15.09.2024 © Novelius Edebiyat
Doç.Dr.Hatice Tezer ASAN
Kadın Ağaç
Yer yer rengi silikleşmiş, eprimiş bordo bir sallanan sandalyede oturmuş seyrediyorum her şeyi… En çok da hızla akıp giden zamandan çaldığımız ya da ona kurban verdiğimiz şiirleri… Sesi solmuş bir plak yankılanıyor şimdi… Pencereden odaya yansıyan ışık, gözlerimin içine hücum ederken soluğumu içime çekiyorum iyice… Kendi sesimi sesimden koruyarak susuyorum… Ürkek gözlerle gözlerime bakan şarap rengi bir kedinin mırıltıları yeniliyor belleğimi usulca…
O gün zamana teslim olmamak için adımlarımı usulca, ürkek ama hızlı atarak çıktığım evden, başımı önüme eğip bir kentin dokunaklı kollarına gittiğimi biliyor muydum? İçerde kalan, o evde bıraktığım asıl “Ben”in, kendine yenilmiş, kendinden kaçmaya doğru yola çıkmış giden “Ben”i adım adım izlediğini farketmeden…
O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı… Hiçbir şey eskisi gibi olmadı… Yaşam o evde kalan ve kendinden kaçıp giden ‘ben’lerin arasında sıkışıverdi durmadan… Her uzaklaşan adımımda içimde büyüterek, içimde tutmaya çalışarak taşıdığım ilk aşkla…
Günün ilk ışıklarının loş bir aydınlık kattığı, büyük, uzun amfinin, yıllarca atılan çentikler, çizilen kalpler ve acemi gizliliklerle yazılmış notlardan yaşlanmış sırasından kafasını kaldırdığında ilk dersin akışına kendini kaptırmış kadının sesini duymuştu ilk… Önce gülümsedi nedensiz… Sonra engel olunamaz bir sesle yüksek güldü… yok yok kahkahalardı bunlar… Sanki bundan sonraki bir on yılın gülmesini toplayarak sesine, biriktirerek güldü… En çok kendine güldü… Ağız dolusu güldü kadın… Tüm sınıf anlam veremedikleri bu gülmenin akışına ihtiyatsızca katılarak gülmeye başladı sonra… Ve dersin sorumlusu olan ciddi kadın da gözlüklerinin altından gülümseyen yüzleri dolaşan bir edayla bakarak katıldı bu gülme tufanına… Gülmeler yayıldı loş sınıfın her tarafına… Gülmeler doldurdu kampüsü sonra ve evrenden taşıp kainatta asılı kalacak bir anıya dönüşmek üzere zamanın dışına taştı sonra gülmeler…
Ellerine baktı kadın… Elleri bugünlerde hiç olmadığı kadar ince, güzel… Yağmurun elleri demişti o bu ellere… Elleri birbirine aşık gibi kenetlendi usulca… İnce parmakları birbirinin kemiklerini okşadı, usulca parmakları üzerindeki ince deriye dokundu ve uçlarına… Parmakları çok gizli bir sihre dokunmuş gibi şaşkın, heyecanlı ve ürkektiler bu sabah… İçinden akan coşkun nehir, bir kadın-ağaca dokunmuştu… Ve bu sır, mitolojik efsanelerden taşmış bir anlatı gibi inanılmaz, ulaşılmaz, kaybedilse unutulmaz bir şiir gibiydi…
Ayakları onu kışın ayazını iliklerine kadar hissettiği karlarla kaplı bahçeye götürdüğünde, başını kaldırdı gökyüzünde bir tek martı bulabilirim umuduyla… Kara bir kentte beyaz bir martı… Gagasının ucunda deniz börülceleri taşıyan, gözleri çil çil ışıyan, çocukluğundan kalma bir hayalden kopup gelmiş bir martı… Aradı…
Elini cebine attığında bulabildiği son bozukluklarla bir martı çiçeği aldı sonra… Annesi “martı çiçekleri bunlar” derdi elinde duran kırmızı-beyazlı sardunyalara… Her bahar evinin önünü martı çiçekleriyle doldururdu annesi… Ev martı martı kokardı, rüyalarında martılar görürdü kadın… Uzun beyaz kanatları ince uzun kollara dönüşen, kahverengi saçlarının gerisinden ışıldayan gözlerle onu sarıp sarmalayan, eski zaman kadınlarına benzeyen bir periye dönüşüveren martılar…
Sonra akşamın karanlığını yırtarak geçen gece ekspresinin şehirde yankılanan sesinde elini titreyerek tutan kadını… Anımsadı… Nasıl da küçük bir kız çocuğuna benziyordu bu haliyle… Yokuşun başında durmuş, yaramaz, utangaç, serseri bir çocuk… Kız çocuğu… Onu alıp içine sokmak istemişti o anda… Anımsadı bunu… İçi titredi… Bu görüntüyü aldı kalbinin en gizli köşesine koydu sonra… Hiçbir anının kirletemeyeceği köşesine… Suyun altında ışıldayan bir çakıl taşı gibi… Yerleştirdiği yer onun bile ulaşamayacağı derinlikteydi şimdi…
gibi… Yerleştirdiği yer onun bile ulaşamayacağı derinlikteydi şimdi…
Aşk kavramını düşündü sonra… Büyük kitaplarda filozofların, şairlerin, anlatıcıların binlerce kelimeyi kullanarak tanımlamaya uğraştıkları sır… Gizli bir büyü… Türk filmlerinden fırlamış acılanmalar, ayrılışlar… Özlemek mi diye düşündü sonra… Delirmek mi? Deliliğin sınırından dönmek mi? Kendini bırakmak mı sonrasını düşünmeden? Ya çocukluğundan beri ona anlatılan aşk masalları? Anneannesinin dizlerine dayadığı başını okşayan kadın elleri altından, yıldızlara uzanan bakışların gerisinden düşlerine konuk ettiği hikayeler… Ege’nin sakin kollarında uğuldayan balık sıçramaları… Eski mitolojik hikayeler… Deniz kızlarında özdeşleşen şefkat… Sahi neydi aşk? Birine sahip olmak mı? Birinin seni kendi mülkiyetine alması mı? Vazgeçmek mi? Kendinden ya da ondan… Bırakılmak mı? O sevmediğinde seni, yahut hiç sevmediğinde biten bir şey mi? Koşullanmış refleks mi?
Hiç biri diye düşündü sonra… Ya da hepsi kimbilir? Tanımlamaların tümü yine kendini sınırlandırmıyor mu? Her cümle kendini genelleyen bir yanılsamaya dönüşmüyor mu? Hangisi, kime göre gerçek olsa ne çıkardı ki diye düşündü sonra… Bunlardan biri gerçek bir tanım diye sunulsaydı ona, o zamanlarda, yaşadıklarından hangisinden vazgeçerdi ki? Vazgeçer miydi ki?
Hiç biri diye düşündü sonra… Hiç biri…
Oturduğu yerden görünen göle kaldırdığında başını zamanın ne kadar hızlı geçtiğini şaşarak fark etti kadın… Hangi kentte, hangi yaştaydı şimdi? Ne kadar zaman geçti yaşananların üzerinden? Zaman… Geçti mi ki? Yeşil ormanın yanında uzayan göl… Dalgaların sesi kar tanelerinin yankısında yitip gidiyor belki diye düşündü… Oturduğu ahşap sandalyeyi kendisi boyamıştı, boyayamadıkları sandalyeleri hatırlamamacasına… Ahşap masanın üzerindeki kağıt yığınları arasından görünen kahverengi tahta, ormanın içindeki ağacın gövdesinden çıkmış bir siluet sanki…
Ağaç… Kökleri toprağın içlerine uzanırken acıyan yanlarını yenileyen, yeni bir yaşamı kendinden doğuran, zamana kafa tutan “kadın” tanımı… Ağaç ne kadar da kadın’ı anlatıyor diye düşündü birden… Evinin karşısındaki meşe ağacının yıllara meydan okuyan büklümlü dalları, yapraklarındaki çetrefilli, pütürlü gülümseyişleri ve kabuklarının altındaki narin damarlarını saklayan gövdesi… Kar yağdığında göz göze geldiği bu meşe ağacının varlığı belki de bu kenti çekici kılmıştı ruhuna… Sığamadığı tüm kentlerin aksine, “gitmek, gitmek, gitmek” isteğinin aksine… bu kentte bu kadar kalması bu meşe ağacıyla özdeşleşmiyor muydu biraz…
Zamanın yosunlu bir denizin devinimlerinde yitip gitmesine başkaldıran tek olgu bu ağaç diye düşündü aniden… Tıpkı “kadın” gibi…
İnce bir yağmurun daha yeni yıkadığı sokakları hızlı adımlarla yürürken, ellerinin heyecandan titremesine anlam veremeyen bir anın içerisinde duyumsadı kendini… Yıllardır varlığını bu kadar derinden duyumsamadığı bedeni, yüzüne vuran ayazda daha bir belirginleşiyordu sanki… Onun bedenini düşündüğünde uzaklardan gelen bir yosun kokusunu duyumsuyordu nedense… Denizle özdeşleştirmesi sevdiğini, acaba denizin tüm sınırları ortadan kaldıran sonsuzluğu simgeliyor oluşundan mıydı… Bilmiyordu…
Kendi içinde, kendini durmadan büyüten, besleyen bu duygunun, içinde yarım kalmış bir yerlere dokunduğunu hissediyordu nicedir… Tanımların dışında bir kurgu… Antik çağların orta çağlara, orta çağların sonsuzluklara fırlattığı bir hayal belki de…
Bir kadına dokunmak, kendine dokunmak gibiydi sanki biraz… Çocukluğuna, derinlere, diplere… Zaman ancak onunla birlikteyken anlamını yitiriyordu bu günlerde… Tüm sorumluluklarını, üzerini kuşatan tüm kuralları ancak onun yanındayken sıyırıp atıyor, ruhunun özgürleştiğini duyumsuyordu iyice… Her sabah bu anın ölümsüzleşmesini sağlamak istercesine şiirler yazıyordu, yazılar yazıyordu elleri… sevdiği kadının yatağının başucuna asıyordu sonra onları… Kapalı, uyuyan gözlerinin yüzüne yansıyan ışıklarını seyrediyordu her sabah… Küçük bir kız çocuğu gibi elini özgürce geriye vermiş, belleğine hiç silinmeyecek güçte kazınan bu görüntü… Kaybolmasından korkar gibi dokunuyordu sessizce… İçinden kendi doğurduğu bir çocuk gibiydi işte… Kadın… Dokunuyordu kadına… ve zamansızlığı yudumluyordu kent böyle anlarda… Sonra ölüme karşı koymuş olmanın verdiği iç huzuruyla arşınlıyordu kentin sokaklarını… Yazılar, anlatılar, şiirler zamana rağmen o ilk anki anılarını, tatlarını, sevilerini korumaz mıydı işte…
Eski bir kakafoninin içinde, dalgaların kıyıyı dövdüğü günlerde, yetişmekte olan bedenindeki değişiklikler ürkütürken onu, annesi ıslak alnına dokunuyordu geceleri… İsyankar ruhunda bulduğu bu anlarda sıkıca sarılacağı bir aşka bedelleniyordu her düş, her özlem… Aslında aşkın da biraz özgür bırakmak olduğunu öğrenecekti bir kadında yıllar sonra… Acıyla sol tarafına döndü… Annesi ürkek gözlerle baktı kızına… Bilmediği bir Tanrı’ya el açtı sonra… Bağışlasın onu kendine diye… Sarılığın tüm bedenini sardığı çocuk günleri… dışarıda yağan ege yağmurları altında özlemini derinden duyumsadığı sevdiği… Henüz karşılaşmadığı ve yitirmediği…
Tiyatro biletleri getiriyordu iç ceplerinde ona… En çok gözlerindeki ışığı yeniden yeniden görmek işliyordu içine… Sahnedeki oyunda varlarken kendini, elini tutan sıcacık el… Hiç bırakmadan, gitmesin diye… Gitmesin… diye tutuyordu o da… Sıkıca… Bağımlı kılmak için değil ama yine de… Özgür kalmak için en çok… Korkulardan, kurallardan, tanımlardan…
Sokakta öptü işte onu… kampusün ortasında, ansızın dokunuverdi dudakları dudaklarına… Kırmızıya döndü rengi, renklere tahammül edemeyen insanların coğrafyasında yaramaz bir kız çocuğu gibi usulcacık öpüverdi onu… Elini uzatmasa bir kuş olup uçacaktı kalbi… Çarptı durdu yerine sığmamacasına… Sallandı olduğu yerde… Sıcacık baktı sevdiğine… Bir daha o yerde olmayacaklarını bilseydi ne değişirdi diye düşündü şimdi… El ele yürüdüler sevinçle… Boyunlarında sallanan aynı kolyede, parmaklarındaki aynı dalgalı yüzükte buluşarak en çok yürüdüler… Yürüdüler, şaşkın bakan gözlere dostça gülümseyerek, yürüdüler aşkın tanımlamalara karşı çıkan yüzünü yüzlerinde taşıyarak…
Eski antik kentin kalıntıları arasından ulaşılan bu sahil ve öpücükleriyle mühürledikleri tepe… Ne garip… Sanki tarihte silinmez bir iz bırakma içgüdüsüyle elinden tutup tepeye çekmiş ve ince bedenini kendine çekerek usulca öpmüştü onu… Burada diye düşündü… Tam burada oldu tüm bunlar… O anın içerisinde karşımda yankılanan şu masmavi denizden bize doğru ilerleyen Theseus’un gemisini ve içindeki yüzlerce tanıdık yansımayı gördüğüme yemin edebilirdim şimdi… O kadar içinde ve dışındayken zamanın… Yemin edebilirdim böyle olduğuna…
Balık pişirmiş ona… Ellerini tuttu, ne kadar sıcak diye düşündü yine… Ah bu sıcaklık yiterse buza dönecek sanki her şey… Buz devrini yaşayacak kalbi… Korktu bundan… Bembeyaz boşluğun ortasında kalana dek korktu… Tavada özenle pişirilmiş balığı gösterdi sevdiği kadına… Umursamaz bir tavır takındı nedense korkarak bu görüntünün ruhunda bırakacağı izlerden… Gözlerini kaçırdı, gülümsedi sonra… Sarıldı ona içinden geçenleri akıtmak istercesine… akıtmak… Ve anlatmak…
“Ah küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini…” Oturduğu çay evinde çevresinde yaşanan kalıpsallık içine sıkışmış aşklara baktı acıyarak… Aşkı, girmek çıkmak ve boşalmaktan ibaret sanan insanların evlerinin yanan ışıklarına bakarak yürüdü sonra… Elinin tersiyle usulca okşadığı teni düşündü gülümseyerek… “Ancak bir kadın böyle sevmeyi, okşamayı bilir” demişti ona… Elinin tersini yüzünün kıvrımlarında gezdirdi sonra… Zambak yüzü derdi o bu yüze… Bir kadın gibi sevdi kendi varlığının sızılarını…
Kadınları nasıl uzaklaştıracağını deneyimlemişti. Eli ayağı tutmaya başlayınca, bir iki ters laf salladı ortaya. Ertesi gün valiz kapının önündeydi. “Allah ıslah etsin oğlum, işin zor senin” diyerek çarptı kadın kapıyı. Kapının iç yanında kalmak her zaman güvenliydi. Sığınağına çekilip güzel bir uyku çekmeye niyet etti, çekti de. Sabah çekiç darbeleri, matkap sesleri bulut kadar hafif uykusunu bölmeseydi.
Sesler aynı tonda gün boyu devam etti. Akşamına hafifleyerek, yerini geçmeyen kulak çınlamalarına ve keskin bir baş ağrısına bıraktı. Beşinci gün masasına oturmuş, çalışıyordu. Telefonda konuştuğu müşterinin sesini bastıran matkaba daha fazla dayanamadı. Hızla merdivenlere yöneldi. Çıkmıyor, havalanıyordu adeta. Çizgili pijamasının üstünde kesik kollu beyaz tişörtüyle açık kapıdan daldı daireye. Matkaplı adam duvarda açtığı muntazam deliklere bir yenisini eklemek için metal çubuğu dayadığında, adamın elinden matkabı çrkti aldı Poyraz.
“Poyraz Bey, ne yapıyorsunuz?” Ev sahibinin çınlayan sesi, boş duvarlara çarparak tekrar ederken, çoktan matkabı camdan aşağı fırlatmıştı Poyraz. Asfaltın üstünde sağa sola dağılan parçalar, yoldan geçen arabalarca yeniden parçalanırken çıkan çatırtılar caddeye yeni bir ses cümbüşü getiriyordu.
Evin ışıklarını söndürmeliydim hemen… Bir saattir durduğum yerden gelişini gözlüyordum kadınımın… Sokağın başını döner dönmez fırladım oturduğum yerden söndürdüm tüm ışıkları… En sevdiği yemeği yaptım ona… Ve en sevdiği şarabı aldım… Kırmızı şarap… Buzbağ… Nedense bu şarkıyı dinlerken dans etmek istedim onunla… Celine Dion-Pavarotti… “I hate you, then I love you, Then I hate you, then I love you more for whatever you do…” Müzik ne kadar da içe işleyici… Sevecek bunu… İşte kapı çalındı… Mumlar… evet yanıyorlar…
Kapıyı açtığımda yorgun bedenini içeri aldı şaşkınlıkla… Ne tepki verecekti bu görüntü karşısında… Çantası elinden düştü, ellerim, ayaklarım ama en çok gözlerim de düştü onunla birlikte… Sarıldı kocaman… Elleri bir deniz kadar sonsuz… sarıldı… İçimdeki tüm sınırlar kalktı, tüm kaleler düştü aniden… Gözyaşları aktı sonra… Ellerimle çok gizli, çok kutsal bir şeye dokunur gibi dokundum onlara… Ellerimle bir ağaca dokunur gibi dokundum… Ah bu şarkı “I never, never, never want to be in love with anyone but you…”
Aşkın coşkun halini yansıtıyorum etrafıma… O kadar dincim ki… İnanılmaz… Uykum yok, uykuya ihtiyacım yok… Durmadan koşabilirim, durmadan gülebilirim, durmadan sevebilirim sanki… İçimdeki tüm kadınlar ayakta… İçimdeki tüm kadınlar güzel bu anda… Kendimi alıp alıp götürüyorum ona… Kendime bir hediye kurdelesi takmadığım eksik… Kapısında duruyorum önce… Bir iki nefes alıyorum… Yoksa konuşmak zor… Nasıl insan bu kadar coşkun bir heyecanı yeniden yeniden yaşar şaşıyorum kendime… Aşk mı bu diye sormak aklımda yok bu anda… Adının ne olduğu umrumda mı sanki… Hem hem benim bir adım var mıydı ki? Hep özlemle açıyor kapıyı, sevgiyle çekiyor beni kendine… Kapının önünde saatlerce ayakta sarılmış, kenetlenmiş duruyoruz sanki… Küçük köpeği zıplıyor sevinçle… Sanki hissediyor sevgimi, sevgimizi… O kadar güzel, o kadar güzelim ben de… Hamile kalıyorum ona… İçimden doğuyor sonra yeniden, yeniden… Karnımda taşıyorum onu, ruhumda, gözlerimde… ama en çok yüreğimde… taşıyorum onu…
Yıllarca taşıyacağımı bilerek hem de…
Küçük odasının kapısında durdum bir an… Karşımda engin bir denizin deli dalgaları.. En sevdiği resim.. Ege kitapçığında buluştuğumuz gece gibi… Öyle derin, öyle mavi… Kaybolabilirim gözlerimi kapasam bu huzurun ortasında… Odanın her anına kokusu yayılmış. Küçük yatağının içinde ben yokken sarılıp uyuduğu kazağımı buluyorum yine… sevgili…
Düşebilirim mutluluktan bu anda, ölebilirim, yaşayabilirim de… bu mutluluk anının sonsuza dek süreceğini düşünebilirim, içimde mutluluğun bu “sen” halini yıllarca sevinçle taşıyabilirim… Mutlu aşkın resmini çizebilirim de… Ah ellerim bunu yapabilse…
“Biliyor musun sen beni hiç unutamayacaksın, çünkü ilk aşklar hiç unutulmazlar, beni kendinde taşıyacaksın hep… Nerde, kiminle olursan ol ben hep sende olacağım… Bir yazgı gibi taşıyacaksın beni” deyiverdi aniden… Korkuyla baktım ona… Ayrılacakmışız gibi konuştu sanki… Ne oluyor bana… Mülkiyetime mi aldım onu? Gitmek isterse ne yapabilirim ki? Yalvarır mıyım gitmesin diye? Ağlar mıyım önünde? Yapabilirim gibi geliyor bu korku ruhumu bu kadar esir alınca… Korkuyla baktım ona… Sarılık olduğum zamanlardaki korkularım geldi aklıma sonra. Çocukluk düşlerimi esir alan korkular, kabus dolu rüyalar… “Neden? Neden bunu söyledin ki şimdi?” diye soramadım bu korkudan… Sustum… Sustu…
Gerçekten de unutmuyorum onu diye düşündü birden… Unutamıyorum değil ama bu… u-nut-mu-yo-rum… Bu pasif bir edilgenlikten çok özgür bir tercih gibi yüreğimde… Onu unutmayı tercih etmiyorum hepsi bu… arabesk hüzünler gibi değil, acıyla yoğrulmuş da değil, başkalarına “ah aşk acılarım da acılarım” demek gibi de değil, kendine acımaksa hiç değil bu… En temiz yanımı korumak gibi, kendim olmak gibi, kadın olmak gibi… Tam da dediği gibi mi yani… Pek değil, ya da öyle… Zamana karşı direniş gibi sanki biraz… İlk aşk… İlk aşk gibi…
Kahkahalardan ve küllerden geriye kalanlar gibi biraz da…
Doç.Dr. Hatice Tezer ASAN
S O N
Yazar Hakkında:
Doç. Dr. Hatice Tezer ASAN, 1979 İzmir doğumlu. Sosyoloji, Psikoloji, Tarih ve Hukuk lisans eğitimleri aldı. Yüksek Lisansını Kocaeli Üniversitesi’nde ve doktorasını Marmara Üniversite’sinde tamamladı. Ulusal ve uluslararası dergilerde bilimsel makaleleri yayınlandı. 2019 yılında İzmir’de gerçekleştirilen Yılın Hikayesi/Anısı yarışmasında ödüle layık görüldü. Bilimsel alanda çalışmalarına ulusal ve uluslararası düzeyde devam etmektedir. Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya’da ülkemiz adına Psikoloji Kongreleri’nde bilimsel yürütme görevlerini üstlenmiştir. Çalışmalarında özel eğitim, psikoloji ve rehberlik alanlarına yoğunlaşmaktadır. Ege Üniversitesi Psikoloji ve Özel Eğitim Bölümleri’nde lisans ve yüksek lisans dersleri verirken aynı zamanda bir Özel Eğitim Uygulama Merkezi’nin de yöneticiliğini yapmaktadır. The Journal of International Education Science ve Pegem Journal of Education and Instruction Dergileri’nin hakem üyesidir. Bilime adanan bir hayat içinde edebiyat yazılarını ruhun ezgisi olarak görmektedir. Arya, Proteo ve Uğur adlarında üç kız çocuğunun insanıdır. Keman, mandolin ve ney çalmaktadır.
Kitapları: Eğitimde Bilim Teorisi (2012), Her Hastalık Bir Hikayedir (2017), Hayat Boyu Öğrenme (2022).
Yayınları: Kadınlar Dekameronu – Julia Voznesenskaya’nın Eserine Dair Eleştiri ve Analiz Çalışması (Amargi, 2007), Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik ve Öğretmenlerin Cinsiyetçilik Algıları (Fe Dergisi, 2010), Cinsiyetçilik Her Yerde, Ders Kitaplarında da (Amargi, 2014), Anne (Yedi İklim Dergisi, 2021), Michel Foucault‘un Panoptikon Metaforuna Göre Türk Cumhuriyet Devrimi (Sadab, 2020), vd.
Kapak Görseli, Van Gogh, Undergrowth with Two Figures, 1890
Kare Görsel, Van Gogh, Girl in a Wood, 1882
15.09.2024 © Novelius Edebiyat


