba gibi durmadan patinaj çekiyordu bilincim. Kelimeleri tek tek düşünmeye çalıştım, daha doğrusu çalıştık sevgilimle. Gece, gece nedir? Hayaletin geceyi bir engel, bir düşman ve bir tür kötülük olarak gördüğü açıktı. Peki bu hangi geceydi? Geçtik, dudaklarımız kımıldıyor, yer ayağımızın altından kayıyordu. Sordu sevgilim: “Gece yakılmalı mıydı?”

gözen esmer


Böyle bir gece neden yakılsın belki de onun için günah doluydu. Ne de olsa peygamberdi o, değil mi. “Hayalet” peygamber.


Böyle dedikten sonra bir süre durduk, birbirimize baktık ve gülmeye başladık, hiç bitmemecesine. Sevgilim, Hayalet Peygamber taklidi yapıyordu bir elinde şarap şişesi. Korkulacak hiçbir şey yoktu. Gün doğdu yine, eskisi gibi. Gün doğdu, güneş bu sefer gözümü delmiyordu. Her gün olduğundan daha yalnızdım. Bir not bırakmıştı, Dickens’in İki Şehrin Hikâyesi romanının üzerine. “Ben varmadan yolları yıkma, seni seviyorum.”


Yol… İnce buğu, ufuk çizgisinin tek kanıtı, zamanın varlığına delalet. Herkesi eşitler. Herkes yolcudur orada. Değişmez. Aklıma Doğu Ekspresi geliyor her nedense. Takır tukur takır tukur, sonra fren sesi ve gıcırtılar, hani paslı demiri kulaklarında hissedersin ya, öyle. Sonra kapının tıss diye açılıp nefes vermesi, sonra yine takır tukur sesler ve sonra yine gıcırtılar…


Yol… Yol deyince karla örtülü, bazen düz bazen kıvrılan ince bir çizgi geliyor gözümün önüne . İp gibi/yok ip gibi değil, sarkıtlar gibi, buz tutmuş, üzerinde bir karınca yürümeye çalışıyor ölmeden az evvel soğuktan… Cuma akşamları ve pazartesi sabahları… Evet son bir aydır yol demek, o demek. Yaşamak da…


“Sevgilim.” Şu hayalet musallat olmasaydı size gerçek bir aşk hikâyesi anlatacaktım. Ne yaparsın. Nihayet aradı, iyi geliyordu sesi. Hatta espri bile yaptı hangi geceyi yakacaksın diye. “Birlikte olmadığımız bütün geceleri,” dedim. Klişe bir cevaptı, kabul ediyorum ancak sevindi yine de. Bilirim ışıldar gözleri, yanakları kızarır, daima yere bakar, sessizleşir. Ben de öyleyim. Gerçekten de hangi gece yakılacak, hangi gece kurtarılacak. Bir öncelik sıralaması şart. Pazartesileri yakabiliriz mesela ya da pazarları. Bir daha işe başlamak olmaz. Kimisi cumaları veya salıları seçebilir, ödeme yapmaz. Cumartesiye ne diyorsunuz, kimse kimseyi aldatmaz. Bilmiyorum hangi geceler yakılacak. Sonra yol var, sonra anlam… Bütün bunlar, başımda bir bulut, omzumda gam, ağır… Epey vakit geçti böyle düşünmeyle. Ben de unutur gibi olmuştum, hafta içi iş ve yalnızlıkla mücadele hafta sonu yaşamak ölesiye…


Görünüşte her şey yolunda. Hayaletten de bir ses, bir haber, bir iz yok. Ya da öyle umuyorduk. Bir pazar günüydü. Kahvaltımızı yapmıştık taze taze. Bugün günlerden koleksiyonerlik. Sevgilim, çok meraklıydı antikaya, tarihi, hikâyesi olan eşyalara. O yüzden pazarları Fahri’nin yanına gider, hiç bilmediğimiz eşyaları hikayeleri ve efsaneleriyle birlikte keşfeder, zamanda yolculuk yapardık.


Bir keresinde bir kalemtıraş göstermişti bize, böyle yandan kolu vardı. O kolu çevirerek çalıştırıyorsun, ağır, demirden. Tahminen 1930’lu 40’lı yıllarda kullanılmış. Belki de daha eski. Sonra güneş pilli bir hesap makinesi vardı ki, hikâyesi epey ilginç. Bir imza karşılığında alınmış. Bazen imzalar değerlidir. İşte böyle pazarlardan birinde daha doğrusu böyle geçeceğini sandığımız pazarlardan birindeydik. Fahri’nin yanına gitmek için yola çıktı. Dükkân yakınlardaydı, bir pasajın altında. Yürüdük, neşeyle. Pasaja geldiğimizde bir kalabalık bütün o neşeyi aldı götürdü uçsuz bucaksız yerlere.

“Fahri, Fahri bunu sana nasıl yaptılar?” Yoktu. O malumatfuruş, o hikâye anlatıcısı, o tarihçi, o eşyanın tabiatından anlayan, o çocuk ruhlu adam artık bu dünyada değildi. Almışlardı onu.


Kırmızı bir zarf bulunmuştu başucunda. Yine o dizeler:


“geceyi yok et
Yolu yık
Anlamı koru”


Yine sıfıra benzeyen o işaret. Fakat bu bana gelen mektuptaki el yazısıyla aynı değil. Ya da aynı olmadığını sanıyor Adli Tıp Uzmanı, ilk incelemeye göre. Sevgilimle sarılamaz hâle gelmiştik. Fahri, bizim yüzümüzden hatta benim yüzümden öldürülmüştü. İçimde hem korku hem de kin. Zaten kroku ve kin insan toprağına aynı anda atılmış tohumlardır.


Bir bulsam diyordum hayaleti, bir bulsam ona neler yapacağım. Gerçi acı çektirmem mümkün değildi çünkü bedeni yoktu. “Sana bunu yapanı bulacağım Fahri, ne olursa olsun.”


“Emin misin,” dedi kaşlarını kaldırarak sevgilim, “Gerçekten ne pahasına olursa olsun mu?”


“Ne demek istiyorsun,” dedim, kızmıştım.


“Ne pahasına olursa olsun dedin ya, benim karşılığımda intikam vadederse hayalet, kimi seçeceksin?”


“Bilmiyorum,” dedim. Gerçekten de bilmiyordum.


“Ben aldım cevabımı,” dedi. “Ne cevabı?” diye sordum.


“Sen hep bilmediğini yaparsın.”


Epey bir süre konuşmadık. Sonra içimden bir şey ne olursa olsun onu yalnız bırakmamak gerektiğini söyledi. Gerçekten de bu aşka yakışmazdı ayrılık.


Yol…


Bu sefer yola çıkan bendim. Kente giden yabancı. Buluştuk fakat hiç konuşmadık. Nihayet dayanamadım elinden tuttum, “Anlamı kaybetme, yoksa yakarım kendimi de geceyi de” Yer ayağımızdan kaydı, bir hızlı döndü dünya ben böylesini hiç görmedim. Ve güneş doğdu, sarı sarı bakıyordu, huzurluydu şimdi. Erkenden kalktık, beni bir yere götürdü. Bir müzik eviydi burası, ahşap yapılı. “Bu işleri bilse bilse bizim ihtiyar bilir,” dedi Sevgilim. “Nihayet,” dedi ihtiyar, “sizi bekliyordum,” gülümsedi. “Buyrun geçin şöyle.”


Divana oturduk. İhtiyarın tatlı ve bol hisseli hikâyelerini dinledikten sonra sorumuzu sorduk: “Geceyi yak, yolu yık, anlamı koru.”

Bu ne demek?

İhtiyar güldü. Size dedi, üç imge bağışlamış. Her kimse bunu yapan oyunu güzel oynuyor. Kâğıdın altında ne var demiştin?

“Sıfır.”


Öyleyse ondan başlayalım. Sonsuz bir döngü demek hayat. Bunu gönderen kimse bizim soyumuzdan. Eh, her soyda deli de var, avare de, serseri de var, kötü de var. Sonsuz yaşamın peşinde bunu gönderen. Biz ise ruhu emanet sahibine sağ salim teslim etmenin. Peki dedim gece? Böyleleri korkar ondan. Gece demek ölüm demek, yaşamın nabzının neredeyse hiç atmadığı bir zaman demek. Geceyi yak ki aydınlık olsun. İnsan uykudan uyansın, yaşam sürsün. Çünkü uyku bir nevi ölümün provasıdır. Yarım kalsın. Geceyi yak ki bilinç “aydınlansın” ve aydınlanan bilinç sonsuz yaşamı bulsun. Ya yol? Neden yıkılmalı yollar.


Bu yol senin zannettiğin yol değil. Bu yol ehli olan yol. Bu yol yıkılsın ki insanlar kafayla hareket etmesin. Bu yol yıkılsın ki insanlar kol kola, omuz omuza yürümesin. Bu yol yıkılsın ki, anlam değişmesin. Çünkü yol demek yeni demek, yol demek öteki, bir başkası, yabancı demek. Başka tatlar, başka paralar, başka madenler, başka sözler, başka aşklar, başka hikâyeler, başka anlamlar demek. Eh böyle olunca da anlam korunamaz. Daha doğrusu onun dondurup bir kutunun içine koyduğunda elmasa dönüşeceğini sandığı anlam.


Öyle baktık birbirimize. Fakat Fahri ortadaydı. Gözümün önünden ayrılmıyordu hiç. Kalbimin tam ortasında simsiyah bir nokta gibi… Fahri…


Sevgilimle artık hiç ayrılmamaya karar verdik. İki şehrin hikâyesi değil, bir düşün gerçeğiydi bundan sonra öykümüz. Ya da bir sanrı.


Adli tıpçı bütün mektupları ve zarfları karşılaştırmış ve durumun çok tehlikeli olduğunu söylemişti. Karşımızda bir örgüt olabilirdi. Bundan sonra çok dikkatli olmalı, gerekmedikçe evden çıkmamalı mümkünse koruma talep etmeli ve evde de silah bulundurmalıydık.


Evin her yeri alarm ve kameralar. Belimde silah. Kapıda ekip otosu. Bolca kahve ve sigara içiyorlar. Yarı uykulu, kızarık gözler. Çocukların ilgisini çekiyor polis arabasının mavi kırmızı ışıkları.


Ben ne zaman böyle bir insan oldum, haberim yok.


“Olsun,” diyor sevgilim, “Birlikteyiz ya o yeter.”


Ne kadar umutluydu ve ne kadar iyimser. Bazen gerçekten kalbinde bir güvercin taşıdığını düşünürüm. “Düzelecek her şey merak etme.”


Oysa hiçbir şey düzelemez. Çünkü zamanda yolculuk yapmak mümkün değil. Öyle olsa bile geçmişe gelecekten yapılacak bir müdahale hayatın, dünyanın ve hatta evrenin bütün akışını değiştirebilir.
Tabii, bunları ona söylemedim, söyleyemezdim, güvercini kalbinden vurmak istemedim. Vakit ilerliyor, geceler gündüzlere, düşler gerçeğe karışıyordu. Siyah iplik beyazından ayrılamıyordu bir türlü. Hayaletten hâlâ bir iz yok.

Tehlikenin azaldığını düşündüğümüzden artık yavaş yavaş dışarıya çıkıyorduk. Fahri’nin dükkanı boşaltılıyordu. Sevgilim yine de evdeydi. Soğuk bir perşembe günüydü, kapalı bir hava. Fahri’nin ablası hamallara yavaş ve nazik davranmalarını söylüyordu fakat bunu çok kibar bir şekilde söylediği için hamallar pek kulak asmamışlardı. Nitekim çinili tabaklar, çömlekler kırıldı gitti.


Sonunda!


Kepenkler indi. Bu telaş, bu merak, bu dert sona erdi. Fahri öldü, hikâyeler tozları öksürecek, nemden, rutubetten çürüyecekti. Tam kepenkler kapatılırken bir kırmızı zarf bıraktım, buruşuk.


“kendimden geçerim
sevdadan vazgeçerim
yakarım icabında geceyi
vur öleyim hançerinle
kim durdurabilir dönüşünü dünyanın
değişsin başka olsun her şey
varsın varsın öleyim erkenden gelsin ecel
yıkmam yıkmam romanın yollarını”


Biliyorum oradaydı. Çünkü ben zarfı koyup arkamı döndüğümde bir toz kalktı kırmızı taneli. O günden beri yaşıyorum dünya döndükçe kayıp bir şiirin peşinde.

S O N

Yazarın, Bir Bakışın Anlattıkları adlı deneme-öykü türündeki ilk kitabına göz atmak için lütfen tıklayınız…

Resim 1, Kapak Görseli, Andre Lhote, Still Life with Open Book, 1917

Resim 2, Kare Görsel, Pablo Picasso, Head of a Man in Profile, 1965

Yazar Hakkında:

gözen esmer

Gözen Esmer, 1997’de dünyaya geldi. Abant İzzet Baysal Üniversitesi, DTCF, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Bilim ve Ütopya dergisi Yazı İşleri Müdürü olan Gözen Esmer’in deneme-öykü türündeki ilk kitabı Bir Bakışın Anlattıkları, ocak 2023 döneminde edebiyatseverlerle buluştu. İshak Edebiyat, Sincan İstasyonu ve Hürriyet Gösteri gibi mecralarda öykü ve yazıları yayımlandı. Kayıp Şiirin Peşinde, sitemizde yayımlanan ilk öyküsüdür.

23.04.2023 © Novelius Edebiyat

Öykü: Kayıp Şiirin Peşinde” üzerine 2 yorum

  1. (Yâsin,69,70)”O-Kur’an, Allah’tan gelmiş bir mesaj-uyarı-hatırlatma ve öğüttür; özünde apaçık olan ve gerçeği dosdoğru gösteren bir ilahî hitabedir. Yaşamakta-diri-canlı olanları uyandırması, uyarması ve gerçeği örten nankörler-inkârcılar aleyhine Allah’ın gerekçeli hükmünü bildirmek için indirilmiştir.”

    *(Binbeşyüz yıl önceden, ALLAH KUR’AN’ın, diri-yaşayan-canlı olanı uyarmak-uyandırmak için olduğunu söylerken; Kitabın tamamı gibi, uyarının yapıldığı Yâsin Sûresi de ne acı-ne yazık ki, cenazelerde-mezarlarda ölülere üfürülmektedir!?)
    Müzik eseri(?!) gibi nağmelerle(!) ve anlamadan okumak; en değerli SÖZLERin Sahibi ALLAH’a ve Kitabı KUR’AN’a en büyük saygısızlık değil midir?

    (Taha,113)”Arap diliyle ifade edilmiş bir hitabe olarak Kur’an’ı indirdik. Kur’an’da uyarıları teker teker apaçık dile getirdik ki, insanlar sorumluluk bilinci taşısınlar yahut bu Kitap onlarda yepyeni bir bilinç uyanıklığı meydana getirsin.”

    *(İlk muhatabı Araplar olduğu için Arap dilinde-Arapça!)
    (Biz Türkçe okur-yazarlara, asırlardır Arapça okutulması tam bir dayatma zulmü değil mi?!)

    *(Orjinal metne-KUR’AN’a bir harf-kelime dahi ilave edilemediğinden; peygamber sünneti-hadisi ile şirk-zulüm üretmiş olmuyorlar mı?

    Aziz Peygamber, en üstün-en onurlu makam elçilikle görevlendirilmişti. TEK görevi KUR’AN’ı iletmekti. KUR’AN’ı yazıya geçirme-iletme görevi bitince; binbeşyüz yıl önce, ölümlüydü-insandı-öldü. Yok. Ne kaldı? KUR’AN!
    Aziz Peygamberi Allah’a ortak etmek, çok yönlü iftira olmuyor mu?!)
    Müzik eseri(?!) gibi nağmelerle(!) ve anlamadan okuyarak Kur’an’ı yok saymış olmuyor muyuz?
    İnsanların, Kur’an-peygamber hakkında yanlış-kötü düşünceler üretmesi kimin eseri, kimin suçu?

    (Nahl,116)”Yalan düzerek ALLAH’a iftira etmek için, dillerinizin uydurma nitelendirmeleriyle/kendi kendinize uydurduğunuz yalanlara dayanarak ‘şu helâldir, şu da haramdır’ demeyin. Çünkü ALLAH adına yalan uydurmuş oluyorsunuz.’ Yalan düzerek ALLAH’a iftira edenler kurtulamazlar.”

    (En’am,144)”İnsanları, bilgisizce yanlış yollara yönlendirmek için, yalan uydurup, iftiralarını ALLAH’a yakıştırandan daha zalim kim olabilir?”

Yasemin Çin için bir cevap yazınCevabı iptal et