Site icon Novelius Edebiyat

Öykü: Pehlivanlar

19.01.2025 © Novelius Edebiyat

Yazar: Mustafa Ünver

Pehlivanlar

Buz kesen bir aralık ayının son haftası için termalin kadim başkentinde, Gazlıgöl’de bir butik otelden dört günlük yer ayırtmıştık. Ankara’dan Afyon’a doğru aracımızla fısır fısır yol alırken gökyüzü gri bulutlarla doluydu. Zaten öteden beri otomobilimizle serin havalarda yolculuk yapmayı bol güneşli sıcak yaz günlerdekinden çok daha fazla sever ve neşeli bulurduk. Zaman zaman yağmur, ara ara da sis, sürüşümüzü zorlaştırmasına rağmen yine de yolculuğumuz çok zevkliydi. İki defa kahve molası versek de planladığımız vakitte otelimize ulaşmıştık.

İlk defa kalacağımız otele giriş yaparak eşyalarımızı odamıza şöyle üstün körü yerleştirir yerleştirmez, hem üzerimizden yol yorgunluğunu hem yeni varılan bir mekânın insan ruhu üzerine bıraktığı o yabancılık hissini atmak hem de sıcak bir çorba içmek için restorana indik. Ardından çaylarımızı da lobide içip odamıza döndük.

Ortamın gerektirdiği kıyafetlerimizi hazırladıktan sonra şifalı sulardan ilk banyomuzu almak üzere soluğu termal hizmetlerin sunulduğu eksi bir katta aldık. Eşim hanımlara ayrılan spa kısmına geçerken ben de erkekler bölümündeki tuz odası, buhar odası ve saunayı keşfettim sırasıyla. Sonra da tabii ki sıra şifalı kaplıca sularına geldi.

Yaşlı, yorgun ama tecrübeli olduğu yüzünden ve yarım yamalak dökük dişlerinden rahatlıkla fark edilebilen bir aslanın ağzından kaynar denebilecek derecede suların dumanlar eşliğinde homurdanarak akarak doldurduğu havuza ayak parmaklarımı şöyle bir dokundurarak çektim. Sıcaklık çok yüksekti, kendi kendime “Bu soğuk havada tam da bana göre bir havuz,” diye mırıldandım. Hamamlarda burnu çelleyen keskinlikteki o bildik koku yükseliyordu buram buram.

Yandaki daha büyük olan havuz ise soğuk suyla doluydu ve anlaşılan saunadan veya sıcak su havuzundan çıkanları şoklamak için hazırlanmıştı. Ne de olsa insan yüksek sıcaklıktaki bir ortamda sürekli kalamazdı; zaman zaman serinliğe, hatta adam akıllı soğuğa da ihtiyaç duyardı. Her şey bir denge meselesiydi işte.

Tuz odasından başladım ilk günün termal seyahatine. Yüksek tavanı da dahil duvarlarında ve yerlerde tuz kütlelerinin ve parçalarının bulunduğu sekiz on metre karelik serin ve loş bir odaydı. “En fazla yirmi dakika kalınması tavsiye edilir,” diye yazılıydı kapısında. Ahşap oturağın bir ucuna ilişip duvarları saran, adeta bir dantela gibi örülmüş dev kristal tuz kayalarını incelemeye başladım. Tam o sırada yaşıtım gibi görünen güler yüzlü, kol ve bacakları kaslı ama biraz da göbekli, dev gibi bir bey selam vererek içeri girdi. Şifalar dileyerek bankın diğer kenarına oturdu. Az sonra da yabancı bir insanla sohbet başlatmak isteyen bir kişinin yapacağı gibi bir bahane buldu ve bana dönüp tuz odasının ne faydası olduğunu sordu. Sohbete katılmaya gönüllüydüm: “Sanırım daha çok nefes darlığı ve astım hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor,” dedim.

Kalmamız gereken yirmi dakikayı doldururken tanışma ve sohbet de derinleştikçe derinleşti. Memur emeklisi ve aynı zamanda bir güreşçi olduğunu öğrendiğim tuz odası arkadaşım, ellili yaşların sonlarında olmasına rağmen yaşını pek de belli etmiyordu doğrusu. Bu genç görünümünün altında sporculuğu yanında güler yüzünün de bedenine ve ruhuna eşlik etmesi yatıyordu sanırım.

Bu termal seyahate sadece eşimle katıldığımı öğrenince kendisinin bir grup güreşçi arkadaşı ve eşleriyle birlikte burada bulunduğunu söyledi. Anlattığına bakılırsa güreşçi arkadaşlarından kimi minder kimi çim saha sporcularıymış ve zamanında pek çoğu milli olmuş, ulusal ve uluslararası birçok yarışmada ülkemiz adına madalyalar kazanmış.

Hem termal deneyimimizin ilk gününde hem de sonrası günlerde tuz odası arkadaşım sayesinde tüm pehlivan ekibiyle tanışmış olduk. Aslında yalnızlığı sevip tercih etmeme rağmen, beni de aralarında görmek istedikleri yönündeki nazik iltifatlarına kayıtsız kalamamıştım. Başlangıçta pek arzulu olmadığım halde birbirimize çabuk kaynaşmıştık. Ne de olsa buraya sosyalleşmek için değil; kafa dinlemeye, şifalı sulardan istifade etmeye gelmiştik. Beni de aralarında görmekten özel bir mutluluk duyduklarını hissettiğimden olsa gerek, ben de kendimi hiç kasmamış ve o sımsıcak dostluklarına teslim olmuştum.

Artık restoranda, lobide, mescitte ve tüm termal süreçlerde birlikte yer alıyorduk. Bugüne kadar sadece bulmacalardan bildiğim künde atmak, el ense çekmek, kle, salto, dalmak, bastırmak, tırpan, budama, peşrev, yana dalış, tek ve çift dalış ve boyunduruk vurma gibi güreş tekniklerine dair pek çok kelimeyi, anılarını iştahla anlatırken onlardan duymak bana tadı damağımda kalan hoşluklar yaşatıyordu. Özellikle de yaşı bize göre biraz daha ileri olan ve anılarını sanki ağzından bal damlatırcasına anlatmayı pek iyi beceren Haydar Pehlivan, oldukça şakacı, nüktedan ve güler yüzlü bir insandı. Yaşına göre sağlığı gayet iyi durumda görünüyordu. Koca gövdesi ve omuzlarıyla oldukça heybetliydi, tam bir Kırkpınar başpehlivanını andırıyordu. Haydar Pehlivan’ın zihnimde yer eden şekil ve endamı, arkadaşlarının da bir ara bana gıyabında evindeki duvarların katıldığı sayısız müsabakalarda kazandığı kupa ve madalyalarla dolu olduğu şeklinde söyledikleri bilgiyle aynı mesajı iletiyordu.

Bir sauna keyfi esnasında bana otelin bahçesinde de yazlık bir havuz bulunduğundan söz ettiler. Ardından kışın bile suyla dolu olan bu havuza hep beraber girme konusunda ne düşündüğümü sordular. Ben de samimi ve coşkun bir kahkaha atarak “Sizin girdiğiniz her yere ben de girerim, sıkıntı yok; ne zaman gidiyoruz?” diye ünledim. Cevabımdan memnun kaldıkları attıkları kahkahalardan açıkça anlaşılıyordu. “O zaman birazdan gidelim,” dediler.

Beş pehlivan bir de ben, eksi dokuz derece çakır ayaz bir havada üzerimizde sadece şortlarımızla dışarı çıkmıştık. Havuzun kenarına ulaşmamızla içine dalmamızın nasıl bir anda gerçekleştiğini hâlâ anlamış değilim. Bunun sebebine ilişkin zihnimde sürü psikolojisi ötesinde ulaşabildiğim tek açıklama, havanın dondurucu soğuğundan ve neredeyse anadan üryan oluşumuzdan kurtulmanın tek yolunu önümüzde duran buz gibi havuza atlamakta bulmuş olmamızdı. Ne de olsa çivi çiviyi sökerdi, sökmeliydi, sökse iyi olurdu.

Kış şartlarına hiç de uygun olmayan kıyafetlerle, üstelik ıslak halde otel dışına çıkmamızla tüm dokularımıza acımasızca çarpan dışarının dondurucu soğuğu, bizi buz gibi havuza bir anda itivermişti işte. Pehlivanlardan sadece biri havuza girmeye cesaret edemeyerek kenardan, üstelik o da tir tir titreyerek bizi izlemeyi tercih etmişti.

Havuzda ancak birkaç dakika yüzebildik sanıyorum. Çenelerimiz birbirine takır takır vururken hepimiz bu deli havuzdan kurtuluşu çıkış merdivenine tespih taneleri gibi dizilmekte görmüş olmalıydık. Grubun en genci olarak en arkada kalmak bana kısmet olmuştu. Suyun içinde tir tir titrerken havuzun merdivenlerinden çıkma sırasının bir an önce bana gelmesini büyük bir sabırsızlıkla bekliyordum. Bütün vücudum buz kesmişti; daha ötesi var mıydı? Bir an önce şu kurşun gibi soğuk havuzdan çıkıp içerideki sıcak havuza kendimi atmanın tatlı hayallerini kuruyordum. Ama ben ne kadar çıkmak için çabalarsam çabalayayım, ilk sıradaki Haydar Pehlivan dizlerindeki ağrılardan dolayı havuzun merdivenlerini ancak kaplumbağa hızında tırmanabiliyordu. “Eyvah!” diyordum iç dünyamda, “Galiba ben bu havuzdan donmadan çıkamayacağım, baksanıza önümde daha kaç kişi var!” Alternatif çıkış yolu bulmak için sağa sola, havuz kenarlarına bakındım. Hem o taraflar buz tutmuş hem de oralara ulaşabilmek için yüzülmesi gereken mesafenin oldukça uzun olduğunu gördüm. Merdivenleri kullanmaktan başka çare olmadığını içime işleyen o soğuk acısı içinde ümitsizce fark ettim. Sabretmekten ve Haydar Pehlivan’ın çıkarak kulvarı bir an önce boşaltmasını beklemekten başka bir yol yoktu. Birbirine yumruk atmaktan bir türlü vazgeçmeyen çenelerimden kaçırabildiğim müstesna anlarda “Allah’ım ne olur merdivenlerden çıkma sırası bana da gelsin,” duasını zar zor terennüm etmekten kendimi alamıyordum. Ama Haydar Pehlivan sanki inadına altı basamaklı merdiveni çıkıp bir türlü koridoru boşaltamıyordu. Beklemekten başka yapacak bir şey yoktu, ne de olsa herkes aynı durumdaydı.

Tuz odası arkadaşım Recep Pehlivan’ın, önündeki Haydar Pehlivan’a omuz ve göğüs desteği vererek onu arkasından ittiğini görünce pek çoğumuzun zihninden benzer düşüncelerin geçtiğine emin olup biraz rahatladım. Donmadan hep beraber şu havuzdan çıkabileceğimize dair umutlarım yeniden yeşermişti.

Nihayet, zar zor da olsa Haydar Pehlivan merdivenlerden çıkabildi ve hemen kenara çekilerek koridoru boşalttı. Ardından ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü derken nihayet sıra bana geldi ve son deli olarak ben de bu deli havuzdan çıkabildim. Üzerinde paltosuyla otel görevlisi ve havuza girmeye cesaret edemeyen, ama bu soğukta tir tir titremekten de kendini alamamış olan pehlivan “Yemin ederim tek kelimeyle hepiniz çılgınsınız, çılgın; haydi hemen içeri girin!” diye ünlediler.

Binaya girip sıcak ve soğuk havuzların önüne gelince, en tecrübelimiz Haydar Pehlivan “Önce soğuk havuza girmeliyiz,” dedi ve ekip ruhuyla hep beraber soğuk havuza atladık. Bu soğuk havuz artık hiç de soğuk değildi, hatta oldukça sıcaktı ve bize adeta yatak yorgan olmuş, üşüyen her yerimizi sımsıcak sarmalamıştı. O havuzda birbirimizi tebrik ederek deli cesaretimize kahkahalarla güldük. Sonra da aslan ağzından kaynar sular kusan havuza girdik.

Tüm otel, bu çılgınlığımızla yankılanmıştı. Adımız ve deli cesaretimiz her yerde konuşulup durdu günlerce.

Ertesi günün kahvaltısında Haydar Pehlivan’ın eşi bana gülümseyerek “Haydi bunlar çılgın, peki Ali Bey, siz neden bu delilere uydunuz?” diye sordu. Kendimi keşfettiğim anlardan biriydi. “Yenge galiba ben onlardan daha da deliyim,” diye cevap verdim gülerek.

Bilirsiniz, pehlivanlarda ve avcılarda maceralar ve hikâyeler asla bitmez. Takip eden günlerde onlarcasını zevkle dinledim. Er meydanındaki meşhur boğuşmaları, sanki daha dün olmuşçasına heyecanla anlatırken sanki ben de oradaymışım gibi hissettim hep. Samsun ve Tokat yöresinden gelen pehlivanlarla güreş tuttuklarında, yaman boğuştuklarından ve ne zaman ne oyun yapacakları belli olmadığından dolayı bizim pehlivanların daha da özel bir dikkatle güreşmiş olduklarını öğrendim.

Kel Aliço’nun Adalı Halil’le tuttuğu ve galip olarak çıktığı üç unutulmaz güreş de öyle anlaşılıyor ki bizim Afyonlu pehlivanlar arasında hâlâ büyük bir kahramanlık türküsü olarak anlatılıp duruyordu. Kırkpınar başpehlivanlığını 26 yıl boyunca kimseye kaptırmamış olan Kel Aliço’nun, güreşteki amansız boğuşması sayesinde hak ettiği ismiyle Gaddar Aliço’nun yirmi yedinci yılında karşısına çıkan Koca Yusuf’la saatlerce süren mücadelesi, sonrasında da başpehlivanlığı ona teslim etmesi dinlediğim muhteşem hikayelerden sadece biriydi. Yazık ki, batıda “Korkunç Türk” lakabıyla anılan 138 kiloluk Koca Yusuf, tarihler 1898’i gösterirken, daha kırk bir yaşında, kariyerinin zirvesindeyken bu hayattan göçmüştü. Amerika’da bayrağımızı temsil edip yurda dönerken gemisi talihsiz şekilde İrlanda bandıralı bir yük gemisiyle çarpışarak tüm yolcularıyla birlikte okyanusun azgın ve soğuk dalgaları arasında kaybolup gitmişti.

Sonradan kapandığını söyledikleri Salihli Man Otel anılarını da yad ettiler günlerce. Oradaki leziz ve bol yemek anılarını sımsıcak gülüşleri ve kahkahalarıyla en çok da kaldığımız otelin mütevazı yemekleriyle kıyas ederek anlattılar. Biraz da onlara takılarak “Talihsiz otel biraz da bu kadar iştahlı pehlivanın bir araya gelerek, açık büfesinde sunulan türlü türlü leziz etlerinden, kebaplarından ve halis ballarından doya doya götürmelerinden kapanmış olabilir mi acaba?” diye gülerek yaptığım şakayı kahkahalarıyla karşıladılar ve “Belki de öyle olmuştur,” dediler.

Hayatımın en unutulmaz anılarını hep yolculuklar vesilesiyle edindiğime dair kanaatim bir kez daha doğrulanmıştı. Kocaman ve güzel yürekli insanlarla tanışmış olmamın neşesini aylar boyunca yüreğimde aynı neşe ve heyecanla anımsayacaktım.

“Afyonlu pehlivanlarla mı?”

“Evet evet hâlâ görüşmeye devam ediyoruz, dostluklarımız hiç bitmeyecek!”

S O N

 Kaynakça:

– Eşref Şefik, Tarihî Türk Güreşçileri, s. 103.

https://www.trakyagezi.com/yagli-gureslerin-arkasi-yarin-kusagi-pehlivan-tefrikalari/ (25 Aralık 2024)

https://www.milliyet.com.tr/pembenar/cihan-pehlivani-koca-yusufun-korkunc-olumu-filikayi-batirir-diye-baltayla-kesildi-6984953 (25 Aralık 2024)

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/basin-tarihimize-pehlivan-tefrikalariyla-damga-vurdu-366329h.htm (25 Aralık 2024)

Kapak Görseli: Anselm Kiefer, Let a Thousand Flowers Bloom, 2012

Kare Görsel: Liz Gribin, Abstract Elements, 1985

Yazar Hakkında:

Mustafa ÜNVER, Ankara doğumlu. İlahiyat Fakültesi mezunu, kamudan emekli, yaşamını yazları köyde, kışları Ankara’da sürdürmekte. Çeşitli edebiyat mecralarında öyküleri yayımlanan Ünver’in daha önce Dehliz adlı öyküsü sitemizde yayımlanmıştır. .

19.01.2025 © Novelius Edebiyat

Exit mobile version